yazılarımızdan arayın

ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2024 Çarşamba

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

Marquis de Sade, kasvetli bir kış akşamında, karanlığın derinliklerinde saklanan ormanın soğuk ve ürkütücü havasını ciğerlerine çekti. İçinde bulunduğu odada bu canavarın konuşabileceği tek şey ya kitapları, ya da günlükleriydi, zira dışarı çıktığı an kendisini çarmıha germek isteyen ilahiyatçılar ya da erdemin yılmaz savunucuları kol geziyordu. O ise her zamanki alaycılığı ile tüm bunları tolere ederek yaşamına kaldığı yerden devam edecekti. İçindeki güdü, haz arayışıyla yanan ve onu tüm bu sarmala iten bu lanet güdü yahut daha da açık olmak mı lazımdı bilmiyoruz; tahakküm etme güdüsü onu kendinden geçirmeye yeterdi. Öyle bir güdüydü ki bu, parlak kariyerini bırakıp onu sonsuz bir sürgüne mahkum etmişti. Kendini tutmaktan acizdi. Bunu kusmalıydı, ya birilerini daha bu güdünün tapınağına kurban olarak sunarak yahut da yazarak. Yazmak, sadece bunu kusmak amacıyla da olmamalıydı. Kendisini bir suçlu yerine koyan bu yapay düzen, ah şu doğal hakçılar ve onların yanında mevzilenen ilahiyatçılar! Onu sırf doğanın kendisine verdiği görevi yerine getiren bir makine olduğu ve onlar gibi yalan söylemeden, inkara kalkışıp bunu kabuslarına ya da obsesyonlarına hapsetmesini isteyen bu insan yığınlarına uymadan görevini yerine getirdiği için


kendisini Bastille'in kuytu köşelerinde farelerle arkadaş yapanlar onlardan başkaları değildi. Nasıl olur da göremezlerdi, doğanın yasalarını ve işleyişini. Kendisinin sevgililerini de bu körlükleri yüzünden idama mahkum edeceklerdi şimdi. Ya anlasalardı? Anlamak, önyargısız biri için kolaydı aslında. Herhangi ormanda birkaç dakika zaman geçirmek yeterliydi ve elbette, biraz da önyargısız bir kendini tanıma süreci gerekliydi. Zira, insan kendisine biraz bakar ve birkaç kelam fen bilgisine sahipse, kutsal erdemlerin yanından bile geçmeyen ve tamamen doğal olan içgüdülerinin farkına varabilirdi, daha sonra ise pek tabi, materyalistik yapısına kadir olabilirdi. Bu güdüleri inceleme istenci, onlardan korkmaktan üstün çıktığı an ise nasıl bir zevk kaynağında doğduklarını anlamaları mümkün olabilirdi. Beden ve ruh düalizmi, insanın doğasına katlanamayanların ve onun doğal yanını incelenmesinden bu yüzden korkanların eseri değil miydi? Halbuki, bedendeki en ufak bir incinme kendini düşünme yeteneğinde belli ediyordu, oysa ki madde ve ruhun etkileştiğini hayal edebilmek bile absürttü. Fizikselden etkilenen, gene fiziksel olmalıydı. Basit bir doğa yasasıydı bu, ama körlere karşı yasalar işlemezdi.  

Doğalarını kabul edenler ise, doğanın işleyişine biraz hakim olunca doğanın bizim içimize verdiği haz ve tahakküm istencinin sınırsızca yaşanması gerektiğini zaten anlayacaktı. Hayvandan farksız bir makine olan insanın zevk kapasitesini anlamsız normlarla örtmeye gerek yoktu, doğanın kanunlarına tabi olan ve doğanın istediklerinden başka bir şey yapmayan, tam da bu yüzden doğanın makinesi olan insan, uygulanması için içine bahşedilen bu güdülerin peşinden gitmeliydi; baskılamak ya da inkar; mutsuzluktan başka bir şey yaratmazdı. Zira haz peşindeki bir makine olan insan, bu doğal yanını değiştiremeyecekti ve sadece yasalardan dolayı -mış gibi yaparak kendini suçlu, ezik ve düşük bulacaktı. Ne için yapacaktı ki bunu, ne kazanacaktı? Hiçbir şey kazanamayacaktı, sadece doğasını anlamış birinin bir gün onu doğanın işleyişini hatırlatırcasına alt ettiğinde pişman olacaktı doğanın yolundan gitmediği için, kendini inkar edip korku içinde kendini zincirlediği için. Bir doğalcı, böyle olamazdı. O, bu güdülerinin doğallığını bilir ve baskılamazdı, bunlar ne doğanın yasakladığı şeylerdi, ne de acı verirlerdi ona. Bir zevk pınarının berrak sularıydı onlar ve içilmeleri lazımdı. Kulaklarına zihninin derinliklerinden gelen, hazzın o bencil ancak kuvvetli seslerine kulak verirdi, mutlu olmak adına.  Kendini ne suçlu addeder ne de bir canavar olarak görürdü, mekanikliğin farkında olur ve bahşedilen bu güdülerden ''nasıl en fazla tadı alabilirim?'', ''Nasıl bu yönümü geliştirebilir ve bu ince yapımı anlayabilirim?'' Soruları bunlar olurdu. Kendisini her gün, içindeki ''canavara'' karşı sorgulamalara tutmaz, mahkemeler kurmazdı. O ''canavar'', doğayı anladığı an onun yegane ''dostu'' olurdu. Bunun getirdiği mutluluk ve huzur dahi, Sade için tüm bu erdem avukatlarına yetecek bir cevaptı. Doğalarının neye yöneldiğini, neyin doğal neyin yapay olduğu bu birkaç cümlelik anlatımdan çıkmıyor muydu zaten? Ayrıca, kim daha mutlu ayrılacaktı bu dünyadan? Doğalcı, kendisine bu doğal yanını bastırması için zihninde idam sehpaları kurmasını isteyenlerin, fransız rahiplerinin ve aristokratlarının bu idam sehpalarını çoktan kırıp attıklarını ve kendisine bu zehirli ancak zevkli meyveye yaklaşmamasını öğütleyenlerin her gün bu meyveyi tattıklarının farkında olurdu. Onlar öyle bir sistem kurmuştu ki, kendilerinin daha fazla meyvenin tadının farkına varmaları için, birilerinin bu ağaçlarının meyvelerini görünce titrerken bir yandan da bu ağaçlara bakar olmaları lazımdı.

