Soğuk savaşın bitişinden beri Dünya'daki çoğu devletin demokrasi ile yönetildiği ve Demokrasi'ye duyulan heyecan ve güvenin Berlin Duvarı yıkılırkenkinden çok ama çok daha düşük olduğunu, Tarihin bilinen sonunun hala daha gelmediğini ve elimizdeki demokrasilerin garanti olmadığını artık biliyoruz. Özellikle Amerika ve Britanya gibi demokrasilerin kalesinde demokrasilere olan giderek artan ve şiddetli, yıpratıcı bir güvensizlik söz konusu. Sosyal medyada Platon'un demokrasi eleştirileri cirit atıyor. Böyle bir durumda sanırım demokrasiyi savunmak neredeyse şeytanın avukatlığından farksız halde. İşte böyle bir durumda 'liberal demokrasi' şovalyesi olan Karl Popper'ın demokrasi savunusunu işleyeceğiz. Bu yazımda ise demokrasi savunusunda onun son çalışması olan 'Hayat Problem çözmektir'i baz alacağım. Popper'ın savunduğu demokrasinin de basit bir çoğunluk diktatörlüğü olmadığı ve ''Liberal Demokrasi'' olduğunun da yazıya başlamadan altını çizmeliyim. (Demokrasi neden birey hakları şartı ile varolmalıdır ? sorusu hakkında yazım için : Şartlı/Şartsız demokrasi ve azınlığın çoğunluğa fedasının kusurları
1.Demokrasi kuramı üstüne
Popper bundan sonra ise Atina'dan örnekler vererek demokrasi, yazmak ve bilim arasında bir bağlantı olduğunu söyler. Atina bir demokrasi iken, M.Ö 530 yılları dolayında Avrupa'da neredeyse Aydınlanma'ya kadar hiç kurulmamış bir pazar vardı: ''Serbest kitap pazarı'' Cicero'nun yazdıklarına göre insanlık tarihine Homeros destanını onları yazıya geçirerek kalıcı olarak armağan edenler, ''demokrat Atinalı'' girişimcilerden başkaları değildi. Homeros'un yazılarına ve genel olarak yazılara Atina'da büyük bir istek ve arzu vardı, bu arzu adeta doyumsuz olmalıydı ki kitapların satımı hakkında döneminde görülmemiş pazarlar kurulmuş ve talepler böyle yaratımlarla karşılanabilmişti.
Atinalılarda da görüldüğü üzere vatandaşlar eğer demokrasiye gerçekten bağlı ve her biri yönetimin şekli, onun seçilmesi ve düşmesi üzerindeki etkisine vakıfsa ve bu etkinin hem kendi hem de toplumsal hayata getireceği fayda ve zararların farkında ise o toplumdaki her vatandaş bu yönetimi daha faydalı hale getirmek veya zararlı gördükleri yapıları kaldırmak adına çok daha fazla tartışacak, adeta bir fikir pazarı yaşanacak ve her vatandaş yönetim üzerine düşünmeye daha fazla teşvik duyacaktır. Bu tartışma ortamı ve fikir çeşitliliği sonucunda ise demokrasiler daha faydalı sonuçlara yol açacaklardır.
''DEMOKRASİ HALKIN HAKİMİYETİ OLMAMIŞTIR, OLAMAZ VE OLMAMALIDIR.''
Platon'un yönetim sistemleri hakkındaki düşüncelerine bir göz atalım
Monarşi: Tek bir 'iyi' insanın yönetimi
Aristokrasi: Birkaç iyi kişinin yönetimi
Demokrasi: Halkın çoğunluğunun yönetimi, halkın içinde çok kötü olduğudundan dolayı en kötü yönetim şeklidir.
Tekrar edeceğimiz gibi, Platon'un burada sorduğu soru yanlış bir soru olan 'kim yönetmeli' sorusudur. Belki günümüz demokrat liderlerinden tutun da diktatörlere kadar bu aşırı kişisel ve belirsiz soruyla meşgul olmuştur. Tabi burada ise neredeyse herkes kendince belli ancak aşırı derecede göreceli cevaplar verir. Platon en iyi diyerek konuyu biraz erken kapatır ama mesela Mussoliniye göre 'iyi' olan Faşistlerden başkası değildir. Bu 'iyi' olan Lenin için ise proleterya'dır, hatta bu sınıfa o kadar güvenilir ki bu sınıf bir diktatörlük kurabilir ve silahlı işçi takımları ile 'kötü' olan liberallere, burjuvalara karşı sokakları kana bulayabilir, ne kadar ahlaki(!)
