yazılarımızdan arayın

sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2024 Çarşamba

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

Marquis de Sade, kasvetli bir kış akşamında, karanlığın derinliklerinde saklanan ormanın soğuk ve ürkütücü havasını ciğerlerine çekti. İçinde bulunduğu odada bu canavarın konuşabileceği tek şey ya kitapları, ya da günlükleriydi, zira dışarı çıktığı an kendisini çarmıha germek isteyen ilahiyatçılar ya da erdemin yılmaz savunucuları kol geziyordu. O ise her zamanki alaycılığı ile tüm bunları tolere ederek yaşamına kaldığı yerden devam edecekti. İçindeki güdü, haz arayışıyla yanan ve onu tüm bu sarmala iten bu lanet güdü yahut daha da açık olmak mı lazımdı bilmiyoruz; tahakküm etme güdüsü onu kendinden geçirmeye yeterdi. Öyle bir güdüydü ki bu, parlak kariyerini bırakıp onu sonsuz bir sürgüne mahkum etmişti. Kendini tutmaktan acizdi. Bunu kusmalıydı, ya birilerini daha bu güdünün tapınağına kurban olarak sunarak yahut da yazarak. Yazmak, sadece bunu kusmak amacıyla da olmamalıydı. Kendisini bir suçlu yerine koyan bu yapay düzen, ah şu doğal hakçılar ve onların yanında mevzilenen ilahiyatçılar! Onu sırf doğanın kendisine verdiği görevi yerine getiren bir makine olduğu ve onlar gibi yalan söylemeden, inkara kalkışıp bunu kabuslarına ya da obsesyonlarına hapsetmesini isteyen bu insan yığınlarına uymadan görevini yerine getirdiği için


kendisini Bastille'in kuytu köşelerinde farelerle arkadaş yapanlar onlardan başkaları değildi. Nasıl olur da göremezlerdi, doğanın yasalarını ve işleyişini. Kendisinin sevgililerini de bu körlükleri yüzünden idama mahkum edeceklerdi şimdi. Ya anlasalardı? Anlamak, önyargısız biri için kolaydı aslında. Herhangi ormanda birkaç dakika zaman geçirmek yeterliydi ve elbette, biraz da önyargısız bir kendini tanıma süreci gerekliydi. Zira, insan kendisine biraz bakar ve birkaç kelam fen bilgisine sahipse, kutsal erdemlerin yanından bile geçmeyen ve tamamen doğal olan içgüdülerinin farkına varabilirdi, daha sonra ise pek tabi, materyalistik yapısına kadir olabilirdi. Bu güdüleri inceleme istenci, onlardan korkmaktan üstün çıktığı an ise nasıl bir zevk kaynağında doğduklarını anlamaları mümkün olabilirdi. Beden ve ruh düalizmi, insanın doğasına katlanamayanların ve onun doğal yanını incelenmesinden bu yüzden korkanların eseri değil miydi? Halbuki, bedendeki en ufak bir incinme kendini düşünme yeteneğinde belli ediyordu, oysa ki madde ve ruhun etkileştiğini hayal edebilmek bile absürttü. Fizikselden etkilenen, gene fiziksel olmalıydı. Basit bir doğa yasasıydı bu, ama körlere karşı yasalar işlemezdi.  

Doğalarını kabul edenler ise, doğanın işleyişine biraz hakim olunca doğanın bizim içimize verdiği haz ve tahakküm istencinin sınırsızca yaşanması gerektiğini zaten anlayacaktı. Hayvandan farksız bir makine olan insanın zevk kapasitesini anlamsız normlarla örtmeye gerek yoktu, doğanın kanunlarına tabi olan ve doğanın istediklerinden başka bir şey yapmayan, tam da bu yüzden doğanın makinesi olan insan, uygulanması için içine bahşedilen bu güdülerin peşinden gitmeliydi; baskılamak ya da inkar; mutsuzluktan başka bir şey yaratmazdı. Zira haz peşindeki bir makine olan insan, bu doğal yanını değiştiremeyecekti ve sadece yasalardan dolayı -mış gibi yaparak kendini suçlu, ezik ve düşük bulacaktı. Ne için yapacaktı ki bunu, ne kazanacaktı? Hiçbir şey kazanamayacaktı, sadece doğasını anlamış birinin bir gün onu doğanın işleyişini hatırlatırcasına alt ettiğinde pişman olacaktı doğanın yolundan gitmediği için, kendini inkar edip korku içinde kendini zincirlediği için. Bir doğalcı, böyle olamazdı. O, bu güdülerinin doğallığını bilir ve baskılamazdı, bunlar ne doğanın yasakladığı şeylerdi, ne de acı verirlerdi ona. Bir zevk pınarının berrak sularıydı onlar ve içilmeleri lazımdı. Kulaklarına zihninin derinliklerinden gelen, hazzın o bencil ancak kuvvetli seslerine kulak verirdi, mutlu olmak adına.  Kendini ne suçlu addeder ne de bir canavar olarak görürdü, mekanikliğin farkında olur ve bahşedilen bu güdülerden ''nasıl en fazla tadı alabilirim?'', ''Nasıl bu yönümü geliştirebilir ve bu ince yapımı anlayabilirim?'' Soruları bunlar olurdu. Kendisini her gün, içindeki ''canavara'' karşı sorgulamalara tutmaz, mahkemeler kurmazdı. O ''canavar'', doğayı anladığı an onun yegane ''dostu'' olurdu. Bunun getirdiği mutluluk ve huzur dahi, Sade için tüm bu erdem avukatlarına yetecek bir cevaptı. Doğalarının neye yöneldiğini, neyin doğal neyin yapay olduğu bu birkaç cümlelik anlatımdan çıkmıyor muydu zaten? Ayrıca, kim daha mutlu ayrılacaktı bu dünyadan? Doğalcı, kendisine bu doğal yanını bastırması için zihninde idam sehpaları kurmasını isteyenlerin, fransız rahiplerinin ve aristokratlarının bu idam sehpalarını çoktan kırıp attıklarını ve kendisine bu zehirli ancak zevkli meyveye yaklaşmamasını öğütleyenlerin her gün bu meyveyi tattıklarının farkında olurdu. Onlar öyle bir sistem kurmuştu ki, kendilerinin daha fazla meyvenin tadının farkına varmaları için, birilerinin bu ağaçlarının meyvelerini görünce titrerken bir yandan da bu ağaçlara bakar olmaları lazımdı.

Bu anlayışın, başkalarına acı verilmesini meşrulaştırdığını söyleyecekti hemen erdemin avukatları. Peki, acı ve yok oluş, yaratmak kadar doğa için önemli değil miydi? Yapım ve yıkım dengesine dayanan doğa düzeninin bozulmaması için yıkıcının da yapıcı kadar değer görmesi gerekirdi. Yıkıcı faaliyetler sebebiyle bambaşka alanlardaki atomlar bir araya gelip seni oluşturduysa, yani sen varlığını yıkıma borçluysan kimi itham edebilirsin ki? Doğanın düzeni, bu karmaşık gösterinin devam etmesinin tek yolu olan yaratım ve yıkım döngüsü, erdem avukatlarına şans tanımayacak kadar kuvvetliydi onun için. Doğanın yaratığı olan o, kendisine tüm bu meyveleri veren, ona bu maddeler yığını arasında zevk alma şansını bahşeden doğanın düzenine ihanet edemezdi.