Bu anlayışın, başkalarına acı verilmesini meşrulaştırdığını söyleyecekti hemen erdemin avukatları. Peki, acı ve yok oluş, yaratmak kadar doğa için önemli değil miydi? Yapım ve yıkım dengesine dayanan doğa düzeninin bozulmaması için yıkıcının da yapıcı kadar değer görmesi gerekirdi. Yıkıcı faaliyetler sebebiyle bambaşka alanlardaki atomlar bir araya gelip seni oluşturduysa, yani sen varlığını yıkıma borçluysan kimi itham edebilirsin ki? Doğanın düzeni, bu karmaşık gösterinin devam etmesinin tek yolu olan yaratım ve yıkım döngüsü, erdem avukatlarına şans tanımayacak kadar kuvvetliydi onun için. Doğanın yaratığı olan o, kendisine tüm bu meyveleri veren, ona bu maddeler yığını arasında zevk alma şansını bahşeden doğanın düzenine ihanet edemezdi.

 Tüm bunların Fransa'nın köyündeki bir çiftçi tarafından dahi anlaşılması gerekiyorsa, karışık argümanları kenara koymalı ve onları her gün karşılaştıkları bir cinayet sahnesine götürmeliydi. Doğayı ifşalayacaktı! Yaratıcı yıkımın tüm korkunçluğu ve caniliği, doğanın çırpınan eller ve ayaklara, akan gözyaşlarına olan tüm kayıtsızlığı ve katilin tüm kahkahalarıyla olan zaferini ortaya koyacaktı. Aptal bir saray soylusu gibi akan kandan, bu doğal dengeden korkmayacak ya da tiksinmeyecekti, onu ortaya çıkartarak insana yerinin ne olduğunu gösterecekti.  Gözleri, koyu gölgelerle dolu ağaçların arasından sızan ay ışığını izlerken, bu karanlık fikirlerinden ve atmosferden aldığı ilhamla kalemini tekrar eline aldı. Doğanın zalim ve kaçınılmaz gerçeklerini, insanın yaratmış olduğu sahte ve yapay ahlaki normlardan ayırmak için mürekkebini kâğıda dokundurdu. Karanlığın ve acımasızlığın iç içe geçtiği bu dünya, onun kaleminde yeniden hayat bulacaktı.



Evrenin ilk yaratıldığı o günlerden beri, doğa asla adalet ya da merhamet vaat etmemişti. Hayat, sadece güçlülerin ve acımasızların oyun alanıydı. Toprağın altında, milyonlarca varlığın önce çığlıklar ve sonsuz suskunluklarının kanıtları yatıyordu. Çığlıkları ve gözyaşlarını izleyen doğa, onları tekrar ayrıldıkları evlerine kabul etmesi gerektiğinde yardım etmesi gerektiği an kadar isteksiz değildi. Sessizce hepsini önce kabul ediyor, sonra emrindeki böceklerle parçalara ayırıyor ve yıkımın yaratıcılığından, yeni varlıklar geliyordu toprağın üstüne; nasıl oraya ulaştıklarından habersizce. Ormanın derinliklerinde, yaprakların altındaki o karanlıkta, incecik bir örümcek, bu döngüyü hem kurbanı hem de galibi olarak devam ettirmek isterken ağı parlıyordu. Şafak sökmeden hemen önceki o alacakaranlık vakti, doğanın en sinsi ve ölümcül tuzağını aydınlatırken, yaşamın kaçınılmaz döngüsü bir kez daha gözler önüne seriliyordu.

Ağın ortasında, hareketsiz bekleyen bu karanlığın bu sinsi efendisi, ince ve narin bacaklarıyla, etrafında olup biten her titreşimi hissedebilecek kadar hassastı. Her sabah, açgözlü bakışlarıyla avını beklerken, doğanın tek ve acımasız yasasını bir kez daha hatırlatıyordu. Güçlü ve güçsüzün sonsuz yaratım ve yıkım döngüsü, acımasız ve basit, reddedilmesine rağmen ise tüm çıplaklığı ile açık.

Bu sabah ise, dalgın bir sinek, rüzgarın hafifçe salladığı ağın cazibesine kapıldı. Hiç fark etmeden ağın yapışkan ipliklerine yakalandı. Sinek, korku ve dehşetle çırpınarak kendini kurtarmaya çalıştı; ama ne kadar mücadele etse de her hareketi onu daha da çok örümcek ağına doluyordu. Bütün organları çırpınıyordu son bir yaşam itişi adına ama başarısızdı. Doğa, ona bu acımasız tuzaktan kaçacak gücü vermemişti. Giderek daha fazla korkuyor ve kanatlarını olabilecek en güçlü haliyle çırpıyordu, yaşamak istiyordu. Korkusu arttıkça, sineğin çırpınışları da hızlandı; fakat kaçınılmaz sonuna doğru hızla sürüklendiğini fark etmekte gecikmedi. Giderek daha da umutsuzca çırpıyordu kanatlarını, ölüme yaklaştığını hatırladıkça doğanın bu işleyişine teslim olduğunu anlarcasına bacakları daha yavaş sallanıyordu. Biraz sonra kabullendi, doğanın tek kanunun gösterisindeki rolünü kabul etti. Sonra bir şeyleri hatırladı, soylu erdemleri. Belki, gerçekten de evrenseldi bunlar ve doğa bize kendisinin acımasızlığından korunmak adına bunu bahşetmişti, bu doğal yanını örümceğe hatırlatırsa canı kurtulabilirdi.