Görüldüğü gibi bu tür ahlaksal cevaplar faydasızdır, toplumu sadece kavgalara sürükler ve gelişmeyi, uzlaşmayı ve ilerlemeyi kalıcı olarak önler. Elbette herkese göre kendileri ahlaklıdır ve bu tür ahlaksal cevaplar kesin bir yöneten grup veya kişi öngördüğünden dolayı gücü sınırlamaya değil, arttırmaya yani baskıya yöneliktir. Bu sorular en sonunda yönetim tartışmalarından ziyade 'iyi' insanlar ve 'kötü' insanlar gibi basit tartışmalara döner.
Popper bu sorular yerine şu soruyu ortaya koyar : Ahlaksal nedenlerden dolayı 'kaçınılması' lazım gelen yönetimler var mıdır ? Hep zarara yol açan hükümetlerden barışçıl yollarla kurtulmamızı sağlayan yönetim sistemleri var mıdır ? Popper için asıl bu sorular demokrasinin bilincinde yatar.
Popper buradan sonra ise Diktatörlüklerin sorumsuzluğundan ve baskıcılığından dem vurur ve bu diktatörlerin oy çokluğu ile başa galmelerinin onları demokratlar için meşrulaştırmadığını söyler. 20 Temmuz 1944'te bir grup Alman subay Hitler'i devirmeye çalışırken yaşadıkları durum buydu. Hitler oy çokluğu ile gelmişti, ancak bu onu meşrulaştırmazdı. Hitler oy çokluğu ile geldiği için ancak kendisi baskıcı bir diktatör olduğu için demokrasinin ilk şartını karşılasa da ikincisini karşılayamazdı. Onu kimse barışçıl yollarla yönetimden indiremezdi, çünkü gerçekten adil bir şekilde seçimlerin yapılması ve bir yönetimden barışçıl yollarla kurtulunabilmesi için 'ifade özgürlüğü' 'tartışma ortamı' 'sivil toplum' 'siyasal partiler' 'fikirlerin tartışmalarla çarpışması' gibi 'Liberal' değerler gerekiyordu.
Yani bir demokrasi, gerçekten demokrasi olmak istiyorsa 'Liberal Demokrasi', bir demokrat da gerçekten demokrat olmak istiyor ise 'Liberal Demokrat' olmalıydı. Bundan ötesinde yaşanacak olan şey herhangi bir görüşten kişinin seçimleri kazanması ancak kazandığı yerden seçimleri yasaklamasından dolayı veyahut kurduğu baskıcı sistem sayesinde seçimle indirilememesi olacaktır ki bu da demokrasiyi 'Tiranları meşrulaştırma' aracından öteye götüremez.
Yani 'demokrasi oyunu' ancak 'lliberal demokrasi' adlı kuralı kabul edenlerle oynanabilir. Demokrasilerin halk hakimiyeti olmadığını söyleyen Popper için Demokrasinin asıl işlevi gücü sınırlandırmasıdır. Popper'ın ''hoşgörü paradoksu'' adını verdiği şey budur, eğer siz demokrat olmayanların, baskıcıların seçilmesine izin verirseniz o seçim muhtemelen son seçiminiz olabilir. Almanya gibi ülkelerde bu yüzden Neo-Nazi hareketler yasaklanır. Elbette demokrasi katılımcı olmalıdır, ancak söz konusu katılımcılar o oyuna bir daha kimseyi almak isteyemeyip bir diktatörlük kurmak istiyorlarsa durumu tekrar düşünmek Popper için gereklidir. Tabi ki bu paradoks herkesin herkesi 'anti-demokrat' olmakla itham edip saf dışı ilan etmeye çalışması gibi kötü yanlara sahiptir ancak bu paradoksun doğru olmadığını göstermez. ''Demokrasiler halk yönetimleri değildir, diktatörlüğe karşı silahlanmış kurumlardır.''
Demokrasinin asıl konusu yönetenin ''kim'' olmasından ziyade yönetimin ''nasıl'' olacağıdır.
''Kim Halktan sayılırsa sayılsın, ister askerler, memurlar, işçiler ve çalışanlar, rahipler, aydınlar, teröristler, ergenler- bunların hiçbirinin güç kazanmasını, yönetimini istemiyoruz. Onlardan korkmak istemiyoruz, onlardan korkmak zorunda kalmayı ise hiç istrmiyoruz. Gerektiğinde onların haksız taleplerine karşı kendimizi doğru zamanda savunmak istiyoruz ve savunmalıyız da. Sözel bir yanlış anlamadan veya alışkanlıktan dolayı ''demokrasi'' dediğimiz ve bir tanesi, egemenlik, yasanın yönetimi hariç bütün yönetimlere karşı (Liberal demokrasilerde yasalarda birey haklarının şart olduğu unutulmamalıdır.) kişisel özgürlüğü korumak isteyen, Bizim Batılı yönetim biçimlerimizin hedefi budur.''