 Tüm bunların Fransa'nın köyündeki bir çiftçi tarafından dahi anlaşılması gerekiyorsa, karışık argümanları kenara koymalı ve onları her gün karşılaştıkları bir cinayet sahnesine götürmeliydi. Doğayı ifşalayacaktı! Yaratıcı yıkımın tüm korkunçluğu ve caniliği, doğanın çırpınan eller ve ayaklara, akan gözyaşlarına olan tüm kayıtsızlığı ve katilin tüm kahkahalarıyla olan zaferini ortaya koyacaktı. Aptal bir saray soylusu gibi akan kandan, bu doğal dengeden korkmayacak ya da tiksinmeyecekti, onu ortaya çıkartarak insana yerinin ne olduğunu gösterecekti.  Gözleri, koyu gölgelerle dolu ağaçların arasından sızan ay ışığını izlerken, bu karanlık fikirlerinden ve atmosferden aldığı ilhamla kalemini tekrar eline aldı. Doğanın zalim ve kaçınılmaz gerçeklerini, insanın yaratmış olduğu sahte ve yapay ahlaki normlardan ayırmak için mürekkebini kâğıda dokundurdu. Karanlığın ve acımasızlığın iç içe geçtiği bu dünya, onun kaleminde yeniden hayat bulacaktı.



Evrenin ilk yaratıldığı o günlerden beri, doğa asla adalet ya da merhamet vaat etmemişti. Hayat, sadece güçlülerin ve acımasızların oyun alanıydı. Toprağın altında, milyonlarca varlığın önce çığlıklar ve sonsuz suskunluklarının kanıtları yatıyordu. Çığlıkları ve gözyaşlarını izleyen doğa, onları tekrar ayrıldıkları evlerine kabul etmesi gerektiğinde yardım etmesi gerektiği an kadar isteksiz değildi. Sessizce hepsini önce kabul ediyor, sonra emrindeki böceklerle parçalara ayırıyor ve yıkımın yaratıcılığından, yeni varlıklar geliyordu toprağın üstüne; nasıl oraya ulaştıklarından habersizce. Ormanın derinliklerinde, yaprakların altındaki o karanlıkta, incecik bir örümcek, bu döngüyü hem kurbanı hem de galibi olarak devam ettirmek isterken ağı parlıyordu. Şafak sökmeden hemen önceki o alacakaranlık vakti, doğanın en sinsi ve ölümcül tuzağını aydınlatırken, yaşamın kaçınılmaz döngüsü bir kez daha gözler önüne seriliyordu.

Ağın ortasında, hareketsiz bekleyen bu karanlığın bu sinsi efendisi, ince ve narin bacaklarıyla, etrafında olup biten her titreşimi hissedebilecek kadar hassastı. Her sabah, açgözlü bakışlarıyla avını beklerken, doğanın tek ve acımasız yasasını bir kez daha hatırlatıyordu. Güçlü ve güçsüzün sonsuz yaratım ve yıkım döngüsü, acımasız ve basit, reddedilmesine rağmen ise tüm çıplaklığı ile açık.

Bu sabah ise, dalgın bir sinek, rüzgarın hafifçe salladığı ağın cazibesine kapıldı. Hiç fark etmeden ağın yapışkan ipliklerine yakalandı. Sinek, korku ve dehşetle çırpınarak kendini kurtarmaya çalıştı; ama ne kadar mücadele etse de her hareketi onu daha da çok örümcek ağına doluyordu. Bütün organları çırpınıyordu son bir yaşam itişi adına ama başarısızdı. Doğa, ona bu acımasız tuzaktan kaçacak gücü vermemişti. Giderek daha fazla korkuyor ve kanatlarını olabilecek en güçlü haliyle çırpıyordu, yaşamak istiyordu. Korkusu arttıkça, sineğin çırpınışları da hızlandı; fakat kaçınılmaz sonuna doğru hızla sürüklendiğini fark etmekte gecikmedi. Giderek daha da umutsuzca çırpıyordu kanatlarını, ölüme yaklaştığını hatırladıkça doğanın bu işleyişine teslim olduğunu anlarcasına bacakları daha yavaş sallanıyordu. Biraz sonra kabullendi, doğanın tek kanunun gösterisindeki rolünü kabul etti. Sonra bir şeyleri hatırladı, soylu erdemleri. Belki, gerçekten de evrenseldi bunlar ve doğa bize kendisinin acımasızlığından korunmak adına bunu bahşetmişti, bu doğal yanını örümceğe hatırlatırsa canı kurtulabilirdi.

Korkuyla haykırdı sinek: “Örümcek! Bana merhamet et! Benim de bir yaşama hakkım var senin gibi. Masumum, seni incitecek hiçbir şey yapmadım ben. Başka bir yolu olmalı! Neden sadece karnını düşünerek hareket ediyorsun? Bundan fazlası değil miyiz biz, varlıklar olarak? Seni mutlu kılan da bundan daha fazlası değil mi? Ancak böyle  dünya daha adil bir yer olamaz mı?”

Örümcek, incecik ağını saran iplikler arasında sinsi bir şekilde ilerlerken sineğe yaklaştı. Sineğin hala daha çırpınan kanatlarının sesi onu daha fazla heyecanlandırıyordu. Kıpkırmızı


gözlerini ona dikmesi, örümceği sadece daha da iştahlandırıyordu. Onun tek aklında olan, biraz sonraki ziyafetiydi. İçindeki ses, içindeki o canavar zevk güdüsü sineği yemesi için ona emirler yağdırırken, erdemin mırıldanışlarını o çoktan gözden çıkartmış haldeydi. Hangi sesin onun karnını doyuracağı açıktı. Onun kafasındaki atomların şehvetle çırpınmasından doğan bu düşüncelerinden kaynaklanan alaycı ve acımasız bakışları, sineğin çaresizliğiyle besleniyordu. Doğanın emirlerinin uygulayıcısı, kendisine teslim olduğu düzenin bahşettiği bu galibiyetin sahibi olarak nihayet konuştu: “Ah, zavallı sinek! erdem dediğin şey, sadece güçsüzlerin kendilerini teselli etmek için uydurduğu boş hayallerden ibarettir. Söylesene, neden canını bağışlayayım? Karnımı aç bırakmak için mi, sen gidip tüm ormana beni şikayet et diye mi, yoksa içimde şuan mırıldanan erdem denen şeyi canlandırmak için mi? Onun mırıltılarını dinleyip seni salacağım, peki sonra? Aç kalacağım! Şimdi, bu erdem dediğin şey şuan güçsüz olan senin çıkarını örten bir perdeden başka nedir ki benim için? Güçsüzler olarak bizi dize getirecek kudretiniz yok ve bu yüzden bundan bahsediyorsunuz bizlere, ne teatral ve ne acınası. Doğa, senin gibi zayıfların varlığına değer vermez. Çırpınan kanatlarının seslerini duymamakta ısrarlı, dermansız kalan bacaklarına güç vermeyecek kadar umursamaz ve gözyaşlarıyla dolu gözlerini birazdan zevkle topraklarına kabul edecek kadar da alaycı! Burada hüküm süren tek yasa, güçlü olanın zayıf olanı ezmesidir. Bu, doğanın en saf ve en katı gerçeğidir.”

Sinek, bu sözler karşısında daha da büyük bir umutsuzluğa kapıldı. “Ama biz de bu dünyanın bir parçasıyız! Yaşamak, nefes almak, var olmak... Bunlar hepimizin hakkı değil mi?” ''Ayrıca yok etmek, doğaya karşı suçtur bu!''

Örümcek, bu sefer daha da alaycı bir şekilde gülümsedi ve sineğe bir adım daha yaklaştı. “Hakkınız mı? Güldürme beni! Benim için tek bir şey vardır, o da hazdır. Ve senin varlığın, sadece benim hazımı tatmin etmek için bir araçtır. Doğanın kanunu budur: Güç ve zevk. Ve senin gibi zayıf olanlar, bu döngünün bir parçası olmaktan başka bir işe yaramazlar.

Sen ve senin gibilerin çoğu, diyerek sözlerine devam etti örümcek -zevk ve çoşkuyla konuşuyordu-çoğu doğayı, yalnızca yaratan, hayat veren bir güç olarak görme yanılgısına kapılır. Oysa doğa, aynı şiddetle hem yaratan hem de yıkan bir kudrettir. Bu hakikati kavrayamayanlar, onun sırlarına erişemez, onun gerçek yüzünü göremezler. Doğa, varlıkları yaratmak kadar onları yok etmeye de mecburdur. Onun bu amansız, yıkıcı gücü, varoluşun en temel taşlarından biridir. Yaratmak, doğanın iradesinin yalnızca bir yüzüdür; diğer yüzü ise yıkımın, ölümün, yok edişin ateşli kollarında saklıdır.

Doğa, kalpsizdir çocuklarına; her yaratımı kucağında büyütürken, aynı zamanda onları zalim bir tutkuyla yıkıma sürükler. Bu yıkım sizce, ahlak dışıdır, acımasızdır, ama aynı zamanda reddemeyeceğiniz şekilde en saf haliyle doğaldır. Doğanın kollarında hayat bulan her şey, onun kudretiyle yok olmayı da tadar. Her çiçek, her hayvan, her insan, doğanın bu çift yönlü şehvetine boyun eğmek zorundadır. Yaratmak, ne kadar kutsal ve güçlü bir eylemse, yıkım da o kadar kutsal ve güçlüdür. Çünkü doğa, yalnızca varlıkları yaratmakla kalmaz; onları yıkmak, tüketmek, tekrar toprağa karıştırmak da onun kaçınılmaz görevidir. Yaratmak ne kadar doğalsa, yıkmak da o kadar doğaldır.

 Doğa, kendi ahlakını kendi belirler ve hiçbir sosyal sözleşme tarafından bastırılamayacak kadar güçlüdür bu ahlakın temeli; o, kendi yasalarının hem sahibi hem efendisidir. İşte bu yasalar, yaratmanın yanı sıra yıkımı da yüceltir. Doğanın her yıkımı, onun yüce iradesinin bir tezahürüdür. Yaratımın hammaddesidir bu. 

İşte bu nedenle, yıkımı kucaklıyorum ben. Kendi iradesiyle hem yaratımın, hem de yıkımın sahibi bu amansız yüzünü sevinçle karşılıyorum onun. Yıkım, doğanın en büyük sanatı, en ateşli arzusudur. Onun ateşinin sönmemesini sağlar ve doğa tapınağını aydınlatır, sonsuz döngüsüyle tapınağın güvencesi ve huzur kaynağıdır yıkım. O, varoluşun ne kadar geçici ve anlamsız olduğunu gözler önüne serer; düşünen ve seven bir zihnin kaçınılmaz olan suskunluğu tatmasından sonra böcekler sayesinde yavaş yavaş parçalara ayırır ve onu atomize ederken, senin gibilerin çığlıklarına kahkahalar atarak döngüsüne devam eder ve aynı zamanda bu geçiciliğin içindeki güzelliği ve büyüklüğü de açığa çıkarır.

 Parçalar saçılır, rastgele dağıtır o tohumları doğa, tarlası olan tüm dünyaya; yeni çocukları ve kurbanları ölüm zincirleri üzerinde var olduklarını bilmeden dünyaya gelsin,  tekrar rüyalar görsün, hayaller kursunlar ve en sonunda da kaçınılmaz suskunluğu tatsınlar diye.

İşte böyle, yani senin anlayacağın saf ve duygusal, ne yazık ki kurban rolünde olan dostum:  doğa, yıkımla birlikte yeniden doğar, kendini yeniden var eder . Yıkım, varoluşun sonsuz döngüsünde, doğanın en sanatsal yanıdır ve şimdi, ben senin üstünde uygulayacağım bu sanatı.

Sinek, örümceğin acımasız kelimelerini duydukça içini kavuran bir dehşetin pençesine düştü. O, doğanın sessiz, zararsız bir parçası olarak, bu denli karanlık bir sona nasıl
sürüklendiğini anlamıyordu. İçinde büyüyen korku, örümceğin her kelimesiyle daha da derinleşiyor, varlığını bir kabus gibi sarıyordu. Yıkımın kaçınılmaz olduğunu duydukça, ruhunu teslim etmeyi reddeden bir inatla, son bir umut kıvılcımı aradı. Bu son çırpınış, doğaya seslenişiydi; hayatı boyunca sadık kaldığı erdemin, ona en azından küçük bir ödül sunmasını diliyordu. Ama bu dilek, boşlukta yankılanan bir çığlıktan öteye gidemedi.

Zaman geçtikçe sineğin içindeki umut cılızlaştı, tıpkı durmak bilmeyen bir çığ gibi, erdemin sesi de yavaşça sustu. Kanatları, çaresizce örümceğin ağında çırpınıyor, kaçış için son bir güç topluyordu. Ancak bu çırpınış, yalnızca erdemin sessizliğini, doğanın kayıtsızlığını duyuruyordu. Her çırpınış, umutla bağıran bir sesken, zamanla zayıflayan ve sessizleşen bir hıçkırığa dönüştü.

Sinek, doğanın ona sırt çevirdiğini anladığında, erdemin de onu terk ettiğini hissetti. Kendini bu terk edilişin boşluğunda buldu, etrafındaki her şey soluk, uzak ve anlamsız hale geldi. Kanatları artık boşuna çırpınıyordu; her çırpınış, sineğin çaresizliğini daha da derinleştiriyordu. Bacakları da aynı akıbeti paylaştı, önce çaresizlikle titredi, sonra ise teslimiyetle sessizce kıpırdamaz oldu. Her hareketi, sineğin acısını daha da arttırıyor, her kasılma, varoluşunun anlamsızlığını ve bu büyük döngüde doğanın kendisine alay edercesine biçtiği rolü bir kez daha yüzüne çarpıyordu. 

Sonunda, sinek, doğanın kayıtsızlığına, erdemin sessizliğine ve kendi çaresizliğine boyun eğdi. Tüm gücünü kaybetmiş, kanatları ve bacakları artık hiç hareket etmiyordu. Sessizlik, onu teslim almıştı. Hayatı, gözlerinin önünden bir sis gibi geçti. Yaşamı boyunca yaptığı her küçük hareket, her erdemli davranış, şimdi ne kadar da boş, ne kadar da anlamsız geliyordu. Sinek, sonunun kaçınılmaz olduğunu kabullenmek zorunda kaldı.


 Örümcek, bir yırtıcının soğukkanlılığıyla sineğin üzerine atıldı. Gözleri ağır ağır kapanırken ve örümcek onun incecik bedenini ağında yavaşça sararken bir zamanlar ona can veren, umut veren her şey solup gitti. Kanatları ve bacakları, bu son kabullenişle tamamen durdu. Artık çırpınmak yoktu, yalnızca karanlığın yavaşça üzerine çökmesi kaldı. Sinek, son nefesini verirken, doğanın zalim döngüsüne, yıkımın kaçınılmazlığına boyun eğdi. Sessizlik, onu tamamen sardı ve sinek, karanlık içinde kayboldu.

Örümcek, avını afiyetle yedikten sonra ağında dinlenmeye çekildi. Doğa, yine kendi bildiğini okumuştu; merhametsiz ve kaçınılmaz olan süreç, işlemişti. Doğa, ölümünü ve erdemin onu terk edişini izlediği evladını kabul etti toprağın altında, masumluğundan beslenen çığlıklarının tükenişi ve sonsuz suskunluğuyla alay edercesine, belli belirsiz bir yer verdi ona. Orada, bu kaotik döngünün kanıtı olarak yatmasını istedi. Belki, tüm bu çırpınışlarının sonunda bu yeni yuvasında huzur bulabilirdi vücudu.

Marquis de Sade, kalemini bir kenara bıraktığında yüzünde soğuk bir tebessüm belirdi. Kağıdı aldı, kütüphanesinin bir kenarına koydu. Karanlık ve Kasvetli şatosunun bu odasında, grotesk tabloların bulunduğu bir duvar kenarında, erdemin bahtsızlığı ve erdemsizliğin mutlak galibiyetinin belgesi dinlenmeye konulmuş oldu.



11 Ağustos 2024 Pazar

Dionizyak ve Fütürist bir distopya: Samuray Jack


"Samurai Jack," 2001 yılında Genndy Tartakovsky tarafından yaratılan ve çizgi dizi dünyasında önemli bir yere sahip olan bir yapım olarak bilinir. Dizinin benzersiz görsel estetiği, yalnızca hikaye anlatımıyla değil, aynı zamanda atmosfer yaratmadaki ustalığıyla da dikkat çeker. Tabi bu ustalığın tam da 90'lar sonu ve 2000'ler başındaki Marilyn Manson'ların, Buff the Vampire Slayer'ların ortalığı kasıp kavurduğu bir ortamda çıktığını da unutmamak lazım. Genndy'yi Genndy'i yapan şey bana kalırsa bu dizideki hikaye değildir zira hikaye oldukça klasik bir şemada ortaya çıkar. Açıkça sanki bir ilkokul çocuğuna anlatırcasına bize nasıl erdemlilerin kazanacağını anlatan bir 'dadı dizi' vardır. Jack türlü türlü düşmanlarla karşılar ve hepsini estetik hamlelerle alt eder, alt etmesi ile hiçbir zaman övünmez hatta kazandığı zaferlerden sonra rakiplerinden özür dilediğini bile görebilirsiniz. Bu benim gibi Gotik mimari ve kültür seven biri için dizinin en büyük eksisi olabilir sanırım. Bu kadar karanlık estetiğe sahip bir dizi bize çok daha gri bir alan sunabilirdi. Ancak burada iş, biraz da biz izleyenlere kalıyor sanırım, çünkü gerçekten dikkatli gözlerle diziyi takip eden biri çok daha Nietzschean perspektiflerle iki karakteri, Dualistik bir evrenin iki vitrin mankenini ya da bir Yunan Tragedyası'nın yazgısı kaçınılmaz iki karakterini yorumlayabiliriz. 

Samurai Jack ve Dionizyaklık

DİONİZYAKLIK VE APOLLONYAKLIK

Biri -ki Jack- bize klasik bir Apollonyak olarak verilir. Aku ise onun rakibi ve binlerce yıldır kök salan Batı'nın Apollonyaklığının ötekisi ve günah keçisi olan Dionizyaklığı temsil eder. Zannedersem dizi üstüne bir deneme yazılacak ve gerçekten bir eser yorumlanacaksa bunu daha da açmalı, derine inmeli ve Yunan Tragedyalarına dönmeliyiz. Bunu başka bir zaman yapmayı planlıyorum. Basitçe şunu diyebiliriz ki Apollonyaklık durgunluk, ahenk ve rasyonelite, düşüncenin maddeye üstünlüğü olarak tanımlanabilirken Dionizyaklık ise maddenin ve hazzın egemenliği, doğaya teslim oluş ve dürtüsellik ile açıklanabilir. Biri sınırları korumak, diğeri yıkmak üstüne vardır. Hristiyanlık ve Platonizm gibi düşünler (giderek ayırt edilemez hale gelecekleri zamanlar pek uzak olmayacaktı) genel olarak Apolloniktir denebilir, bunu ibadetlerinde de görebiliriz. İbadetler ve ritüelleri genel olarak var olan bir doğal güdüyü bastırmak üstüne kurulu olmakla beraber, Manastır kültüründen anlayabileceğimiz gibi doğaya takılan zinciri bırakmayı istemezler. Antik dönemdeki avama dönük yahut çeşitli gizli gruplarca tatbik edilen paganizmler ise dionizyaktır diyebiliriz. Pan'ın flüt çalarak deliye dönmesi masallarda dilden dile dolaşır, İskitler dünya üzerinde keneviri keyif için kullanan ilk ulus oluverir, Dionysos şenliklerinde insanlar şarapla kendilerinden geçer, günlük hayatta kontrol altına alınmak zorunda olan zincirler boşanır ve insan hayvani yanını ahlaksızlık olarak almak şöyle dursun, bunu hep aklının köşesinde tutar. Yunan Aristokrasinin diğer sınıflara olan küçümseyiciliği ya da Yunan-İskit dikotomisini de bu dionizyak-Apollonyak dualitesinden açıklayabiliriz. Kuşbakışından sonra şimdi konumuza devam edelim.

DUALİTENİN İKİ VAZGEÇİLMEZ ÖĞESİ : DEVİNİMİN KAOTİKLİĞİ AHENGE KARŞI

Dizinin estetiğini anlamak için şunu belirtmem gerekiyor ki Samuray Jack'in bize anlatmak istediği mesajın içeriği tamamen Hristiyanlığın, Platotunculuğun mesajıdır. Düşmüş ruh, haddini bil ve kendini zevke kaptırma! Doğadan sakın ve bu madde parçalarından olabildiğince kaç, çünkü bu kaotik evren zaten kötüye meyilli olan seni daha da yozlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır! Eğer gözlerini Dionysos gibi yeryüzüne dikersen ve doğayla bir olursan(metin boyunca doğa hayvansal, organizmayı baz alan ve madde üstüne yoğunlaşan bir bakışla ele alınacak) hazzın içinde kaybolup gidecek ve Tanrıyı, kutsal olanı unutacaksındır. Doğa onlar için saldırganlığın, rasyonelite yerine güdünün ve dolayısı ile olabilecek en kaotik olanın timsalidir. Oradan buraya hareket eden atomlara odaklanan birinin ahenk fikri yerine sonsuz bir devinimi benimseyeceği bellidir ve bu yüzden dünya görüşünü zaten yozlaşmaya meyilli olan bir ruhun bekçiliğine değil, tam tersine öncelikle olguyu realize edip daha sonra fark ettiği doğasını maksimize etmeye odaklanacağı açıktır. Kısacası idealar dünyasının meyvelerine ulaşmak için bu dünyadan uzaklaşmak yerine tam anlamıyla sahneye atılır.

 Jack'in hamlelerindeki sağduyu ve rasyonelite ile soslanmış 'düzenciliği' ve sakin ses tonu ile Aku'nun spontaneliği ve kontrolden çıkmışlığını şimdi tekrar düşünün, bilin bakalım Aku bu dualitede neyi temsil ediyor? Hedonizmi, yozlaşmış madde dünyası içerisinde dünyayı haz pınarı olarak algılayıp onu


değiştirmekle beraber aynı zamanda onun tüm kaotik yapısına kendini bırakan alçak bir şeytanı elbette, kalesi dahi aniden bambaşka şehirlere ışınlanır ve ani duygu patlamalarına rastlayamayacağınız bir bölüm bulamazsınız. O Jack gibi meyilli olduğu bir şeye ket vurmaya odaklanmaz ve idealar dünyasının huzuru peşinde de değildir. O öncelikle ne olduğunu anlamaya çalışır ve doğasını inceler, bunu da düşünce ile değil gözlem ve olgulardan yola çıkarak yapar. Bir hamle yaparken Samuray gibi erdemi hareket ve kazancın yani devinimin önüne atmaz, olacak olan sirkülasyonu devam ettirmeye odaklı bir canlıdır Aku. Doğasına ket vurmadan hazza odaklanır. Hatta bu hedonizmi o raddeye varır ki verdiği basit sözleri bile tutamaz. Jack ise yeri gelir bir ulusun kralı olmayı erdem dolayısı ile reddeder ve kendi doğasına ket vurur. Aku basittir ve hayvansal yönü de oldukça güçlüdür (Dionizyak da diyebiliriz ama bunu 350 defa yazıp kafa bellemek istemiyorum, başka bir gönderide detaylı inceleyeceğim bu konuyu) Onun için evrenin kaidesi oldukça darwinistiktir. Güçlü, haklıdır ve kendisi de bu prensibe; kendisine uygulanabilecek olsa dahi sadıktır. Bir yandan doğanın hizmetkarı ve onun tüm madde içinde boğulmuşluğunun simgesiyken bir yandan da kudreti oldukça büyüktür ve iradesi şehirlerin kaderlerini tayin eder, tabi bunları da doğa ananın hizmetkarı olan güdüleri ile karar verir.

FÜTÜRİSTİK DİSTOPYA

Samurai Jack’in dünyasında, Gotik ve fütüristik mimarinin birleşimi, zamansız bir kasvet ve çaresizlik duygusunu ustaca bize aktarır. Gotik mimarinin ihtişamlı, yükselen yapıları, karanlık ve mistik bir atmosfer yaratırken, fütüristik unsurlar bu karanlığı teknolojinin soğuk ve yabancılaştırıcı doğasıyla harmanlar. Burada bize anlatılmak istenen belirli 'ahlaki mesajlar' olmazsa olmaz olarak devam eder


tabi. Jack'in bu lanet distopyaya atılmadan önceki yaşamı oldukça ahenk içinde ve durgundur, bu durgunluk onu çok daha daha barışçıl biri yapmakla beraber aynı zamanda içsel huzuruna yönelebilmesine imkan kılar. Modernite ise ona daha da yozlaşma fırsartını verecek olan hız gibi silahları vermediği gibi, Jack'in geldiği yerde çok güçlü bir komunite duygusu olduğunu görebiliriz. Bu komunite ise elbette bir panopticon gibi erdemsizlerin peşinde olacak ve korurken zorlandığımız ve kendimizi doğaya teslim ettiğimiz an ellerimizden kayıp gidecek olan erdemlerimizi korumada yardımcı olur. Ayrıca klasik bir ortaçağ atmosferi de bizi bekler Jack'in diyarında, teknoloji ve yabancılaşma oraya daha uğramamıştır kısacası.

 Tam tersine Aku'ya bakıldığında ise olabildiğince gelecekçi bir atmosfer sizi bekler. İnsanlar erdem yerine haz uğruna yaşamaya başlarlar, eğlence ve suç patlama yapmıştır. Yani kehanet gerçekleşmiştir. Kötüye meyilli insan doğası modernite ile aradığı fırsatı yakalamış ve sihirli lamba artık ovalanmıştır. İşte bu ikiliğin birleşimi, ve bu dualizm izleyiciyi hem geçmişin destanlarına  hem de geleceğin belirsizliğine ve çürümüşlüğüne sürükler. Her bölümde sanki Platon idealar dünyasından kulağımıza fısıldar hale gelir. Hepimizi haz peşinde koştuğumuz ve maddeyi düşüncenin önüne aldığımız bir geleceğe karşı uyarır. Mimari olarak da Klasik Gotik mimaride görülen sivri kemerler, büyük pencereler
ve detaylı taş işçiliği, burada metalik yüzeyler, devasa neon ışıklar ve geometrik formlar ile birleşerek izleyiciye hem tanıdık hem de rahatsız edici bir deneyim sunar. Tüm bu kontrolden çıkmış modernite, neonlar ve metalik yüzeylerle rahatsız edici de olsa büyüleyici bir deneyim sunar bizlere. Bir yandan Aku'ya küfür ederken onun şehrini googlemaktan kolay kolay kendinizi alamaz ve kudretini, şehrin devasalığı ve kontrolden çıkmışlık - dolayısı ile İdealist anlatıdaki yozlaşmışlığı- tekrar tekrar yaşarsınız. Madde düşüncenin fersah fersah önüne alınmıştır ve tüm erdem sinyallemenize rağmen siz bile estetik ve hazzın erdeme karşı verdiği bu mücadelede bazen size biçilen tarafı küçük görebilirsiniz.


Bu anlattığım mimari karışım, bir distopya ortamı yaratırken, izleyiciye derin bir yalnızlık ve kaçınılmazlık hissi de verir. Dizi bize sık sık Jack'in ne kadar 'ahenkli' bir yerden geldiğini hatırlatır ve o saklı diyarı bolca parlatır, ancak ne var ki orası bu yozlaşmış maddeler dünyasının ötesindeki bir ideadan pek farklı değildir artık. Aku şehrini her gördüğünüzde şehirde nelerin olabileceğini kestirirsiniz, sıkışık bir sokakta ilerlemeye çalışan arabaların içinde tamamen atomize olan canlılar


muhtemelen birazdan bize izletilecek olan suçu bilinçsizce izlemekle yetinecektir. Muhtemelen birkaç asker yükselen o sivri başlı binalarda bir savaşçıyı arıyordur. Sizi tiksindirmek adına elinden geleni yapar yapımcılar. Bir beş dakika sonra ise Genndy bize şehrin uzaktan bir görünümünü verip fütürist bir distopyada yaşadığımızı tekrar hatırlatmayı ihmal etmeyecektir, şehir tüm suça ve yozlaşmaya rağmen hala büyüleyicidir ve o şehirden tiksinen siz bile gözlerinizi kolay kolay alamazsınız. Yabancılaşan bizler bu atomize olan canlıların evreninde iyiye, durguna ve 'olması gerekene' ait hiçbir şey bulamayız. Hatta insan bile bulamayız ve bunun sonucunda giderek daha da değerlerimizi, bizi biz yapan ahengin kayboluşunu üzülerek hatırlarken Jack'in kazanması için dua ederiz. Bu Distopyanın ana ögeleri olarak, sürekli bir tehdit hissi, karanlık ve klostrofobik alanlar, teknolojik kontrol ve bahsettiğim gibi insanlık dışı unsurlar belirgin şekilde öne çıkarılır bize. Şehirde
ters giden bir şeylerden emin olurken bunun raddesini pek kestiremeyiz. Jack sokaklarda kovalamaca da oynuyor olabilir, Aku hikaye saatinde de.

 Kısaca Gotik ve fütüristik ögelerle örülü bu dünya, insanın modernite karşısındaki çaresizliğini ve yabancılaşmasını sembolize eder. Üstelik bir yandan tahmin edilebilirliği olduğu kadar tekinsizliklerle de doludur. Teknolojinin soğukluğu ile mistik Gotik unsurların birleşimi, izleyiciyi hem fiziksel hem de ruhsal olarak izole edilmiş hissettirir. 


SAHİCİLİĞİN ERDEME OLAN ÜSTÜNLÜĞÜ ?

Aku’nun karanlık ve ihtişamlı havası, bu distopya soslu trajikomikliğin merkezinde yer alır. Aku, bir yandan saf kötülüğü temsil ederken, diğer yandan büyüleyici bir karizma ile izleyiciyi kendine çeker. Bu karizma, onun gücünün ve karanlık mizahının bir yansımasıdır. Tüm anlattığım doğallığının farkında olan ve maddeyi, hazzı düşüncenin ve erdemin önüne koymasıyla beraber bana sık sık yaptığı şakalar durumun ne kadar basit olduğunu anladığını hissettirir. Onu ailesini ve kültürünün peşinde olan Jack ile pek de rakip yapamayız, o; o derece ''öteki''dir ki Jack'in ideallerine bir rakip dahi olamayacağı gibi ona dokunmadıkça bu idealleri hakkında mesai dahi yapmayacak kadar soylu amaçlardan uzaktır, bunu biliriz. Bunu kötü olma kasıntısı ile yapmaz, O bir Marque De Sade romanından fırlamışçasına zevk peşinde bir sadisttir, o kadar. İki karakterin zıtlığını anladıkça durumun ne kadar ciddiye alınamaz olduğunu daha iyi anlarız.

 O şakaları yapan birinin gözünden bakınca dünyayı bir prensip için savaşılacak bir yer olmadığını bir defa daha görürsünüz. Onun için bu çok basit bir süreçten ibarettir ve ciddiye alınması gereken -onun zevkleri dışında- hiçbir tarafı da yoktur. Basitçe bir doğal seleksiyon kasabıdır o ve bu rolünü maksimum alaycılık ve eğlenceyle oynar.  Aku, bu yüzden klasik bir kötü karakter olmanın ötesine geçer; kendine has bir cazibesi vardır ve onda bir manyak ya da bir heretik de bulamazsınız. Dizinin belki de en sahici karakteridir o ve Jack'in tüm monotonluğuna karşı tahmin edilemez ve enerjiktir. Jack'in birden karşısına çıkıp düello teklif edebilir mesela. Onun tam da bu karanlık enerjisi, distopik ortamın ürkütücü doğasıyla ve bu özelliklerin zıttı olan alaycılığı mükemmel bir uyum içindedir. Bu uyum bir rock uyumudur ve uyuşmayan zıt tınıların bir ahenk-sizlik içindeki ahenginden ileri gelir. Bu uyum, izleyiciyi rahatsız edici bir şekilde büyüler; Aku’nun tüm kötülüğüne rağmen, onun dünyasında bir şekilde kalmak istenir. Onun üstüne biraz daha düşünmek ya da şakalarına gülmek istersiniz. Onun varlığı, bu distopik dünyanın en temel parçasıdır ve bu dünyanın cazibesini de büyük ölçüde şekillendirir. 


Son olarak da şunu eklemek gerekiyor, her bölümün apayrı diyarlarda geçmesi ve yüzler, evler dışında genel olarak olay örgüsünün tahmin edilebilir olması dediğim kara mizahi ve distopik tavrı daha da güçlendiriyor. Sanki birileri o soylu karakterle sürekli olarak alay ediyor.


Sonuç olarak, Samurai Jack’teki Gotik ve fütüristik mimarinin birleşimi, bize sunduğu idealist-materyalist stereotiplerin çatışmasıyla beraber sadece bir görsel estetik bazlı dizi olarak kalmaz, aynı zamanda izleyicinin ruh halini derinden etkileyen bir atmosfer yaratır. Bu atmosfer, Aku’nun karanlık ama büyüleyici ve alaycı varlığıyla daha da zenginleşir; böylece izleyici, bu distopik dünyanın içine çekilir ve orada kalmak ister, tüm tehditkar doğasına rağmen. 

Alperen Özali: 11.08.24 00.38

15 Kasım 2022 Salı

Bir hayalet dolaşıyor… Sanatın hayaleti!


Sanatın birçok tanımı yapılabilir, üzerine tonlarca şeyler yazılabilir ancak bir şey açıktır : Sanat, insanın kendini ve zihninin kirli veyahut temiz tüm kıvrımlarını en dolaysız ve açık biçimde ifade ettiği yerdir. Sanat, bir ifade ve anlatış şeklidir. Bazen toplumun bastırdıkları, bazen de iş, okul sırasında insanın Fouculdiyen bir tabirle kendini disipline ederek söyleyemediği, yazamadığı ve çizemediği tüm kıvrımlarının yegane ifadesidir. Sanatın olmadığı yerde, insanın yaşaması için herhangi bir sebep yoktur. Peki, sanat bir ifade şekli ise bu ifade şeklinin çağdan çağa, dönemden döneme hatta mekandan mekana değişmemesi mümkün müdür, elbette değildir! 1950’lerin blues’unun yanına savaş sonrasındaki isyankar gençlik, Vietnam savaşı gelince ortaya Rock çıkmıştır.Bir süre sonra Rock da yeterli ifade şekli olamamış, yaşamlarını özgürce sürdüremedikleri, bir çeşit panopticon veyahut gözetimler diyarında olduğunu anlayan oyun hamurları(!) sistemin paslı çarkları olan gençler Punk

’ı ortaya çıkarmıştır. Sanat sadece bir eğlence şekli değildir, veyahut sanat camiasındaki değişimler rastgele yaşanmamaktadır. Siz gerçekten de sanatın dinamik akışını engellemezseniz, ortaya tamamen doğal şekillerde oluşmuş ve doğal olduğu kadar da komplike olan  bir su yolları resmi ile karşılaşacaksınızdır. Ancak bunun için gerçekten de sanatı özgür bırakmalısınızdır.

Sanata verilen günümüzdeki özgürlük, pek lafta kalmaktadır. Tüm yaşlı ve bir yüzyıl önceden kalmış bir zihin yapısına sahip eleştirmenlerimiz, şirketlerimiz ve otoritelerimiz için sanat ‘’özgür’’ olmalıdır, buraya kadar aynı fikirdeyiz; ne hoş. Ancak birden bir sözcüğü duyarsınız: ‘ama’… artık yol değişmiş, araba özgürlük caddesinden ‘disiplin’ sokağına sapmıştır. Sanat özgürdür, ama: Pek suya sabuna dokunmamalıdır, toplumsal yapıları eleştirmemelidir, gelenekseli yıkmaya çalışmamalıdır, eleştirmenlerin nuh nebiden kalma yaşam tarzlarına uyumlu, çok ağzıbozuk da olmamalıdır. Punk giyinişli sevgili sanatımızı bu otoriteler yavaş yavaş ‘iyi aile çocuğuna’ döndürmeye başlarlar. Bu işlem öyle biter ki, ortaya bir ‘’kaza’’ ortaya çıkar.  Sanatımız ne özgürdür, ne de değildir… Özgürlüğü Panopticon içindeki bir mahkumun özgürlüğü kadardır. Ne şükür ki bay ve bayan özgürlük sevdalıları (!) tarafından kendisine yemek yeme, su içme ve çok suya sabuna dokunmadan sanatını icra etme özgürlüğü tanınmaktadır. Sanatımız tabi ki bunlara razı olur, ne de olsa alternatifi yoktur.. Zaten birkaç istisna hariç de özgürdür.. En azından buna inandırmaya çalışır kendini. Küf kokularının dolaştığı ve ortaya çıkan şeyin duyguların ve fikirlerin ifadesi yerine eskimiş, garip bir kedi miyavlamalarının olduğu bir hapishanede özgür bir ‘mahkum’ olduğuna inandırmaya çalışır. Ancak sanatımız kendini kandırmaya çalışıp tüm bunları yaparken birkaç metre yukarıda gözetlendiğini bilir, en ufak bir ‘’yanlış’’ında başına neler geleceğinden haberdardır. Yanlışı yapar, disiplin düdüğü öter, sanat korkar, gardiyan koşar, birkaç eleştiri fırlatır yüzüne : ahlaksızdır! Sorumsuzdur! Böyle müzik/resim mi olur! Geleneklere saygı duyulmaz mı! Böyle bir senaryoda özgürlükten bahsedilebilir mi? Bu özgürlük giyotine yollanan bir mahkumun ölme özgürlüğü kadar olabilir. Sanat bu düzlemde ne çağını, ne kendini  ne de zihin dünyasını ifade edebilir. Ona bir şeyler musallat olmaktadır. Usta, çırağının özgürlüğüne karışır hale gelir. Gerçekten de Sanat şatosunda bir varlığın hayaleti dolaşmaktadır, peki o nedir ?

Sanatın duyguların ve fikirlerin ifadesi olduğunu tekrardan hatırlatmaya gerek yok, ancak gerçekten de duyguların ve fikirlerin ifadesi haline gelmesi için ona hiçbir kuvvetin musallat olmaması gerekir. Ancak sanatı kısıtlamak isteyen herkes bir bakımdan bunun da farkındadır, zaten onların derdi bir şeylerin ifadesi hiç olmamıştır. Denetleyiciler, taraftarları sanatçıların sözünden incinmesin ister, sansür üstüne sansür uygulamaya çalışırlar. Kayıt şirketleri hayatı pembe dizi olarak algılamaktan herhangi bir grubu dinlemez bile, eleştirmen birini yerden yere vurarak egosunu tatmin eder veyahut nuh nebiden kalma estetik anlayışını onlara dayatır.

Halbuki her çağın insanı tamamen ayrı, tamamen biriciktir. İnsanlar teker teker dahi hepsinin estetik ve zevk anlayışı biricikken sizce ayrı çağın insanları aynı estetik anlayışlara sahip olabilir mi? Bu imkansızdır. Duygular ve fikirler, yaşanılan çağa ve zamana göre şekil alır demiştik, işte bu yüzden her çağın nasıl bir zeitgeist’i varsa ayrı bir sanat anlayışı da vardır. Bu yüzden de eski çağların insanının ‘’yeni’’yi eleştirmesi imkansız, bu eleştirilere kulak vermek de absürttür. 19.yüzyılda protestan ahlakı ile, viktöryen toplumda yetişen bir insan nasıl olur da 70’lerin İngiltere’sinde, orta sınıf bir aileden çıkma ve hayatı boyunca liberal bir toplumda yaşayan, hedonizmi arayan bir genci eleştirilebilir? Onunla aynı çevreden gelmemiştir, aynı duyguları tatmamış ve aynı fikirleri tatmamıştır. Onunla ayrı gemilere bindikleri gibi, ‘zevk’ rotaları da apayrıdır. Bu durumda nasıl olur da bu insan bir diğerine gitmesi gereken rotayı tarif etmeyi çalışır? Birçok eleştirmenin bunu oturup düşündüğünü zannetmiyorum. Çünkü onlar haklıdır, nasıl olur da birkaç anarşist punkçı onlara sanat dersi vermeye kalkışır.

‘ Şu müziğe bak, nasıl gürültülü! İnsanların kıyafetleri nasıl agresif, sanat anlayışları ne kadar avam!’

’19.yüzyılın hayaletleri olamadığımız, özgün bir anlayışımıza sahip olduğumuz ve çağımızı hissettiğimiz hepsinden de öte biricik karakterimizi masabaşında, zihin yapısı 70 yıl öncesine dayanan sizlere kurban etmediğimiz için utanç duyuyoruz bayım!’

Punk’a bakın, gürültülüdür: Sanayi şehirlerini, yolları, çevresi gazlardan dolayı islenmiş olan kaldırımların ilahisidir. İsyankardır, yıllarca hazlarıyla yaşamanın ayıp olduğunu, yerleşik gelenekleri ihlal etmemeleri gerektiği ve hepsinden öte ‘el ne der’ diye yaşayan insanların çocukları birden ‘biz bireyiz, özgürüz ve mutlu olmak istiyoruz, eski yaşamlarınız bizi ilgilendirmiyor!’ demeye başlamıştır. Klasik müziğin kurallarına uymaz: Hayatları boyunca ellerine kurallar verilen müzisyenler artık istedikleri gibi çalarlar, tamamen doğaldır. Giyimleri unique’dir: Bireyselliğin ve farklılığın, bir kimliğin zihinden taşan ifadesidir.

Bunu anlayabilmek için ise bu yüzyılı anlamak, bu çağın insanı olmak lazım gelmektedir. Sanat bir argümantasyon alanı değildir, ortak bir alan aramaz. Yanlış/Doğru dikotomisine dayanmaz. Dayanmaz ki özgürdür, aklı da aşmıştır artık. Eğer siz onu serbest bırakırsanız o her zaman olduğu gibi çağı hissettirmeye devam edecektir.

 Peki neden son 30 yılımız aynı müziklerin ısıtılması ile geçmiştir, veyahut artık neden müzik çağı tanıtamaz?

Son 30 yıldan beri, Neoliberalizm ortaya çıktı, birçok azınlık yeni haklar elde ederken ekonomi tamamen değişti, piyasalar her şeyi sermayelize edebildi. Sivil toplum etkinleşti, Dünya çok daha fazla çokkültürlülüğe, tercih özgürlüğünü konuşur hale geldi. Doğru/Yanlış dikotomileri sorgulandı. Marksizm çöktü. Teknoloji biçim değiştirdi. Devletler insanların hayatlarında çok daha farklı pozisyonlar almaya başladı. Geleneksel refah devleti yapısı yıkıldı ve sanat şirketler tarafından kontrol edilir hale geldi. İnternet devrimi yaşandı. Sanayi 4.00 geldi.

Yani bir insan hayatında sayamayacağım kadar değişiklik yaşandı. Madem öyle insanın ifadesi olan sanat neden durgun. Neden insanlar hala daha retrowaveler ile 80’leri tekrar tekrar deneyimlemeye çalışıyor? Bu çağın ifadesi kesinlikle bu değil. Ya da tüm dünya politize bir haldeyken rock politik konulardan tamamen çekilip birkaç zengin evladının kum havuzu pozisyonuna kondu? Yeni bir rock ve metal türü neden çıkmadı? Yani kısaca sorumuz:

Eğer sanat çağın insanının ifadesiyse, insan neden son 30 yıldır kendini ifade edemiyor,

Zaman ve Gelecek ÖLDÜ MÜ ?

Son birkaç yılda yayınlanmış herhangi bir albümü 90’lara götürüp insanlara dinletin, insanlar şaşırmazdı. Aynı melodi, aynı sözler ve aynı tasvirler. Sanki ikisi aynı fabrikadan aynı kalıplarla farklı zamanlarda çıkmış gibidirler. Bu çağa özgün herhangi bir şey bulamazsınız. Ancak bir de 60’ların rock’ı ile yetişmiş birine Sisters of Mercy- Lucretia My Reflection parçasını dinletin, 30 yılda her şey daha karanlık, daha depresif, daha varoluşsal ve daha gotik hale gelmiş ve bunun yanında tekno öğeler daha fazla yer almaya başlamıştır. Çağ sanki özet geçilmektedir. O aklından bir şerit gibi geleceği geçirecek ve gelinen noktayı anlayacaktır. 21.yüzyılda insan bundan yoksundur, insanlık bir doğum sancısı içindedir.

Bir diğer yandan müzik tamamen de-toplumsal hale gelmiştir. Şu iki şarkıyı karşılaştıralım:

Don't blame me, love made me crazy

If it doesn't, you ain't doin' it right

Lord, save me, my drug is my baby

I'll be usin' for the rest of my life(1)

 

God save the queen

The fascist regime

They made you a moron

A potential H bomb(2)

 

Biri tamamen toplumsal ise diğeri de o kadar yüzeysel ve kişiseldir. Eğer müzik insanların bir kimlik dışavurumu ise acaba son 30 yılda toplumsal sorunlar rafa mı kalkmıştır? Tam tersine İnternet sayesinde gün yüzünde olmayan sayısız sorun tartışılmaya bailanmıştır. Yani sorunlar gene kafamızın bir köşesinde dururken biz bunları söze dökemez haldeyiz. Bazıları Pop için ‘bu da sadece başka bir kimliğin ifade şekli’ diyebilir. Ancak kimlik, sizce çevreden bağımsız olabilir mi? İnsanlar birbirleriyle alakaları olmayan yıldızlar değillerdir, tamamen etkileşim halindedirler. Yani içinde bir toplumsal sorunu, konuyu barındırmayan bir kimlik bulmak mümkün olmadığı gibi bunların olmadığı bir ifade ediş şekli bulmak da ne sosyolojide ne gündelik hayatta karşılaşılan herhangi bir toplulukta ya da bireyde mümkün değildir. Üstelik eğer gerçekten Pop yeni bir ifade ediş şekli olabiliyorsa son 30 yıldır tek yapılan şeyin eski müzik yapma şekillerini kendini modifiye etmesine ne demeli ? Veyahut insanların retro akımlara kaçışlarına. Ortada bir şeyin yapılamadığı, bir anormallik olduğu açıktır.

 Sanat sadece doğum sancısı çekmiyor, aynı zamanda hantal da.

21.yüzyıl sanki birinin elleriyle 20.yüzyıla hapsolmuştur, acayip bir sona gelinmişlik ve tükenmişlikle yaşamaya çalışan bizler bir yerlinin uçak görünce totemlerine koşması gibi bu gerçekle yüzleştiğimiz zaman çareyi 80’leri ve 70’leri tekrar tekrar geri üretmekte duruyoruz. Halbuki kesinlikle 40 yıl öncesi bizi tarif edemiyor. Tarih durdu.

Tarihin burada durmasının sebebi elbette ki insanların artık yeter sıkıldık demesi falan değil, nasıl ki tarih boyunca eleştirmenler yeni bir akımın çıkmasına ket vurduysa bayrağı da şimdi kayıt şirketleri ve kar arayışı almıştır.

Müzik, 80’lere kadar devletin ya da sivil toplumun gözetiminde yapılan, bazı öğeleriyle beraber parasal hale gelmiş olmakla beraber kesinlikle kapitalize olmamış bir alandı. Bir akım iddiasıyla ortaya çıkanların daha satış yapmadan devletten ya da derneklerden destek ‘almamaları manşetlikti’. Nasıl olsa bu bir ticaret alanı falan olamazdı!

80’lere kadar.

80’lerden sonra kültürün ve müziğin ısıtılan bir yemeğe dönmesinde parasallaşmanın katkısı büyüktür. 80’ler neoliberalizmi ile Devlet ekonomiden çekildiği ve sosyal devlet gerilediği gibi, sivil toplum ve sendikalar da bizzat devletin düzenlemeleri sayesinde onun yerini dolduramamış ve bu özellikle kar kaygısı olmayan sanatçıları vurmuştur. Artık onlar da ‘evlerine ekmek götürmek zorunda olan’ 9-5 çalışanları haline gelmektedir. Artık önemli olan tatmin veya haz almak değil, satış rekorları kırmaktır. Daha doğrusu sistem estetik anlayışınızı böyle güncellemeye zorunlu tutar sizi.

Her akımın bir ilk dalgası, başarısız denemeleri vardır. Siz yıllarca kendisini bambaşka tanımlamış olan bir insanı ne kadar iyi tanımlarsanız tanımlayın ilk önce garip bakışlar ve yuhalanmalar ile karşılaşırsınız. Yani yeni bir akımın var olması için eskisinin dinamitlenmesi, bir ‘struggle’ gereklidir ki bunun için de zaman lazımdır. Piyasa ise bunu tanımaz. Bir sonraki albümünüzü evsizlerle yapmak istemiyorsanız sevilen bir akımı yeniden ısıtmak kesinlikle yenisini çıkartmaktan daha hoştur.

Yani gelecek artık ölmüştür, onu öldüren de bizlerizdir.

Peki ya neden çok daha de-toplumsal hale gelmiştir? Bunun sadece ekonomik bir açıklaması olacağını zannetmiyorum. Tarih boyunca refah arttıkça entelektüel olarak tarif edilen alanlarla daha fazla uğraşılmıştır. Son 30 yıl insan refahının en hızlı arttığı dönemdir. O halde bugün neden tersi yaşanmaktadır?

TOPLUMUN ATOMİZE OLUŞU

Bunun da cevabı, ‘’sanatın su yollarını engellemeye çalışan’’lar üçgeninin son kenarı olan denetleyiciler ve suya sabuna dokundurmaya niyetli olmayanlardır.

Son 30 yıldır toplumun ‘atomize’ edilmesini izler hale geldik. Bunu en çok psikoloji alanında yaşıyoruz. X kişisi y sorunundan dolayı bunalıyor mu? Ya genlerinden ya da tamamen kişisel yapılardan kaynaklıdır. Herhangi bir toplumsal analiz yapılmaz. Bu bireyin toplumla olan ilişkisi mercek altına alınmaz ve onu nelerin bastırdığı incelenmez. Bu yüzden çözüm de bulunmaz. Modern psikoloji bireyin, toplumun sorunlarını çözümlemek için değil ancak toplum dişlisinin ‘bozuk çarklarını’ yeniden işler hale getirmeye kuruludur. Artık terapi yapılmaz, bireye kimyasallar verilerek kendini bastırması talep edilir.

Yapılan terapiler bile atomize bile de-toplumsaldır. Bireye uysal olması ve şikayet etmemesi tavsiye edilir. Ancak böyle bir tavuskuşu çözümü neyi düzeltir? Peki ya çözüm ne kadar umurlarındadır?

Kısaca modern zamanın yansıması olan psikolojide bireye sorunlarını dile getirmesi değil bastırması, toplumsal sorunları incelemesi değil uysal olması ve atomize olması tavsiye edilir. Bu da insanın kendi kimliğini ifade ediş şekli olan müziğe yansır.

Artık bunalımlar kişiseldir. Kızın intiharı istemesi onu hayatı boyunca satranç tahtasındaki piyon gibi kullanan insanlar değildir, veyahut kimse ona yanlış bir hayat anlayışı aşılamamıştır. O bunalmıştır çünkü erkek arkadaşı onu terk etmiştir. Bu kadar.

Artık insanların erdemsizlik diye adlandırdığı her şeyi şeytanı da sembolleştirerek kucaklayan Black Metal yoktur, kız-erkek ilişkilerinden öteye gidemeyen ucube bir metalimsilik vardır. Ses aynıdır, ancak anlam ölüdür.

 Eğer olur da kazara toplumsal yapılara dair bir şarkı ortaya çıkarsa da, mesaj öyle basit ve anlamsız haldedir ki, ya dalga geçilir ya da ifade edilen durum pembe dizi izleniyormuşcasına estetize edilir. Bu zaten ölmekte olan sanatın kimliği ifade ediş yönünün tabutuna çiviyi çakar.

Toparlayacak olursam Günümüzde ortada bir sanat yoktur, sadece onun hayaletleri etrafta anlamsız bakışlarla dolaşmaktadır. İnsanlık herhangi bir yeni ifade ediş şekli yaratamamıştır. Sanatın gelişmesinin birinci şartı olan ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesi ile itina ile darmaduman edilmiş ve gelecek ölmüştür.

Punkçılar ve Post-Punkçılar ‘There is no future’ diye bağırırken her şey için çok geç bile olmuştu.

Herhangi bir eleştiri, öneri için yorumları kullanabilirsiniz. Popçu tayfayı bekliyorum :)

(1)Taylor Swift- Don't blame me  

(2)Sex Pistols- God save the queen