Korkuyla haykırdı sinek: “Örümcek! Bana merhamet et! Benim de bir yaşama hakkım var senin gibi. Masumum, seni incitecek hiçbir şey yapmadım ben. Başka bir yolu olmalı! Neden sadece karnını düşünerek hareket ediyorsun? Bundan fazlası değil miyiz biz, varlıklar olarak? Seni mutlu kılan da bundan daha fazlası değil mi? Ancak böyle  dünya daha adil bir yer olamaz mı?”

Örümcek, incecik ağını saran iplikler arasında sinsi bir şekilde ilerlerken sineğe yaklaştı. Sineğin hala daha çırpınan kanatlarının sesi onu daha fazla heyecanlandırıyordu. Kıpkırmızı


gözlerini ona dikmesi, örümceği sadece daha da iştahlandırıyordu. Onun tek aklında olan, biraz sonraki ziyafetiydi. İçindeki ses, içindeki o canavar zevk güdüsü sineği yemesi için ona emirler yağdırırken, erdemin mırıldanışlarını o çoktan gözden çıkartmış haldeydi. Hangi sesin onun karnını doyuracağı açıktı. Onun kafasındaki atomların şehvetle çırpınmasından doğan bu düşüncelerinden kaynaklanan alaycı ve acımasız bakışları, sineğin çaresizliğiyle besleniyordu. Doğanın emirlerinin uygulayıcısı, kendisine teslim olduğu düzenin bahşettiği bu galibiyetin sahibi olarak nihayet konuştu: “Ah, zavallı sinek! erdem dediğin şey, sadece güçsüzlerin kendilerini teselli etmek için uydurduğu boş hayallerden ibarettir. Söylesene, neden canını bağışlayayım? Karnımı aç bırakmak için mi, sen gidip tüm ormana beni şikayet et diye mi, yoksa içimde şuan mırıldanan erdem denen şeyi canlandırmak için mi? Onun mırıltılarını dinleyip seni salacağım, peki sonra? Aç kalacağım! Şimdi, bu erdem dediğin şey şuan güçsüz olan senin çıkarını örten bir perdeden başka nedir ki benim için? Güçsüzler olarak bizi dize getirecek kudretiniz yok ve bu yüzden bundan bahsediyorsunuz bizlere, ne teatral ve ne acınası. Doğa, senin gibi zayıfların varlığına değer vermez. Çırpınan kanatlarının seslerini duymamakta ısrarlı, dermansız kalan bacaklarına güç vermeyecek kadar umursamaz ve gözyaşlarıyla dolu gözlerini birazdan zevkle topraklarına kabul edecek kadar da alaycı! Burada hüküm süren tek yasa, güçlü olanın zayıf olanı ezmesidir. Bu, doğanın en saf ve en katı gerçeğidir.”

Sinek, bu sözler karşısında daha da büyük bir umutsuzluğa kapıldı. “Ama biz de bu dünyanın bir parçasıyız! Yaşamak, nefes almak, var olmak... Bunlar hepimizin hakkı değil mi?” ''Ayrıca yok etmek, doğaya karşı suçtur bu!''

Örümcek, bu sefer daha da alaycı bir şekilde gülümsedi ve sineğe bir adım daha yaklaştı. “Hakkınız mı? Güldürme beni! Benim için tek bir şey vardır, o da hazdır. Ve senin varlığın, sadece benim hazımı tatmin etmek için bir araçtır. Doğanın kanunu budur: Güç ve zevk. Ve senin gibi zayıf olanlar, bu döngünün bir parçası olmaktan başka bir işe yaramazlar.

Sen ve senin gibilerin çoğu, diyerek sözlerine devam etti örümcek -zevk ve çoşkuyla konuşuyordu-çoğu doğayı, yalnızca yaratan, hayat veren bir güç olarak görme yanılgısına kapılır. Oysa doğa, aynı şiddetle hem yaratan hem de yıkan bir kudrettir. Bu hakikati kavrayamayanlar, onun sırlarına erişemez, onun gerçek yüzünü göremezler. Doğa, varlıkları yaratmak kadar onları yok etmeye de mecburdur. Onun bu amansız, yıkıcı gücü, varoluşun en temel taşlarından biridir. Yaratmak, doğanın iradesinin yalnızca bir yüzüdür; diğer yüzü ise yıkımın, ölümün, yok edişin ateşli kollarında saklıdır.

Doğa, kalpsizdir çocuklarına; her yaratımı kucağında büyütürken, aynı zamanda onları zalim bir tutkuyla yıkıma sürükler. Bu yıkım sizce, ahlak dışıdır, acımasızdır, ama aynı zamanda reddemeyeceğiniz şekilde en saf haliyle doğaldır. Doğanın kollarında hayat bulan her şey, onun kudretiyle yok olmayı da tadar. Her çiçek, her hayvan, her insan, doğanın bu çift yönlü şehvetine boyun eğmek zorundadır. Yaratmak, ne kadar kutsal ve güçlü bir eylemse, yıkım da o kadar kutsal ve güçlüdür. Çünkü doğa, yalnızca varlıkları yaratmakla kalmaz; onları yıkmak, tüketmek, tekrar toprağa karıştırmak da onun kaçınılmaz görevidir. Yaratmak ne kadar doğalsa, yıkmak da o kadar doğaldır.

 Doğa, kendi ahlakını kendi belirler ve hiçbir sosyal sözleşme tarafından bastırılamayacak kadar güçlüdür bu ahlakın temeli; o, kendi yasalarının hem sahibi hem efendisidir. İşte bu yasalar, yaratmanın yanı sıra yıkımı da yüceltir. Doğanın her yıkımı, onun yüce iradesinin bir tezahürüdür. Yaratımın hammaddesidir bu. 

İşte bu nedenle, yıkımı kucaklıyorum ben. Kendi iradesiyle hem yaratımın, hem de yıkımın sahibi bu amansız yüzünü sevinçle karşılıyorum onun. Yıkım, doğanın en büyük sanatı, en ateşli arzusudur. Onun ateşinin sönmemesini sağlar ve doğa tapınağını aydınlatır, sonsuz döngüsüyle tapınağın güvencesi ve huzur kaynağıdır yıkım. O, varoluşun ne kadar geçici ve anlamsız olduğunu gözler önüne serer; düşünen ve seven bir zihnin kaçınılmaz olan suskunluğu tatmasından sonra böcekler sayesinde yavaş yavaş parçalara ayırır ve onu atomize ederken, senin gibilerin çığlıklarına kahkahalar atarak döngüsüne devam eder ve aynı zamanda bu geçiciliğin içindeki güzelliği ve büyüklüğü de açığa çıkarır.

 Parçalar saçılır, rastgele dağıtır o tohumları doğa, tarlası olan tüm dünyaya; yeni çocukları ve kurbanları ölüm zincirleri üzerinde var olduklarını bilmeden dünyaya gelsin,  tekrar rüyalar görsün, hayaller kursunlar ve en sonunda da kaçınılmaz suskunluğu tatsınlar diye.

İşte böyle, yani senin anlayacağın saf ve duygusal, ne yazık ki kurban rolünde olan dostum:  doğa, yıkımla birlikte yeniden doğar, kendini yeniden var eder . Yıkım, varoluşun sonsuz döngüsünde, doğanın en sanatsal yanıdır ve şimdi, ben senin üstünde uygulayacağım bu sanatı.

Sinek, örümceğin acımasız kelimelerini duydukça içini kavuran bir dehşetin pençesine düştü. O, doğanın sessiz, zararsız bir parçası olarak, bu denli karanlık bir sona nasıl
sürüklendiğini anlamıyordu. İçinde büyüyen korku, örümceğin her kelimesiyle daha da derinleşiyor, varlığını bir kabus gibi sarıyordu. Yıkımın kaçınılmaz olduğunu duydukça, ruhunu teslim etmeyi reddeden bir inatla, son bir umut kıvılcımı aradı. Bu son çırpınış, doğaya seslenişiydi; hayatı boyunca sadık kaldığı erdemin, ona en azından küçük bir ödül sunmasını diliyordu. Ama bu dilek, boşlukta yankılanan bir çığlıktan öteye gidemedi.

Zaman geçtikçe sineğin içindeki umut cılızlaştı, tıpkı durmak bilmeyen bir çığ gibi, erdemin sesi de yavaşça sustu. Kanatları, çaresizce örümceğin ağında çırpınıyor, kaçış için son bir güç topluyordu. Ancak bu çırpınış, yalnızca erdemin sessizliğini, doğanın kayıtsızlığını duyuruyordu. Her çırpınış, umutla bağıran bir sesken, zamanla zayıflayan ve sessizleşen bir hıçkırığa dönüştü.

Sinek, doğanın ona sırt çevirdiğini anladığında, erdemin de onu terk ettiğini hissetti. Kendini bu terk edilişin boşluğunda buldu, etrafındaki her şey soluk, uzak ve anlamsız hale geldi. Kanatları artık boşuna çırpınıyordu; her çırpınış, sineğin çaresizliğini daha da derinleştiriyordu. Bacakları da aynı akıbeti paylaştı, önce çaresizlikle titredi, sonra ise teslimiyetle sessizce kıpırdamaz oldu. Her hareketi, sineğin acısını daha da arttırıyor, her kasılma, varoluşunun anlamsızlığını ve bu büyük döngüde doğanın kendisine alay edercesine biçtiği rolü bir kez daha yüzüne çarpıyordu. 

Sonunda, sinek, doğanın kayıtsızlığına, erdemin sessizliğine ve kendi çaresizliğine boyun eğdi. Tüm gücünü kaybetmiş, kanatları ve bacakları artık hiç hareket etmiyordu. Sessizlik, onu teslim almıştı. Hayatı, gözlerinin önünden bir sis gibi geçti. Yaşamı boyunca yaptığı her küçük hareket, her erdemli davranış, şimdi ne kadar da boş, ne kadar da anlamsız geliyordu. Sinek, sonunun kaçınılmaz olduğunu kabullenmek zorunda kaldı.


 Örümcek, bir yırtıcının soğukkanlılığıyla sineğin üzerine atıldı. Gözleri ağır ağır kapanırken ve örümcek onun incecik bedenini ağında yavaşça sararken bir zamanlar ona can veren, umut veren her şey solup gitti. Kanatları ve bacakları, bu son kabullenişle tamamen durdu. Artık çırpınmak yoktu, yalnızca karanlığın yavaşça üzerine çökmesi kaldı. Sinek, son nefesini verirken, doğanın zalim döngüsüne, yıkımın kaçınılmazlığına boyun eğdi. Sessizlik, onu tamamen sardı ve sinek, karanlık içinde kayboldu.

Örümcek, avını afiyetle yedikten sonra ağında dinlenmeye çekildi. Doğa, yine kendi bildiğini okumuştu; merhametsiz ve kaçınılmaz olan süreç, işlemişti. Doğa, ölümünü ve erdemin onu terk edişini izlediği evladını kabul etti toprağın altında, masumluğundan beslenen çığlıklarının tükenişi ve sonsuz suskunluğuyla alay edercesine, belli belirsiz bir yer verdi ona. Orada, bu kaotik döngünün kanıtı olarak yatmasını istedi. Belki, tüm bu çırpınışlarının sonunda bu yeni yuvasında huzur bulabilirdi vücudu.

Marquis de Sade, kalemini bir kenara bıraktığında yüzünde soğuk bir tebessüm belirdi. Kağıdı aldı, kütüphanesinin bir kenarına koydu. Karanlık ve Kasvetli şatosunun bu odasında, grotesk tabloların bulunduğu bir duvar kenarında, erdemin bahtsızlığı ve erdemsizliğin mutlak galibiyetinin belgesi dinlenmeye konulmuş oldu.



27 Ağustos 2024 Salı

Marquis de Sade ve Epikür mektuplaşsaydı, ya da doğanın emri üstüne

Takdim:

 Marquis de Sade ve Epikür’ün haz anlayışları, temelinde oldukça farklıdır ve bu farklar onların felsefi yaklaşımlarında belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Marquis de Sade benim için her zaman gotik şatoların, sınır tanımaz sadistlerin ve onların kurbanlarını sadece fiziksel değil ama aynı zamanda zihinsel olarak da domine etmesini sağlayan, felsefenin yaramaz çocuğudur ve bu yaramaz çocuk benim için oldukça gereklidir de. Zira birilerinin haz ve zevkin önündeki tabulara ve temelsiz dogmalara saldırması gerekiyordur. Sade bunu yapar ve bundan tutkuyla bahseder, ancak bazen bir özgürlükçü için dahi çok ileri gittiği anlar olur. Onun için doğanın insana verdiği tek emir haz almasıdır, bunu verirken ona seçenek veya otonomi şansı da sunmaz ve tam olarak sunmadığı için de insanın kendine biçilen doğa rolünü oynamasından başka çare yoktur ve en büyük eylem doğanın bize verdiği özelliklerden olan haz alma yetisini sınırlamadan ve sonuna kadar kabullenerek kullanmaktır. Bu haz güdüsünü materyalist bir temele oturtan Sade için alınabilecek en büyük haz atomları, yani beynimizin ve duyularımızın atomlarını olabilecek en iyi şekilde sarsacak olandır ki bunu en iyi cinsel hazlar
De Sade

yapacaktır. İnsan o an kendinden geçer, hayvanlaşır ve hiçbir engel tanımaz kendi önünde ki, Sade bunu düşler hatta ve hatta karşılıklı rızayı dahi yapay ve gereksiz bir engel olarak tanıyarak karşı tarafta uyandırılacak en yoğun duygunun acı olduğu ve ona zarar veren kişi eğer bundan keyif alacaksa, kendi kudretinin etkilerini ye yoğunluğunu üstelik de bunun yarattığı şok ile (burada onun sadist olduğunu varsayıyoruz) maksimize edebileceğini söyler. Bunun için sadist, zevkini karşı tarafa bir duyarlılık göstererek engellememeli, ona olabilecek en büyük şok etkisini yaşatmalıdır. Epikür'ün haz anlayışı ise bunun tam karşısındadır. Epikür için anlık hazların değerli olduğu kesinse de eğer uzun dönemdeki yan etkileri faydasını aşıyorsa bu yapılmamalıdır. Çünkü onun için Sade'da olduğu gibi bir 'Passion' bir 'şok' ve 'maddelerde uyanan titreşim'den ibaret değildir, bir mental haldir ve bir durumdur. Bu durumda insan hem haz almalı hem de huzur ve güven içerisinde olmalı, korkudan uzak hissetmelidir. Yemek yemek zevk verebilir, ancak obezite ve onun tehlikeleri beni ileride bu yemekten aldığım hazdan kat kat büyük tehlikelere itebilecekse, ben aslında hazzın değil bilinçsiz bir deliliğin peşindeyimdir. Elbette yemek yemeli ve zevk almalıyım, ancak burada hazzın 'devamlılığı' ve 'süresi'ni de göz önüne alarak daha devamlı ve huzurlu dolayısı ile yüksek olan sağlıklı hissetme hazzını yemeğin önüne koymalıyım. Cinsellik de bundan farklıdır, cinsellik semavi dinlerdeki gibi belirli kalıplara ya da 'doğum amacı'na indirgenmez ve zevk unsurudur, ancak hayatını buna adamak ya da bunun için tehlikelere girmek ya da tutkulu aşk peşinde koşmak uzun vadede kişiyi huzursuz edecek, korkutacak ve en önemli haz kaynağı olan iyi oluş, huzurluluk ve güven halinden uzağa düşürecektir. Bu yüzden bu haz gerekli değildir, ancak arzu edilebilir ve yüksek riskler alınmadıkça bu uğurda zevk peşinde gidilebilir. Birisi doğa ananın yaramaz çocuğu iken biri bir bilgedir. Şimdi mektuplaşmamıza geçelim:

Eh, ikisine de oldukça sempati besleyen ben (bunu derken Sade'ın bir cumhuriyetçi olduğu ve kendi haklarından aydınlanma idealleri uğruna feragat eden bir beyefendi yanının olduğunu ve edebi anlamda etkileyici olduğunu da ekleyerek diyorum) elbette ki bu tartışmayı pek objektif yaptıramayacaktım, o halde sevgili chatgpt'nin yardımı bana lazımdı. Bu mektuplaşmaları ona yazdırdım ancak elbette ki belirli direktifler vererek, karakter özelliklerini belirttikten sonra işi ve üslubu ona bıraktım. İyi okumalar.

Doğa, Haz ve İnsan Üzerine Bir Tez  

*Marquis de Sade'ın Kaleminden*  

Ah, insanoğlu! Beni dinleyin ve doğanın sesine kulak verin. Doğa, hepimize bir armağan vermiştir: içimizdeki ateş, yüreğimizde yanan ve ruhumuzu besleyen haz ateşi. Bu ateş, insanın varoluşunun özüdür; bizleri diri tutan, bizi var eden en temel güçtür. Herhangi bir yasa, herhangi bir ahlak kuralı, bu gücü dizginlemeye çalıştığında, aslında doğanın en derin ve kutsal emrine karşı gelir. Haz, insana verilen en yüce ödüldür ve o, tüm sınırlardan azade olmalıdır!

Doğanın yasaları, insanın hayatta kalmasını, çoğalmasını ve kendi arzularının peşinden koşmasını emreder. Bu yasaların en temelinde ise haz yatar. İnsanın gerçek doğası, sınırları aşmak, yasakları çiğnemek, sınavların ötesine geçmek ve bu yolla kendi hazzını maksimize etmektir. Haz, bir çarpışmanın en şiddetli anında, bir tutkunun zirvesinde, bir zevkin doruğunda, bedeni ve ruhu sarsan o müthiş titremede en yoğun haline ulaşır. Bu hal, insanı sarsar ve onun ruhunu en derinlerden kavrayarak kendisine doğru çeker.

İşte bu nedenle, haz verimli ve hakiki olabilmek için hiçbir şeyle sınırlanmamalıdır. Karşılıklı rıza, toplumun bize dayattığı ahlak kurallarının bir başka şeklidir ve bu anlayış, hazzı kısıtlar, onu zayıflatır. Rızayı beklemek, doğanın emrettiği anlık ve yoğun hazzı kesintiye uğratmak demektir. Rıza, hazzın saf ve yoğun doğasını anlamayanların bulduğu bir bahanedir. Epikürcülerin ve diğer ahlakçıların safça dile getirdiği gibi, hazdan ölçülü bir şekilde faydalanmak, doğanın verdiği en büyük nimeti anlamamak ve onu küçümsemek demektir.

Epikürcülerin haz anlayışı; basit, sönük ve ürkektir. Onlar, hazzı sadece basit bir hoşnutluk, zararsız bir memnuniyet olarak görürler. Bu, insan doğasının ve onun arzularının gücünü inkâr etmektir! Onlar, hazdan korkar, onu kontrol altına almayı ve onu dizginlemeyi isterler. Ancak, hakiki haz, doğanın emirlerine uygun olarak, sınırsızca yaşanan bir deneyimdir. Doğa, bizi zevklere doymak ve onları sonuna kadar yaşamak için yaratmıştır. 

Ey, ahlaki normların boyunduruğu altında ezilenler! Sizleri, zincirlerinizden kurtulmaya davet ediyorum. Doğa, bize sınırsız bir haz kapasitesi vermiştir ve biz bu kapasiteyi sonuna kadar kullanmalıyız. Haz, doğanın en saf haliyle verdiği bir emirdir; bu emir, sınırlara ve yasaklara yer bırakmaz. İnsan, hazzı tam anlamıyla yaşayabilmek için doğanın gücüne ve kendisine verilmiş olan içsel dürtülere tamamen teslim olmalıdır. Haz, insanın doğasına özgü bir haktır ve bu hakkı kullanmak, varoluşumuzun en temel amacı olmalıdır.

Sonuç olarak, haz, doğanın en saf ve en temel yasasıdır. Her birey, bu yasayı takip etmek ve hazzını sınırsızca yaşamakla yükümlüdür. Karşılıklı rıza ve diğer ahlaki sınırlamalar, doğanın emirlerine aykırıdır ve insanın doğasına aykırıdır. Hakiki haz, doğanın verdiği tüm güçle ve tüm yoğunluğuyla yaşanmalıdır; bu, insanoğlunun en asil görevidir. İnsanoğlu, hazza, doğanın emrettiği gibi, sınırsızca ve tamamen özgür bir şekilde teslim olmalıdır.

Beni dinleyin ve anlayın, ey insanlar! Doğanın yasası budur ve bu yasayı çiğnemek, kendimizi inkâr etmektir. Hazzın, doğanın verdiği en büyük nimet olduğunu hatırlayın ve bu nimeti sonuna kadar yaşayın. Çünkü ancak bu şekilde, gerçek bir insan olabilir ve doğanın bize verdiği en yüce armağanın
Marquis de Sade

hakkını verebiliriz.

Devam ediyorum. Çünkü, söyleyeceklerim henüz bitmedi. Duyun beni ve doğanın yasalarını, onların inceliklerini bir kez daha kavrayın.

Doğa, bir düzendir, evet; fakat bu düzen, sanılanın aksine sabit sınırlar ve kısıtlamalar üzerine kurulu değildir. Tam tersine, doğa, sürekli bir hareket, değişim ve dönüşüm halindedir. Bu hareket, doğanın en temel yasasıdır ve bu yasa, her birimizin içindeki arzuların sınırsızlığında kendini gösterir. Bir birey, doğanın bu sürekli hareketine ayak uydurmak, bu ritmi anlamak ve ona teslim olmak zorundadır. İşte bu nedenle, hazzını hiçbir şekilde kısmayan bir insan, doğanın yasalarını daha derinlemesine anlamış ve kabul etmiş bir insandır. 

Hazzını sınırsızca yaşayan bir insan, doğanın bu sürekli değişim halini kendi içinde yaşar ve bu hali kucaklar. Böyle bir insan, arzularını takip ederken doğanın hareketine uyum sağlar ve onun bir parçası olur. O, doğanın ritmine dans ederek katılır ve bu dans, onun ruhunda sürekli bir haz ve tatmin hali yaratır. Doğa, ona hazzını en yoğun şekilde yaşaması için tüm olanakları sunar ve o da bu olanakları sonuna kadar kullanır.

Buna karşılık, hazlarını sınırlayan, ölçülü davranmaya çalışan bir Epikürcü, doğanın bu yasasına karşı gelir. Epikürcü, hazdan korkar ve onu bir denetim altına almaya çalışır. O, doğanın sunduğu sınırsız olasılıkları reddeder ve kendini bir hapishane içinde yaşar gibi sınırlar. Bu sınırlar, onun doğanın gerçek hareketini ve değişimini anlamasını engeller ve onu bir durağanlık haline sürükler. Doğa, onun bu durumu kabul etmez; çünkü doğa, durağanlığı değil, hareketi sever. Doğanın ritmini anlamayan ve ona uymayan bir insan, doğanın verdiği en büyük armağan olan sürekli tatmin ve mutluluğu asla tadamaz.

Bilin ki, hazlarını sınırsızca yaşayan bir insan, doğanın ritmine en uygun yaşayan insandır. O, doğanın ona sunduğu her anı, her arzuyu ve her tutkuyu kucaklar. Onun için hayat, bir macera, sürekli bir keşif ve tatmin arayışıdır. Bu, doğanın ona sunduğu gerçek mutluluktur. Bu mutluluk, bir anlık değil, süreklidir; çünkü doğa, onun ruhunda sürekli bir hareket ve değişim yaratır. 

Epikürcü ise, hazlarını sınırlandırarak kendini bu sürekli mutluluktan mahrum eder. Onun mutluluğu, zayıf ve sönüktür; çünkü o, doğanın sunduğu gerçek yoğunluk ve coşkudan korkar ve kaçar. O, sınırlı bir hayat yaşar ve bu hayat, ona gerçek tatmini ve mutluluğu asla vermez. Epikürcü, doğanın yasalarını anlamayan ve onlara karşı gelen bir insandır ve bu nedenle asla gerçek mutluluğu tadamaz.

Bu yüzden, hazzını sınırsızca yaşayan bir insan, doğanın yasalarına uygun olarak yaşar ve bu da ona sürekli bir mutluluk hali verir. O, arzularının peşinden koşarak doğanın ritmine uyum sağlar ve bu uyum, onun ruhunda derin bir tatmin ve mutluluk yaratır. Epikürcü ise, hazdan korkarak ve kendini sınırlayarak doğanın yasalarını reddeder ve bu da onun ruhunda bir durağanlık ve tatminsizlik hali yaratır. 

Sonuç olarak, doğanın yasalarını anlayan ve onlara uygun olarak yaşayan bir insan, hazzını sınırsızca yaşar ve bu da ona sürekli bir mutluluk verir. Doğanın ritmine karşı gelen ve hazdan korkan bir Epikürcü ise, asla gerçek mutluluğu tadamaz. İşte, doğanın gerçek yasaları ve bu yasaların insan ruhunda yarattığı etkiler budur. Bu yasaları anlayın ve bu yasaların sizlere sunduğu hazzı ve mutluluğu sonuna kadar yaşayın!

Toplumsal Yasaların Saçmalığı Üzerine Bir Beyan

*Marquis de Sade'ın Kaleminden*  

İnsanların oluşturduğu yasalar ve kurallar, doğanın yasalarının yanında ne denli anlamsızdır! Beni iyi dinleyin, çünkü doğanın bize sunduğu en yalın gerçekleri açıklayacağım. Evrenin her köşesinde hüküm süren tek yasa, maddenin ve enerjinin değişmez kurallarıdır; doğa, yalnızca bunları tanır. Maddi dünyanın dışında bir gerçeklik yoktur ve insanın bu dünyada var olması, yalnızca maddenin yasalarına bağlıdır. Öyleyse, toplumların yarattığı bu sahte yasalar ve kurallar neye hizmet eder? Hiçbir şeye!

Doğa, hiçbir zaman insanın arzularını, hazlarını ve tutkularını kısıtlayan bir yasa koymamıştır. O, her birimize sınırsızca zevk alma kapasitesi vermiştir. Doğanın yasası, arzuların özgürce ifadesidir. Oysa toplumların dayattığı yasalar, bu özgürlüğü kısıtlar; bireyi zincire vurur, doğanın emirlerine aykırı olarak sınırlar ve yasaklar koyar. Bu yasalar, doğanın gerçekliği karşısında sadece bir saçmalıktan ibarettir.

Bir materyalist olarak biliyorum ki, tüm varlıklar ve olaylar, yalnızca maddenin hareketleri ve etkileşimlerinden ibarettir. İnsanın ruhu, düşünceleri ve arzuları da bu maddi süreçlerin ürünleridir. O halde, maddenin ve doğanın yasalarının ötesinde hiçbir şey yoktur. İnsan, doğanın bir parçası olarak, onun yasalarıyla uyum içinde yaşamalıdır. Toplumların yarattığı yasalar ise, insanı doğasından koparır ve onu yapay bir düzenin kölesi yapar.

Toplumsal yasaların altında yatan tek amaç, bireyin doğal haklarını ve özgürlüğünü kısıtlamaktır. Bu yasalar, güçsüzlerin, korkakların ve zayıfların çıkarları doğrultusunda oluşturulmuştur. Güçlü olanı, doğanın ona verdiği hakları kullanmasını engellemek için kurulmuş birer tuzaktır. Toplum, kendi düzenini korumak adına doğanın gerçek yasalarını çiğner ve bireyi doğasından kopararak, onun arzularını bastırmaya çalışır.

Ancak, doğanın gerçek yasaları, insanın arzularının ve hazlarının sınırsızca yaşanmasını emreder. Doğa, bireyin mutluluğunu ve tatminini her şeyin üzerinde tutar. Toplumsal yasalar ise, bu doğallığı bozar ve insanı yapay bir çerçeveye sokar. Bu çerçeve içinde birey, gerçek özgürlüğünü ve mutluluğunu kaybeder. Doğanın yasalarına uygun olarak yaşayan bir insan, hiçbir toplumsal yasa tarafından sınırlandırılmamalıdır.

Maddi dünya, insana sınırsız haz ve mutluluk potansiyeli sunar. Doğanın yasalarını takip eden ve maddi dünyanın gerçekliğini kabul eden bir insan, kendini bu potansiyele açar. Ancak toplumsal yasalar, bu potansiyeli sınırlayarak insanın doğasına aykırı bir yaşam sürmesine sebep olur. Bu yüzden, toplumsal yasaların kölesi olan bir birey, asla gerçek anlamda özgür olamaz.

Doğa, bize bu dünyada var olmamız için gereken tüm gücü ve özgürlüğü vermiştir. Onun yasaları, insanın arzularının peşinden gitmesini ve hazlarını en yoğun şekilde yaşamasını emreder. Toplumların yarattığı yasalar ise, bu doğal özgürlüğü ve gücü kısıtlayarak, insanı yapay bir düzene hapseder. İşte bu nedenle, toplumsal yasalar, doğanın gerçek yasaları karşısında tamamen anlamsızdır.

Sonuç olarak, toplumsal yasalar, doğanın yasalarına karşı gelen bir saçmalıktan ibarettir. Maddi dünyanın gerçekliğinde, insanın özgürlüğü ve mutluluğu, doğanın yasalarına uyum sağlamakta yatar. Toplumsal yasalar, bu uyumu bozar ve insanı kendi doğasından koparır. Bu nedenle, gerçek bir özgürlük ve mutluluk arayışında olan her birey, toplumsal yasaların boyunduruğundan kurtulmalı ve doğanın gerçek yasalarına uygun olarak yaşamalıdır. Doğa, bize özgürlüğü ve sınırsız hazzı sunmuştur; bu armağanı kabul edin ve yasaların saçmalığını reddedin!

Epikür'ün Marquis de Sade'a Karşı İtirazları 

*Epikür'ün Kaleminden*

Sevgili Sade, fikirlerinizi dikkatle okudum ve bu görüşlerinizin doğanın gerçek yasaları ve insanın nihai mutluluğu konusunda ne kadar yanlış bir yolda olduğunu belirtmem gerekiyor. Anlıyorum ki, doğanın bize sınırsız haz alma yetisi verdiğini savunuyorsunuz. Ancak, materyalist ve Epikürcü bir bakış açısıyla, hazzın yalnızca en yüksek titreşimler ve ani şoklardan ibaret olmadığını, aksine, uzun vadeli bir iyi oluş halini hedeflemek gerektiğini savunuyorum.

Doğa, evet, bize haz alma kapasitesini verir. Ancak bu haz, yalnızca ani ve yoğun bir şekilde yaşandığında gerçek anlamını bulmaz. Doğanın yasaları, denge ve uyum üzerine kuruludur. Maddi dünyanın gerçekliği de, süreklilik ve dengeye dayanır. En yüksek titreşimde, en yoğun hazzı yaşamak, doğanın bu dengesini bozmak anlamına gelir. Bir insan, sürekli olarak aşırı haz peşinde koşarsa, bedeninin ve zihninin sınırlarını zorlayarak, sonunda kaçınılmaz bir şekilde acıya ve tatminsizliğe sürüklenir. 

Uzun Vadeli İyi Oluşun Üstünlüğü:

Epikürcü bir hazcılıkla, mutluluğun ve hazzın en üst düzeyde sürdürülebilirliği, dengeli bir yaşam tarzını gerektirir. Hazların aşırılığı, bedensel ve zihinsel dengemizi bozarak, bizi uzun vadede mutsuz ve tatminsiz kılar. Örneğin, aşırı yemek yemekten alınan kısa süreli haz, uzun vadede sağlığımızı bozar; ya da sürekli olarak yoğun bir haz peşinde koşmak, zamanla duygusal ve zihinsel yorgunluğa neden olur. Doğanın yasaları, bizi dengeye çağırır; ve bu denge, ölçülü bir yaşam tarzı ile mümkün olur.



Bu nedenle, hazzı en yüksek titreşimde ve şok halinde aramak yerine, uzun vadeli iyi oluşu ve dengeyi aramalıyız. Çünkü gerçek haz, yalnızca geçici ve yüzeysel tatminlerde değil, sürekli ve derin bir iç huzurda bulunur. Hazlarımızı kontrol ederek, uzun vadeli mutluluğu ve içsel dinginliği hedeflemek, doğanın bize sunduğu en büyük armağandır.
Epikür




Toplumsal Yasaların Gerekliliği

Toplumsal yasalar konusuna gelince, burada da doğanın düzenini ve dengesini göz önünde bulundurmamız gerekir. Sen, toplumsal yasaların insanın doğal haklarını kısıtladığını savunuyorsun. Ancak, doğanın yasaları her bireyin sınırsız haz arayışını meşru kılmaz. Çünkü her bireyin arzularının ve hazlarının sınırsız bir şekilde tatmin edilmesi, kaçınılmaz olarak diğer bireylerin özgürlük ve mutluluğuna zarar verir.

Toplumsal yasalar, bireylerin bir arada uyum içinde yaşamasını sağlamak için vardır. