yazılarımızdan arayın

17 Şubat 2023 Cuma

Eski Sol Öldü, Yaşasın 3.Yol! (1): ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Yeni işçi hareketinin toplantılarından
 1970'lerden itibaren Sol, kan kaybetmeye başlamıştı. Öncelikle Refah devletini sık sık vurgulayan Sosyal Demokratlar Almanya ve birçok Avrupa ülkesinde oy kaybetmiş, ardından refah devleti çökmüş ve tüm dünyada Neoliberal dalga, Thatcher ve Reagan önderliğinde başlamıştı. Ardından Sovyetler birliği çöktü, sanki tarihin sonuna gelinmiş gibiydi. Liberalizm kendine karşı yapılan tüm atakları bertaraf etmesini bilmiş ve artık yolun sonuna gelmişti. Sol ise, mağlup konumundaydı. Avrupa'da ise Sosyal Demokrasi ekseninde birçok tartışma yaşanıyordu. Doğumu dahi sosyalizmin revizesi olan bir ideoloji 'tarihin sonunda' kendini revize edip ayakta kalamaz mıydı? İşte tam bu noktada liberalizm ile barışık, piyasa ekonomisine oldukça sıcak bakan, sivil toplum ve yerelleşmeye inanan bir hareket ortaya çıktı: Üçüncü Yol. Bu yol, Sosyal Demokrasinin ve Neoliberalizmin ortasındaki bir orta yol olacaktı. Giddens bu yaklaşımın entelektüel yükünü 'The Third Way' kitabı ile üstlenirken bu politikalar teoride kalmadı, Amerika'da Clinton önderliğindeki Yeni Demokratlar ve İngilzler arasından Tony Blair önderliğindeki Yeni İşçi hareketi, bu yaklaşımı pratiğe geçirdi. Hepsini konu almaya çalışacağız.

Giddens, 'Neden 3.yol?' dan önce, 'Neden diğer 2 yol değil?' i cevaplamaya çalışır. Bunun içinse öncelikle eski sol tanınmalıdır.

ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Blair, 1998 yılında tüm Merkez-Sol'a hitap ettiği konuşmasında Küresel düzenin hızla değiştiğini, Neoliberalizm dalgasından bahsetti ve eski solun direnişinin başarısız olduğunu ifade etti, bu açık bir mağlubiyet itirafıydı. Şimdi ise Sosyal demokratların hedefi bir revizyon, reformist bir hareket olmalıydı. Eski sol da, Yeni Sağ'da toplumsal sorunlara, ki sosyal demokrasi bunu çözmeye adanmıştı; cevap veremiyordu.


SOSYALİZMİN ÖLÜMÜ VE LİBERALİZMİN ZAFERİ

Bireyciliğe muhalif oluşu ve toplumun önceliği ile karakterize olan sosyalizm için kapitalizm toplumsal anlamda bölücü, kendini yenilemeyen ve iktisadi olarak da faydasızdı. Yok edilmeliydi. Marx için  sosyalizm, sosyalist planlamacılık kapitalizmi 'insanileştirecek' (bu vurguya dikkat), refahı daha adilene dağıtacak ve ekonomik olarak daha fazla zenginlik üretecekti. 

Sosyalizm Batı'da ise doğunun aksine toplumsal bir devrim uğruna mücadele verse dahi, Kautsky'nin bir devrim 'aracı' olarak gördüğü 'Kapitalizmin insanileştirilmesi' zamanla refah dağıtımına dikkat eden ve sosyal devleti kendine 'amaç' edinen bir harekete dönüştü. Kapitalizme, sosyalizmin siyasi baskıcılığı ve iktisadi anlamdaki başarısızlığı sebebi ile ehveni şer olarak bakan bir harekete evrilmişti: Sosyal Demokrasi. Hareket parlementolardaydı ve barışçıldı, karakterize edilecek noktası ise daha ılımlı bir eşitlik takıntısı, refah dağılımı ve devlete yükledikleri sorumluluklardı. 

Sosyal Demokrat hareketin önerileri ise 1929 krizinden sonra Keynes ile sesini duyurmuş ve devletlere yeni sorumluluklar yüklenmişti. Artık devlet bir gece bekçisi değildi, sosyal güvenliği sağlamalı, tüm vatandaşların eğitim, barınma ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamalı, yatırımı ve tüketimi açık  bir şekilde etkilemeliydi. Sosyal Devlet, bir nevi kapitalizmin sınıfta kaldığı yönleri tamamlıyordu. İktisadi başarısızlıkları gideriyor, yaratılan büyük oranda eşitsizliği progresif vergiler ile yumuşatıyor, herkese belli bir yaşam standartını garanti ederek kapitalizmin riskli belirsizliğini hafifletiyordu. Açıkça anlaşılacağı gibi Sosyal Demokratlar, Devlete ve özellikle güçlü devlete inanç beslemektedirler. Hatta, İkinci Dünya Savaşı'nda bu soc-dem etki sayesinde 'artık herkes planlamacıydı' üstelik planmacılık devletin


eline geçen kuvvetten dolayı oluşacak muhtemel baskı ortamından dolayı mesafeli yaklaşılan bir model olsa da, birçok insan ciddi anlamda planmacılığın iktisadi olarak piyasacılıktan üstün olduğuna ve hatta Sovyetler'in Amerika'yı geride bırakacağına inanmışlardı.

Giddens için, bu büyük bir hataydı ve sosyalizmin sonunu getirecekti. Sosyalizm kapitalizmin girişime, rekabete ve üretkenliğe verdiği teşvikle üretkenliğin ve zenginliğin arttırılmasını sağladığını, kendini pek çok defa reforme edebileceğini ve piyasaların satıcılar ve alıcılar adına fiyatlar sayesinde kendiliğinden doğan ve kimsenin ortak çıkarına dayanmayan ancak sonuçta teker teker herkesin karşılıklı şekilde .çıkarlarını maksimize edebilmesini sağladığını anlayamamtı. 

Giddens'ın  Liberalizm adına takdir ettiği bu nokta, kendiliğinden düzen fikriydi. Hayek'in deyimiyle liberalizm sosyal düzen adına kendi kendini üreten, kendiliğinden doğan (spontane) düzeni savunur. Hume'un da ortaya attığı bu teoriye göre toplumun tüm üyeleri kendi mutluluklarını, yeteneklerini özgür ve serbest bir yapıda bir merkezi veya zor kullanan bir yapıya göre çok daha verimli bir şekilde kullanabilirler.

Hayek'in 'Liberal bir Sosyal Düzenin İlkeleri' yazısından alıntılayacak olursak:

''Liberalizmin merkezi telakkisi şudur: Bireylerin tanınabilir özel alanını koruyan evrensel adil davranış kurallarının uygulanması (icrası) durumunda, tasarlanmış düzenlemenin üretilebilecek idiğinden çok daha kompleks bir kendiliğinden doğan insan faaliyetleri üzerinde kendi kendini biçimlendirecektiir.''

''(...) Ancak bir bütün olarak blirli soyut amaçlara yöneltilmeyen, fakat yalnızca toplumun rastgele seçilecek herhangi bir üyesine kendi bilgisini kendi amaçları uğruna başaroyla kullanması için en iyi şansı sağlayan somut bir düzen olarak tanımlanabilir.''

 Çok daha basitleştirecek olursam da Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına değil midir? yazımda belirttiğim gibi:yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz.

'' Bireyler ise teker teker var oldukları ve biricik olduklarından dolayı ve ancak kendilerine haz getireceğine inandıkları şeyleri yapınca mutlu olabilen canlılar olduklarından dolayı bir başkasına zarar vermedikleri durumlarda otonom olarak kendi başlarına karar almaları hem kendi faydalarını hem de teker teker bu bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun faydasını maksimize edecek yegane şeydir ki işte tam olarak bu, hürriyettir.''

Giddens, Hayek'in bu söylemine katılmakta ve 3.Yol kuramında sosyal demokrasinin hatalo gördüğü merkeziyetçi, sivil toplum karşıtı ve iktisadi olarak planmacı tarafını en çok bu noktadan vurmaktadır.

ESKİ TİP SOSYAL DEMOKRASİ

 Eski tip sosyal demokrasinin serbest piyasa ve spontane düzen hakkında öne sürdüklerini klasik marksizmden ayırmak pek mümkün gözükmeketedir. İki taraf da serbest piyasanın, laissez-faire modelinde toplumu eşitsizlik uçurumlarına, hakların insanların ellerinden kaymasına ve bir ezilen çoğunluk yaratacağında hemfikir olsa da, Sosyal demokratlar çözümü devlet müdahalesi olarak belirlemişti. Devlet, iktisadi olarak her vatandaşına bir yaşam standardı sunmalı ve ekonomiye direkt müdahelelerde bulunmalıydı ki birçok sosyal demokrat için kendileri, siyasi partiler ve hükümetlert halkın kamu gücünün sonucuydu, onlar halkın demir yumruğunu temsil ediyorsa bu kamunun kendi iyiliği için seçtiği hükümetler de onlar için ekonomiye müdahale edemez miydi? Halkın iradesinin temsili böylelikle iktisadi alana da yansıyacaktı. 

Burada dikkat etmemiz gereken nokta, sosyal demokratların talihsiz bir şekilde toplumun ' hepsi biricik olan ve çıkarları pek çok noktada ayrışan teket teker bireylerden' oluştuğu inancı yerine 'homojen bir demir yumruk' olarak algılamasıdır. Halbuki, toplumumuz en basit sosyolojik araştırmalardan anlaşılacağı üzerine çok farklı mutluluk kaynaklarına, yeteneklere ve inançlara sahip inançlardan oluşmaktadır ve toplumu bir demir yumruk saymak demek, %50,9'un isteklerinin,


çoğunluğun azınlığın ezmesi demektir. Çünkü bu kadar biricik bireyin oluştuğu bir toplumda, toplum adına spesifik kanunlar veya yatırımlar yapmak demek tüm bir toplumun kaynaklarının belirli bir kesime aktarılması demektir. Örneğin %60'ının katolik ancak %40'ının protestan olduğu bir bölgede yapılacak kilisenin hangi inanca göre yapılacağı hakkında bir seçim düzenlemek ve buraya bu beldeden alınan vergilerin harcanması demek şu anlama gelir: %60 lık katolik nüfusun isteklerinin protestanlardan üstün tutulması ve buraya da gönüllü olarak asla para vermeyecek insanların  parasının harcanması. Halbuki bu tür yapıların sivil topluma bırakılması demek her iki kesimin kendi arasında gönüllü bağışlar yoluyla istedikleri türde kilise yapması anlamına gelir ki, toplam mutluluk bu şekilde artabilir. Spontane düzen budur, hiçbir merkezi amaç yoktur ancak herkes özgürce elindeki kaynakları kullanabilir veya birleştirebilir. Sonuçsa devletçi çözümlerden daha arzulanırdır.

Klasik sosyal demokrasinin devlete inancı burada kalmaz, Devlet aile yaşamına karışabilmelidir. Devlet bu ailelerin ihtiyaçlarında sivil toplumdan önce davranmalıdır. Klasik sosyal demokrasi modeline göre sivil toplumdan devletten daha acemidir ve üstelik yardım yaptıkları insanlar üzerinde bir baskı kurmaktadırlar.

Eşitlik ise tüm sosyal demokratların en temel endişesi olabilir. Sosyal devletin amacı da bir nevi toplumda bozulan eşitliği geri tesis etmeye çalışmaktır ki burada bir kabullenme durumu da gözlemlenebilir. Bir yandan sosyal demokratlar piyasa ekonomilerinin bazı faydalarını kabul etmekte, onların tümden bir planmacılıktan daha üstün olduğuna inanmakta ancak bir yandan da ısrarla eşitlikçiliği savunmaktadırlar. Onlar adına kapitalizm birçok kişiyi kendi elinde olmadığı halde sistem dışına iterek veyahut daha doğuştan itibaren çok daha az bir gelir seviyesine mahkum ederek açıkça adaletsizlikler yaratmaktaydı. Bu açılan eşitsizlik uçurumları kişilerin kendi sorumluluğunda değildi ve tanzim edilmeliydi. Aslında yapmaya çalıştıkları şey Giddens'ın deyimi ile 'ekonomik kalkınma ile sosyal hakları bütünleştirmeye çalışmaktı.' Bunun yanında Liberallerle ortak olarak özgürlük kavramına değer veren sosyal demokratlar adına kapitalizm eşit özgürlüğü sağlamakta başarısızdı. Liberaller adına özgürlük, negatif özgürlükten yani 'şeyden muhaf olmak'tan başka bir şey değildi, buna karşın sosyal demokratlar için özgürlük ancak 'şeyden muhaf olmak' ile değil, 'Şeyi yapabilmek' ile de tanımlanmalıydı. Eğer pozitif özgürlüğü de negatif özgürlük kadar değerli görürseniz sosyal devlete olumlu bakma şansınız açıkça artacaktır zira kapitalist bir toplumda zenginlerin 'Şeyi yapabilme şansı' fakirlerden çok daha fazlaydı. İnsanlar hem ellerinde olmadan fakirliğe itiliyor hem de bu sorumlu olmadıkarı durumdan dolayı pozitif özgürlükleri ellerinden kayıp gidiyordu. Bunu düzeltecek ve adaleti tanzim edecek yegane mekanizma da refah dağılımıydı.

Eski tip sosyal demokrasi kapitalizmin emeği tahakküm altına almasından da şikayetçidir. İşçilerin pazarlık gücü, onlara ayrı bir gelir desteğinin olmadığı ve belli


standartların işverenlere devlet tarafından zorunlu tutulmadığı yerde hem azalacak, hem de işçiler kötü çalışma koşullarına maruz kalacaktı. Böylelikle işçiler şirketleri tahakkümü altına giriyordu. Buna karşılık devlet de bu zinciri kırmaya çalışmalı, belirli çalışma şartlarının garantisi, asgari ücret uygulamaları ve toplu pazarlıklarla şirketlerin  ucuz emekçi bulma şansını düşüren sendikalarla işbirliği içerisinde hareket ederek güçsüzü korumalı ve emek üzerindeki tahakkümü azaltmalıydı.

Kapitalizmin talep olmadan yaşamayacak olması, bu talebin azaldığı kriz dönemlerinde devlet müdahaleleri sayesinde kapitalizme bir kalp masajı olarak görülebilir. Devletin talebi yönetmesi, canlandırması kapitalizmi yeniden ayağa kaldırmakta önemli olmakla beraber progresif vergiler ile işçilere yapılan refah dağıtımı, talep kaynağı olan bu işçilerin talebi canlandırmasıyla sonuçlanacak ve kart oyunlarında tüm kartlar tek kişide toplandıktan sonra o kişinin oyunu canlandırmak adına bunları diğer oyunculara dağıtması gibi, 'ekonomik zenginliği üretme' oyununun devamını sağlayacaktı. Refah devleti kapitalizmi kendisinden koruyordu. Bu politikalar sonucunda savaş sonrası gelişmiş ülkeler istikrarlı bir büyüme dönemine girmiş ve keynesyen politikaların uygulandığı bu dönem 70'li yıllara kadar bir 'refah çağı' veyahut 'altın çağ' olarak tanımlanmıştı.

Tüm bu samimi çabalara rağmen, eski sosyal demokrasi öldü. 70'lerden itibaren bu sosyal demokrat modelin uygulandığı ülkelerde ağır mali ve finansal krizler yaşadı, bunun en önemli sebebi ise başını sosyal devletin çektiği ağır kamu harcamalarıydı. Sosyal devlet o kadar genişlemişti ve ulusal harcamada öyle bir paya sahipti ki artık bu refah dağıtıcı mekanizma işleyemez derecede hantallaşmış ve ekonomiyi kemirmeye başlamıştı. Sonuçta artan vergi oranları da girişimciliğin ve rekabetin önünün tıkıyordu. Devlet girişimcilerin de önünü kestiğinden ve ekonomiyi giderek devlet ve büyük şirketlerin oyun havuzu haline getireceğine dair kuşku ise artarak ilerliyordu. Harcamaları sürekli arttıran devlet gelirleri de aynı ölçüde arttıramadığı için karşılıksız para basıyor ve enflasyona sebep oluyordu. Bunun yanında kamu kaynaklarını büyük ölçüde sosyal harcamaya ayıran devlet ile uzlaşmalar sağlayarak türlü şekillerde kendine ayırılan kaynağın arttırılmasını isteyen, yeteneği olmadığı halde devlet aracılığı ile gelirlerini arttırmak isteyen bir grup da doğmuştu ki, ekonomilerin bu hantal toplulukları kaldırması imkansızdı. 

GİDDENS'IN ELEŞTİRİLERİ

Giddens'ın eski sola dair ilk eleştirileri Liberallerden pek farklı değildi. Eleştirilerinin ana teması eski solun toplumun heterojen, biricik bireyden oluştuğunu kaçırmasıydı. Bu alan üzerinden yaptığı eleştirileri yazıda belirttiğim için burada tekrarlamaya lüzum görmüyorum. Bunun yanında Giddens bir sosyal devlet taraftarı olsa da, bunun 'ödüllendirici' bir şekilde yapılması gerektiği ve kamu hizmetlerinin 'piyasalaştırılması' gerektiğini düşünür. Kısacası, kamu hizmeti için de rekabet sağlanmalı ve inisitiyatif almak teşvik edilmeli, başarılı olan kamu kurumlarına daha fazla para aktarılmalıydı. Böylelikle bir yandan kişilerin pozitif hürriyetleri de kamu hizmetleri tarafından sağlanırken bir yandan da bu kurumların hantallaşmaları ya da gereksiz harcama yapmaları önlenecek, hem de müşteri tatmini sağlanmış olacaktı. Eğer bir kamu kurumu olabildiğince az kaynak kullanarak en verimli şekilde çalışıyorsa bir şirkette terfi alır gibi ona ayrılan kaynaklar başarısız olanlardan aktarılmalıydı. Eski solun sosyal devlet hakkında yanılmalarının önemli sebeplerinin hantallığa karşı önlem alınmaması olduğunu düşünen Giddens gibiler için bu çözüm hem sağın, hem de solun uzlaştırılmasıydı. Bunun yanında kamu kurumlarına olabildiğince kendi kendini yönetmeli ve karar alma mekanizmaları esnetilmeliydi.


Bir diğer önemli eleştiri de refah devletinin kapsayıcılığıdır. Burada da neoliberalizme yakın bir söylem görebiliriz. Devletin ağır ve gereksiz kapsayıcı sosyal harcamalarda bulunması ve bunları da 'kişi çalışabilecek duruma erişene kadar onu koruyacak', süreç içindeki bir araç, bir sigorta gibi görmekten ziyade 'amaç' haline getirilmesi; bol sosyal devlet harcamaları bireyleri atıllaştırıyor ve yeteneklerini tam anlamıyla kullanmalarını engellediği gibi onların birey olabilme, kendi ayakları üstünde duran ve kendi kendini yöneten bir insan olmalarını önlüyordu. Kısacası bu sosyal devlet yapısı kişilere gereksiz para dağıtırken bir yandan da onlara mental anlamda zarar veriyor ve kendilerini gerçekleştirmelerinin önünü tıkıyordu. Devlet, artık boğucu bir korumacılık yerine 'kişinin potansiyelini maksimize etmesinin' yardımcısı olmalıydı. Devlet, fırsat eşitliğini sağlamakla ilgilenmeliydi. Bu önerileri 3.yol'un politikalarından bahsettiğim postta netleştireceğim.

ESKİ SOLDAN SONRA

80'li yıllardan itibaren Almanya Amerika ve İngiltere gibi birçok ülkede sosyal devlete ve devlet harcamalarına ağır eleştiriler yönelten Neoliberallerin iktidara gelmesi ile sosyal devlet minimize edildi, regülasyonlar kaldırıldı ve serbest piyasa, bu tartışmalı bir konu olsa da, de-regülasyonlar ile yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Sosyal demokrasinin yerini Neoliberalizm almıştı ki bu ideoloji de tıpkı Sosyal Demokrasi gibi Giddens'a göre hatalı ve iyi, alınması ve atılması gereken birçok görüşe sahipti. Onun Neoliberalizmi nasıl ele aldığı ve neoliberallerin refah devletine eleştirileri ise bir sonraki postun konusu.

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR

Gül, Hüseyin (2007), “ABD Örneği’nde Üçüncü Yol: Yoksulluğa Ve Eşitsizliğe Yaklaşımı Ve Yeni Sağ İle Bir Karşılaştırma”, ODTÜ Gelisme Dergisi, 34 (Aralık), ss. 195-215.

Acar, E. (2017). NEOLİBERALİZM VE SOSYAL REFAH DEVLETİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ YOL YAKLAŞIMI . Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , Özel Sayı - ICEBSS 2017 , 248-263 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iibfdkastamonu/issue/31886/350684

 Demirel, D. (2015). ÜÇÜNCÜ YOL POLİTİKALARINDA YENİ KAMU YÖNETİMİNİN İZLERİ . Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 29 (1) , . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/atauniiibd/issue/2716/36059

 Giddens, Antony, Üçüncü Yol: Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, Birey, İstanbul, 2000.

 Demircan, Ç. (2010). Üçüncü Yol ve Yolun Sonu. Memleket, Siyaset ve yönetim, 5(12), 201-228.

Fudge, S., & Williams, S. (2006). Beyond left and right: can the third way deliver a reinvigorated social democracy?. Critical Sociology, 32(4), 583-602.

Newman, J. (2001). Modernizing governance: New Labour, policy and society. Sage.

 Bradford, N. (2002). Renewing social democracy? Beyond the third way. Studies in Political Economy, 67(1), 145-161.

 Demircan, Ç. (2008). Neoliberalizm ve reformizmin sınırları: üçüncü yol mümkün mü?.

 Giddens, A. (2013). The third way and its critics. John Wiley & Sons.

Yayla, Atilla, Hayek'in liberalizm anlayışı, Kesit yayınları,2012

 

5 Şubat 2023 Pazar

Otokrat İlerlemecilik: Pozitivizm

 

POZİTİVİZMİN TEMELLERİ

Aydınlanmadan beri tüm Avupa’da din, a prioricilik ve tüm muhafazakar siyaset biçimleri çökerken ve bunların yerine bilim, rasyonelite ve pozitif bilgi gelirken neredeyse tarihte her zaman olduğu gibi tüm bu gelişimlerin sosyal düşünceye yansıması geç olmuştu. Pozitivizm yükselmeden önce ortada pozitif bilgiyi ve bilimi bu kadar kutsayan başka bir görüş yoktu. Siyaset, bir retorik kavgası olarak parlementolarda yapılmakta ve din hala siyasete ve hukuka etki eder haldeydi. Kişisel olarak beni en çok etkileyen örnek Fransız devriminde sol tarafta oturan, dolayısı ile ilerlemeci olan ve sıkı bir liberal, Bastiat’ın hukuku ‘‘Tanrı’nın verdiği hakların korunması’’ olarak yorumlaması ve neredeyse sosyalizme olan tüm itirazlarını bu ilke üzerine inşa etmesiydi. Görünüyordu ki birçok alanda gerilediği zannedilen metafiziksel düşünce dimdik ayaktaydı. Comte ve Pozitivizm işte tam olarak bu durumu değiştirmeye çalışacaktı.


Fransa’da ortaya çıkan, Fransızca ''pozitivisme'' olan bu fikir, anlam olarak ‘Olguculuk’ a denk düşer. Kabaca deneyle açıklanabilen, gözlemlenebilen ve kanıtlanmış olana değer veren ve tüm bir mistik ve metafizik alana şüphe ile bakan bir duruştur. Felsefenin bilme değerini reddeder ve onu 'spekülatif' bulur, bilginin biricik kaynağının amiprik bilgiler, doğa bilimleri olduğunu savunur. Kısaca onlar için ‘Bir şey varsa ölçülebilir, ölçülebilir ise model olabilir.’ Mottosuna dayanırlar. Onlar için din ve metafizik düşünce tamamen anlamsızdı ve insanlık için ayak bağıydı. Deney ve gözlemle, ampirik verilerle bağdaşmayan bu düşünceler basit spekülasyonlardı ve kesinlikle bize doğa, insan ve evren hakkında doğru bilgileri vermekte başarısızdılar. Dış dünya ile olan etkileşimlerimiz elde ettiğimiz ‘olgular’ ile sınırlı ise biz ancak ve ancak bu olguların oluşlarını ve o olguların diğer olgular ile etkileşimlerini, benzerliklerini inceleyebilirdik. O halde bizler bilginin en kesin kaynağı olan deney ile kanıtlanmış ampirik verilerle elde edilmiş olguların etkileşimlerine, kısaca doğa yasalarına odaklanmalıydık. Bu yasalar değişmezdi ki bu olguların değişmez ilişkileri ve düzeni pozitivistler tarafından ‘fenomenlerin yasaları’ olarak adlandırılırdı. Bu fikirlerden yola çıkılarak ise evrenin ve doğanın, bunun yanında sosyal fenomenlerin ve bu fenomenlerin kaynağı olan insanların da ilerlemesi modellenebilir ve tasarlanabilirdi.Olguların arasındaki düzenliliklerin ve ardışıklıkların keşfi onların modellenmesine ve bu da toplumsal ilerlemenin yolu hakkında bazı tahminlerde bulunmamıza yol açıyordu. Bu modellemenin yöntemi açıkça belirtilmese de ampirik sınamalar ve doğrumalardı. Kısaca, doğa bilimlerinin yöntemi benimsenmişti

Her şeyin bir ‘ordre’, bir ‘düzen’ ilişkisi içinde ilerlediği dünyada insanlık bundan ayrı değildi. Onun da ilerleyişinin, fenomenlerinin bir yasası vardı ve bu yasalar doğru bir halde anlaşılırsa onun ilerlemesi en verimli halde tasarlanabilirdi. Bilimin de görevi buydu. Toplumun bilimi olan sosyoloji de tıpkı doğabilimcilerin yaptığı gibi sosyal fenomenlerin yasalarını bulmalı, ilişkilerini incelemeli ve buradan hareketle insanın ilerleyişinin yönünü çizmeli, sonra ise bu ilerleyişin en verimli olacağı halde toplumsal düzenin yeniden tasarlanmasında yardımcı olmalıydı.

Pozitivizmin ortaya çıktığı dönemde İngiltere’de nispeten onunla daha uyumlu olan İngiliz Amprizmi bulunurken yanı başındaki Almanya’da ise Spekülatif felsefe gibi taban tabana zıt olan fikirler popülerdi. Ancak pozitivizm giderek hem Fransa’da hem de birçok Avrupa ülkesinde, daha sonra ise Ahmet Rıza Bey gibiler sayesinde  tüm Avrupa’da, balkanlarda ve Küçük Asya'da egemen bir düşünce haline geldi ve adeta ufuktaki ‘bilim çağı’nı elimize daha hızlı almamızı sağladı. Sadece amprik verilerin, bilimin dikkate alındığı bir ortam elbette ki sanayiciler ve doğa bilimcileri için biçilmez kaftandı.

 İnsan zihni eğer kendi içerisinde bilgiyi elde edecek ve deneysel veriler olmadan gerçekleri kavrayacak bir yapıda değilse, zihnin tabiattan başka bir bilgi kaynağı yoksa ve tüm bilgiler amprik yöntemle elimize geçiyorsa, yani gözlem ve deney bilginin tek kaynağı ise; gözlemin dışındaki metafizik neden önemsenmeli idi ki? Tamamen anlamsız olmalıydı.

Pozitivistler için bilimin anlamı, nesnel gerçekliğin, somut olguların deney ve gözlem yoluyla zihin tarafından kavranmasıdır. Bir nesnel gerçeklik vardır ve bunlar ancak deney yoluyla anlaşılabilir, bize bilgiyi veren yegane öğe budur. O halde, ancak ve ancak deney ve gözlem alanı bilim tarafından konuşulabilir ve eğer bilgiyi edinmenin yegane yolu deney ve gözlem ile sınanma ise, bu alana girmeyen tüm metafizik, olgusal dünya dışında yani test edilemeyen önermeler hem bilim dışı, hem anlamsızdır.

Pozitivistler Aydınlanmacılardan devraldıkları deney ve gözlem bayrağının yılmaz savunucuları olmuşlardır. Aydınlanma ile beraber dinin etkisi giderek zayıflarken ve her alanda insan öne çıkıyorken toplumsal hayatta da artık önemli olan şey ‘Tanrı’nın rızası’ değil, ‘insanın mutluluğu’ olagelmiş, neredeyse her alandaki tüm tartışmalar sekülerleşmişti. Artık insanlar incil yorumlarını değil, pozitif bilgilerden, deney ve gözlemden yola çıkarak oluşturdukları argümanları çarpıştırıyordu. Pozitivizm ise bu süreci hızlandırmış ve metafizik hakkında kuşkulanmaya başlayan insanoğlundan tüm metafiziği silmesini talep etmişti.

SOSYAL ALANDA POZİTİVİZM

Aydınlanma ile olan etkileşimlerine rağmen Pozitivizmin insanlık adına çizdiği yol tamamen farklıydı. Aydınlanma bireyi kutsamış, pozitivizm bireyi yok saymış ve toplumu sanki tek bir insanmışçasına organizma olarak incelemişti. Aydınlanma liberalizmi kutsamış ise Pozitivizm ise tam tersine otokratlığı ve düzenciliği kutsamıştı. Aydınlanma spontane düzene, barışçıl ve sivil topluma dayanan bir sosyal modele güvenirken Pozitivizm tam tersine uzmanların toplumu piyonlar gibi kullanarak doğru yola iletmesini istemişti. Aydınlanmacılar için Fransız devrimi insanların kendi kaderlerini ellerine aldıkları, özgürlüğün eşitliğin ve adaletin hareketi iken Pozitivizm için Fransız devrimi birkaç çapulcunun oyunundan başka hiçbir şey değildi. Onlar ‘düzen içinde ilerlemeye’ inanıyordu, gerisi birkatım haydutun kavgası olmalıydı.

Pozitivizm için ilerleme ancak bir düzen içinde olabilir ve bu düzen ancak ve ancak alanında uzman olanların otokratik bir yönetimi sayesinde sağlanabilirdi ve bunun yanında bu düzen için toplum da homojenleştirilmeli, tektipleştirilmedi idi. Eğer ortada çok farklı birey tipleri olursa şüphesiz ki ‘ordre’, yani nizam bozulacak ve ilerleme sağlamayacaktı. Bu tektipçi görüşleri onların bireyi yadsıyıp toplumu bir ‘uyumlu organizma’ olarak ele almalarında da etkili olmuştu. Pozitivizm burada bir çıkmaza giriyordu, ne bireyci ve liberal bir dünya görüşüne sahip Aydınlanmacılar ile ne de metafizikçi ve dindar eski düzen savunucuları ile uzlaşabiliyorlardı.

Tarihselcilikleri, toplumun ilerleyişi hakkında çıkarımlarda bulunmaları ve bunların yanında da ilerlenmesi gereken yönü hızlandırmak adına otokratlara bel bağlayan başka bir görüş olan Marksistlerle dahi uzlaşamıyorlardı. Comte’un dünya tasavvuru kesin olarak anti-diyalektik bir biçimde şekil almıştı. Çünkü toplum da doğa gibi değişmez bir düzene ve ilişkiler bütününe sahipti, nasıl ki zaman ile yerçekimi yasası değişmeyecekse toplumun yasaları da değişemezdi. Marksistler ise hem toplumun değişmez olan bu düzenini değiştirmeye çalışırken bir de yanına terör ortamı yaratıp ilerlemenin şartı olan ‘ordre’ı tepetaklak ediyorlardı.

“Batıyı anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. Biz sosyokratlar aristokrat olmadığımız gibi demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif çatışmaları yerine aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve toplumsal mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde muhalefet denilen şeye karşı daima derin bir nefret ve her türlü yapıcılara [pozitivistler] karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur. Tutucularımızın gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakındır.’’

Sosyokratların iddası önceden belirttiğim üzere toplumun yasalarını keşfetmek ve ilişkilerini incelemek, ilerleme yönünü tahmin etmek ve bu ilerlemenin önündeki tüm engelleri kaldıracak şekilde, zaten değişmez olan bu yöne gidiş süresini kısaltmak adına toplumu bir saatin dişlileri gibi yeniden tasarlamak, bozuk olan dişlileri atmaktı. 

 Üstelik Pozitivizm stabiliteyi korumakla kalmıyor, çağlara göre yeni stabilite kaynakları yaratma girişiminde de bulunuyordu. Pozitivist evreye giren bir toplum basitçe anlaşılacağı üzere metafizik temelli dinleri anlamsız bulacaktı. Bu ise pozitivistler için çok büyük bir sorundu çünkü eğer insan belli birtakım otoriteler içinde bulunmazsa -ki bu otoriteler son derece kuralcı ve sert olmalıdır- ''her kötülüğü yapabilirdi.'' O halde insanlara din-sonrası yeni birtakım dayanışma öğeleri gerekmekle

Kemalizm bunun bir örneğiydi.

beraber bunlar olabildiğince az şiddete meyilli, olabildiğince çok dünyevi ve olabildiğince çok dayanışma ve kaynaşmayı kutsamalıydı. Her daim kötü olan insan doğası ise böylelikle törpülenmeli, bireyci güdüleri bastırılmalıydı. Bu tür bir kaynaşma için en yakın ideal bir 'ulus' ideali olabilirdi. Zira x sınırları içerisinde insanların birbirlerini kardeş ve yoldaş saymaları, olabildiğince fazla çalışmaları ve kuralları benimsemeleri, daha fazla empati kurabilmeleri ile sonuçlanacaktı ki istenilen stabilite böylelikle sağlanacaktı. Üstelik ulus ideali deney ve gözlem ilkelerine de aykırı olmayıp sanayi toplumlarının gelişiminin önünü tıkamıyordu (Comte için metafizik ilkelere dayanan düşünceler bu tür toplumların gelişimiyle uyumlu olamaz, önünü tıkardı)


Bahsedilen ilerleyiş sürecini ve bu ilerleyişin nasıl olacağını ise Comte şöyle tasarlamıştı: Üç Hal Kanunu

Comte için toplumların aşamalarını belirten yegane şey, insanların düşünüş biçimleriydi. Toplumları birer organizma olarak ele alan Comte için ise bu toplumlar belirtilen düşünceleri homojen bir biçimde paylaşmalı ve içinde bulundurmalı, bu inançlar toplumun ortak paydası olmalıydı. Tüm toplumsal örgütlenmeler ve yapılar ise elbette bu düşüncelerden bağımsız olamazdı ve bu düşüncelerin yansımaları olmalıydı. Antik Yunan demokrasisi elbette ki genel olarak inanılan demokrasinin bir tezahürü ve yaratımıydı. Comte için bu aşamalardaki geçişler insan aklındaki düşüncelerin değişmesinin bir ürünüydü ve bundan ayrı olarak sırf ve büyük çoğunlukla iktisadi, coğrafi sebeplerle açıklanamazdı. Ayrımlarına verdiği adlarda da buna değindiğini daha iyi anlayacağız. Şimdi üç hale bakalım

1.     Teolojik evre

2.     Metafizik evre

3.     Pozitivist evre

 

1-     TEOLOJİK EVRE

İnsan bu dönemde var olan ve yaşanan tüm olayların ve fenomenlerin, olguların doğaüstü güçler ve Tanrılar tarafından yapıldığına inanılır. Doğaya ilişkin olgular değişmez ardışık yasaların değil, hayat ve akıl sahibi iradelerin ürünüdür. Her olayın ve yaşanan tüm iyiliklerin ve kötülüklerin sebebi Tanrı’dır. Şimşek çakıyorsa Tanrı kızgındır, bu sene ürünler bereketliyse tanrı ödüllendirmiştir. Kısaca var olan her şeyin açıklaması Tanrı’da aranır. İnsanlar olguların ilişkileri veyahut varoluşlarını akıllarına dayanarak veyahut deney ve gözlemle açıklamak yerine ilahi buyruklarla, kutsal kitaplarla açıklarlar. Felsefe Tanrı’nın ne dediğini anlamaya, iktisat kutsal kitaplarda nelerin emredildiğine ve siyaset ise Tanrı’nın neler buyurduğu ve yönetimde kimi uygun gördüğüne dayalıdır. İrrasyonelite, hayal gücü ve duygular güçlü haldedir.  Kuralların hepsi dine dayalıdır.

Bu dönem ise kendi içinde tekrar üçe bölünür: fetişizm, Çoktanrıcılık ve Tektanrıcılık

Fetişizmde insan aklına dair hiçbir emare yoktur, evreni ve insanı anlamak için takılan gözlükler tamamen büyüsel ve duygusaldır. Katıksız bir mistiklik vardır. Çoktanrıcılıkta ise insan aklına dair emsaller bulunabilirken hala daha duygu yoğunluklu bir anlayış bulunur, ancak nedensellikler daha net halde kurulur. Örneğin artık denizler kudurduğu zaman bu olgunun Tanrılar ile ilişkisinin olduğu net halde anlaşılır. Tektanrıcılık ise daha ileri bir noktadır. Çoktanrıcılık insan şekilciğine karşılık Tektanrıcılık akıl yürütmelerin etkisinin artması ile ‘Tanrılar çok daha güçlü ve büyüklerse insanlarla benzeşmeyeceği’ fikri güçlenmiş ve Tanrılar ‘en yüce, mutlak güce sahip ve insana benzemeyen’ bir hale büründürülmüştür.

İnsan, bu dönemde çocukluk halindedir, anlayamadığı her şeyi doğaüstüne atfetmiş, soyutlamalar ve değişmez fizik yasalarına başvurmak yerine nesnelere kutsal güçler atfederek bunu yapmış ve metafiziğin aksine bunu akıl yolu ile değil, sezgi ve duygularına dayandırmıştır.

METAFİZİK EVRE

 Comte için tüm evreler birbiri ile bağlantılır demiştik, burada ise çoktanrıcı dönemde rolü artan aklın rolü daha da artarak artık evren kişiselleştirilen, insan formunda olan, hayat ve akıl sahibi Tanrılardan ziyade ‘doğa’ gibi soyut kavramlar ile açıklanır. Örnek verecek olursak artık ağaçlara orman perileri hükmetmez, somut bedenlerin içinde var olup bir anlamda onlara can veren ancak onlardan farklı olan bir güç, bir kuvvet onlara hükmetmeye başlar. Bu Aristo için ‘bitkisel ruh’ olmuştur. Artık nesneler yaptıkları her şeyi, özlerinde olan veyahut içsel bir erdem dolayısıyla yapmaya başlar. Aslında bu kurgular Tanrı açıklamalarından farklı olsa dahi tekrardan doğanın sanki bir bilinçli varlıkcaymışcasına algılandığını fark ederiz. Mesela Aristo için doğa ‘en iyiyiye eğilimli’dir. Bir cisim düşüyorsa o cisim, ‘doğal yerine’ ulaşmak istiyordur.

İnsan artık Tanrıya başvurmak adına zihnine başvurarak birtakım benzetmelerle ve nesnelere bazı erdemler ve eğilimler atfederek doğayı açıklamaya çalışır. Burada insan zihninin saltlığı, a priori bilgilere olan güven de giderek artar. Bu soyut güçler elbette bazı deneysel temellere ve gözlemlere dayanmasına rağmen son noktayı amprik verilerin yorumlanması değil, insan aklının soyutlamaları koyar. Bu dönem teolojik dönemden daha sistematik olmakla beraber politik alanda doğal haklar gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlar ve liberaller değerlerin doğumu gerçekleşir. Açıklamalar hem sosyal hem de doğa konularında spekülasyonlara sırtını yaslar. Bu döneme insanlığın gençlik dönemi diyebiliriz.

POZİTİVİST EVRE

Bu dönemde ise dünyayı açıklama gücü tamamen deney ve gözleme geçer. Hume’un nedensellik eleştirilerinin etkisi ile kesin ve doğru mutlak nedenleri aramaktan veyahut emin olunarak yapılan metafizik soyutlamalardan ziyade olguların birbirleri ile olan ilişkileri, birbirlerini takip etmeleri, kısaca olguların yani fenomenlerin değişmez ilişkileri incelenir. Artık açıklamalar salt zihin ile veyahut salt akıl ile oluşturulan spekülasyonlardan ziyade bilime ve amprik verilere dayanır. Artık sosyal hayattaki düşünme şeklinde baskınlık da soyutlamalara ve spekülasyonlara daha yatkın olan, aprioriciliğe sırtını daha fazla yaslayan felsefeden ziyade amprik veriyi maksimize etmeye çalışan bilime geçer.

Çoktanrıcılık tektanrıcılığa ve tektanrıcılık metafizik döneme, metafizik dönem ise her seferinde daha da sistematikleşen ve açıklamaları çok kaynaktan tek bir kaynağa dayandırma eğilimi göz önüne alınırsa pozitivist evreye yol açmıştır. İnsanlar artık fenomenlerin içsel anlamlarını veyahut kaynaklarını aramaktan ziyade tüm bu fenomenlerin nasıl bir ilişkide olduğunu keşfetmeye çalışmıştır. Bunlar da elbette ki yasalarla açıklanır ve elbette ki bu yasalar metafizik spekülasyonlar ve teolojik kutsal kitap yorumlarından ziyade bilime dayanmalıdır.

İşte tüm toplumlar bu evreleri geçirmek zorundadır ve hepsi de sonunda kaçınılmaz olarak deney ve gözlemin, bilimin hakimiyetine yani pozitivist evreye varacaklardır.

SEKÜLER BİR DİN: İNSANLIK DİNİ

Pozitivizmin bilimi kutsaması, ortaya koyduğu düzen içinde ilerleme hakkındaki tüm modelleri ve kaynağı deney ve gözlem alanından almasını sağlar. Yapılan tüm tahminlerde ise bilimin bize verdiği çıktılar ve veriler dikkate alınmalıdır.

Fransa'da bir İnsanlık Dini kilisesi.

 
Bunun yanında Comte'un kurucuları arasında yer aldığı İnsanlık dini fikri de onun düşün dünyası hakkında ışık tutmaktadır. Bu din için önclikle söz konusu toplumun pozitif evreye gelmesi ve bu evreden önce ortaya çıkan teolojik ya da metafizik anlam verme stillerinden vazgeçmiş, deney ve gözlemi benimsemiş olması gerekliydi. Bu sayede önceki anlamlar yıkılmış olacaktı ve bu Comte için ilerleme adına gerekli bir durumdu, ancak ulus ideali kısmında belirttiğim gibi Comte açıkça insan doğasının bir üst otoriteye mutlak sürette ihtiyaç duyacağı fikrindeydi ve bireyin doğasındaki bencillikten büyük endişe duyuyordu. Bu yüzden dinlerden doğan boşluğun eğer ilerlemenin devamı isteniyorsa yeni bir din tarafından kapatılması gerekiyordu ki bu din, İnsanlık Dini idi. Bu din bilimle tamamen ittifak içindeydi ve insana verdiği görev, toplumun mutluluğu adına çalışmak, başkalarını gözetmek, entelektüel anlamda kendini geliştirmekti. Her insanın manevi bir külte ihtiyaç duyacağını düşünen Comte ise bu dinin kültünü 'İnsanlık' yapmıştı. Bu insanlık sözcüğü ise metafizik bir biçimde anlaşılmamalıydı, Comte için 'İnsanlık' bu dünyada yaşayan bütün insanlardı ve bu kült sayesinde bizler insan kardeşlerimizle dayanışma içinde ve bilim rehberliğinde ilerlemek, refaha ve toplumun mutluluğuna ulaşmak adına beraber yürümek görevini üstlenmiş oluyorduk.

Alperen Özali, 4.02.2023

Kaynakça

Kalelioğlu, U. B. (2019). AUGUSTE COMTE’UN İNSANLIK DİNİ KURGULAMASINDA ÜÇ HAL KANUNUNUN ROLÜ VE POZİTİF DİNİN NİTELİKLERİ . Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (3) , 535-544

Varel, A.(2017). Pozitivizm ve siyaset: yöntembilimsel bir eleştiri. Amme İdaresi Dergisi, 50(3), 1-25.

Söğütlü, İ. (2008). İki Farklı Epistemoloji İki Farklı Siyaset: Rasyonalist ve Ampirist Siyasetin Felsefi Kökenleri . Liberal Düşünce Dergisi , (52) , 197-214

 Wernick, A., 2000, Auguste Comte and the Religion of Humanity: The Post-Theistic Program of French Social Theory, Cambridge: Cambridge University Press.

Mill, J.S, Auguste Comte ve Pozitivizm,(Çev, Enfal Erkan),  Fol Kitap,2021

29 Ocak 2023 Pazar

Bilim, dini iddiaları test edebilir mi?

 

İnsanlığın tarih boyunca en çok konuştuğu, tartıştığı ve hatta uğruna birçok insanın ölümle karşı karşıya geldiği konu, Tanrı’nın varlığı olabilir. Zira bilginin kaynağının, yönetim şeklinin sadece hayat, ampirik veriler ve akıl mı, yoksa aşkın bir Tanrı’dan ve göklerden mi geleceği insanın tüm algılarını baştan aşağı değiştirecek ve hatta bazı dinler adına kimin yaşayıp yaşamamasını belirleyecektir. Böyle önemli bir konu hakkındaki yapılan tartışmalarda ise birkaç yıl öncesine, Yeni Ateizm dalgası yayılına kadar hakim olan bakış açısı şuydu: Bilim ve din, birbirinden iki ayrı alandı ve bilimin Tanrı hakkındaki tartışmalarda olumlu veya olumsuz bir yeri olamazdı. Peki, bu gerçekten böyle miydi? Victor Stenger ve Christopher Hitchens ve daha birçok yeni ateist için kesinlikle değil! (Not: Burada mercek altına alınan Tanrı, semavi dinlerin Tanrı'sıdır.)

Birçok yeni ateist bu görüşte olsa ve kamusal alanda birçok söylem ortaya koysalar da, bu konuda en iddialı olan kişi Victor Stenger’den başkası değildi. Kendisinin yazdığı ‘Başarısız bir hipotez: Tanrı’ kitabının tamamı, bu iddia ve onun derinleştirilmesi üzerine kuruludur ki, bugün inceleyeceğim kısımlar da bu kitaba aittir.

 Yeni Ateizmin 4 atlısı.


Stenger, kitabına tarih boyunca Tanrı tartışmalarının Felsefe ve hatta felsefede de ‘Tanrının sıfatlarının çelişmesi/çelişmemesi’ ‘Aşkınlık’ veyahut ‘ontolojik delil’ gibi oldukça esnek, yapılan tanımlar gereği iki tarafın da birbirini kolayca anlamamazlıktan geleceği, birçok defa yeni tanımlamalar ile teologların önceki itirazları görmezden gelebilecekleri ve genelde apriori ve mantık çözümlemelerine dayalı bir alanda yapışıp kaldığından bahseder. Bu sırada ise bize ‘çok daha kesin ve açık’, deneysel ve gözleme dayalı veriler sunan ve sosyolojiden fiziğe evreni ve insanı anlamakta tam bir güven duyduğumuz bilim bu tartışmalardan uzak durmuş ve suskun kalmıştır.

Oysa ki, ayrı alanlar içinde olarak kabul edilen din ve bilim, birbirleri ile çakışan alanlarda iddialarda bulunabilirler. Örnek verecek olursam, Alpereniler adlı bir din kurdum diyelim ve şöyle bir iddiada bulunuyorum: ‘Her gün 10 bardak acı filtre kahve içmek, seni bu dünya hazzın doruğuna ulaştıracak ve sağlıklı kılacaktır.’ Sizce, ben burada dini bir iddiada bulunurken bilimin alanına girmemiş mi oldum? Hayır, tam tersine olgular ve doğal dünyamız hakkında açık bir önermede bulundum. Eğer ben, hakikatleri söylediğimi iddia ediyorsam bu iddia doğru olmak zorundadır ve eğer yanlışlanırsa, ben kendimle çelişirim. Bu iddia ise basitçe bilim tarafından test edilebilir. Eğer gerçekten kahvenin insan üzerinde benim iddiam doğru değilse benim hakikatleri bilme iddiam, iki bilim dalı olan psikoloji ve nörobilim tarafından yanlışlanacaktır. Kısacası, olgusal dünya hakkında her önermede bulunan varlığın iddiaları bilim tarafından test edilebilirdir ve bu testlerin sonuçları, eğer onların hakikati bilmek gibi iddiaları varsa, bu iddiada bulunan dinlerin doğruluğu veya yanlışları hakkında kesin bir sonuç ortaya koyar. Yani bu iki alan, sanıldığı gibi ayrı değildirler ve çakışırlar.

Bir inananın dininin bu şekilde yanlışlandığını varsaydığımızda sonucunda ilk söyleyeceği şey muhtemelen ‘Tamam, ancak ne olursa olsun birinin kaynağı akıl diğerinin ise vahiy/sezgidir, biri diğeri hakkında bir doğrulama ya da yanlışlama yapamaz’ olacaktır ancak günümüzde her dinden insan ‘ampirik verilerin Tanrı hipotezinin desteklediği’ ‘bilimin din olmadan hareket edemeyeceği’ gibi iki alanı neredeyse tamamen birbirleri ile kardeş hale getiren söylemlerde bulunmaktadırlar. Ancak benzer bir iddia ateistlerden geldiği zaman genelde ‘bilime tapmak’, ‘felsefi cahillik’ gbi suçlamalara maruz kalmaktadırlar.


Özellikle ‘bilimin din ile uzlaşması’, Semavi dinleri daha yakından ilgilendirmektedir. Çünkü hem İslam, hem Hristiyanlık hem de Yahudilik dinlerindeki Tanrı algısı sadece bir tetikleyici değil, Stenger’ın deyişi ile ‘Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısı, atom çekirdeğinde bulunan kuarkların birbirleriyle etkileşiminden en uzak galaksilerdeki yıldızların evrimine kadar evrenin her nano-metreküpündeki her olaya her nanosaniyede


müdahale eden bir Tanrıdır.’ Yani kısacası, gözlemlenebilir dünyamız hakkında birçok iddiada bulunmaktadırlar.

Peki, ya Stenger’ın dinden çok daha büyük bir önem biçtiği bilim nedir? ‘‘Göz ve aletler aracılığı nesnel gözlemler yapmak ve bu gözlemleri betimleyen modeller kurmaktır:’’ Tabi ki bilim, sırf anlık gözlemlere dayanmaz; bunu maksimize etmek peşindedir. Bir hipotez ortaya atılır ve daha sonra bu hipotez deneyler ile tekrar tekrar sınanır.

 Tanrı ise, aslında bu hipotezlerden biridir ve ortadaki iddia da açıktır. Evren hakkında söz konusu fenomenler, bilimsel olarak açıklanamaz -sadece bugün için açıklanamaz değil, sonsuza kadar açıklanamayacağı iddia edilmeli ki buradan kesin, sonsuz bir tanrıya ulaşılabilsin, diğer türlüsü bir kuşkuculuktan öteye gidemezdi- ve doğal betimlemeler, bilimsel yöntemler ile anlaşılamaz. O halde burada maddenin dışında bir şeyler, bir ruh olmalıdır. Örnek olarak fizik yasaları öyle ince ayarlanmıştır ki, bunlar doğal yollardan ortaya çıkmış olamaz. Bir doğaüstü güç bulunmalıdır. Anlaşılacağı gibi bu açıkça varolan ve gözlemlenebilen evren hakkında ortaya atılmış bir iddiadır, doğruluğu için evren gözlemlenmelidir. Bu tür iddialara karşın Stenger, bilimsel hipotez sınama yöntemini izler. Yani ‘’eğer Tanrı hakkındaki şu iddialar doğru ise, biz doğada şu fenomenleri gözlemleyebiliriz’’ iddiasını sınayacaktır. Bununla beraber bir bilimsel iddia test edilirken en doğru sonuç için şu ilkeler gözlemlenebilmelidir.

1.    1. Çalışma protokolleri tüm hata olasılıklarının değerlendirilebileceği şekilde açık ve kusursuz olmalıdır.

2.     2.Sınanan hipotezler, veriler alınmaya başlamadan önce açıkça belirlenmeli ve süreç ortasında veya verilere bakıldıktan sonra değiştirilmemelidir.

3.     3. Çalışmayı yürüten, yani verileri alan ve analiz eden kişiler bu işi sonucun ne olması gerektiğine dair hiçbir önyargı taşımadan yürütmelidir.

4.    4. Sınanan hipotez, kendi yıkımının tohumlarını içinde taşımalıdır. Hipotezi yanlışlayabilecek mümkün deney sonuçlarını sağlama yükü hipotezi öne sürenlere aittir. Böylesi bir yanlışlamanın gerçekleşmediğini kanıtlamalıdırlar. Yanlışlanması mümkün olmayan bir hipotezin hiçbir değeri yoktur.

5.     5. Önceki ölçütleri geçseler bile, rapor edilen sonuçlar bağımsız deneylerde tekrarlanabilecek yapıda olmalıdır.

Tüm bu hipotezlerde, ispat yükü mevcut gözlemlenebilen evrenin açıklamalar adına yeterli olmadığını söyleyen ve tüm bu olgusal dünyanın ardında farklı bir şeyin, sonsuz bir güç gibi açıkça gözlemlenemeyen varlığın olduğunu söyleyen teizm taraftarlarındadır. Eğer bir Ateist evrenin herhangi bir doğaüstü güce ihtiyaç duyulmadan sadece olgusal, gözlemlenebilir dünya ile açıklanacağını söyler ve bunda da başarılı olursa, teizm hipotezine gerek kalmayacak ve yanlışlanacaktır. Zira iddia, doğal dünyanın yeterli olmadığı yönündedir. Ateizm açıkça daha basit, anlaşılabilirdir ve daha az varlığı varsayar. İspat yükü bakımından çok daha rahat bir pozisyondadır. Bu ise bilimsel bir hipotez olarak teizmin üzerine ağır bir yük yükler ki muhtemelen birçok teoloğun bilim ve dini ayrı tutmak istemesinin sebebi budur.


 Teizm sadece verilen örnekelerdeki bilimsel açıdan ‘’kesinlikle test edilebilir’’ iddialarda bulunmakta kalmaz, yine gözlemlenebilecek ve deneysel, gözlem yöntemleri ile test edilebilir olan şu şekilde  hipotezler oluşturur

1. Tanrı evrenin yaratıcısı, koruyucusu ve gözetenidir.

2. Tanrı evrenin yapısının mimarı ve doğa yasalarının yaratıcısıdır.

3. Tanrı olayların akışına istediği zaman müdahale edebilir buna, örneğin insanın yakarışları karşısında kendi yasalarını çiğnemek de dahildir.

4. Tanrı yaşam ve (insanların diğer yaşam formlarına göre özel olduğu) insanlığın yaratıcısı, koruyucusu ve gözetenidir.

5. Tanrı insanları, bedenlerinden bağımsız olarak var olan ve kişinin karakteriyle benliğinin özünü taşıyan ebedi ve gayri maddi ruhlarla donatmıştır.

6. Tanrı, ahlakın ve özgürlük, adalet veya demokrasi gibi diğer insani değerlerin kaynağıdır.

7. Tanrı tarih boyunca hakikatleri kutsal yazılar ve seçtiği kimselerle doğrudan iletişim kurmak vasıtasıyla vahyetmiştir.

8. Tanrı, mevcudiyetine dair delil bulmaya açık hiçbir insan varlığından kendini kasten gizlemez.

Bu tür iddialar ise ne bilimin alanının dışındadır, ne de test edilemezdir. Tüm bu görülen iddialar tıpkı sosyoloji veyahut psikoloji alanındaki bir hipotezden farklı değildir. Yaşadığımız evren ve olgusal dünya hakkında kesin ve doğru olduğuna inandıkları iddialarda bulunurlar ve tekrar edeceğim gibi, bilimsel yöntemlere dayanılarak bu iddiaların test edilmesi onların doğru veyahut yanlış oldukları kesinlikle ortaya çıkartacaktır. Örneğin yapılan gözlemler ve incelemeler sonucu x dininin gerçekten de insani değerler ile uyuşan bir yanının olmadığı ve onun ‘bu dünyada benim emirlerime uyarsan mutluluğun doruğuna ulaşacaksın’ iddiasının yapılan sosyolojik, psikolojik ve nöröbilim deneyler ile uyuşmaması (mesela bu emirleri uygulayan inananların bunalımlara sürüklenmesi veyahut bu emirlere uymayan bireylerin çok daha tatmin olmuş bir hayat sürmeleri, toplumların çok daha mutlu olup daha yüksek seviyede refah sahibi uygarlıklar kurmaları, kısaca Tanrı’nın mutluluğun doruğunu inanmayanların aşmaları) bu dinin hipotezini açıkça yanlışlar ve onu başarısız kılar.  Basitçe, eğer Tanrı varsa ve her şeyi biliyorsa bu iddialar doğrudur ve bu iddialar da olgusal dünya ile ilgilidir, eğer bu iddialar doğru ise ve olgusal dünya ile ilgiliyse bizler de bu iddiaların doğruluğunu deney ve gözlemle, olgusal dünyayı en açık şekilde anlama ve betimleme yöntemimizle test edebiliriz ve bu iddiaların doğru/yanlış olmaları onların hakikat olup olmadıkları hakkında kesinlikle göz önüne alınması gereken bir ölçüttür.

Alperen Özali, 29.01.2023

 

Kaynakça ve daha fazlası adına

Stenger, Victor J., Başarısız Hipotez Tanrı, (Çev.) Algın Sezgintüredi, Aylak Kitap, 2011

Yeni Ateizm Nedir : https://iep.utm.edu/n-atheis/

 Stenger, Victor. The New Atheism: Taking a Stand for Science and Reason (Amherst: Prometheus Books, 2009)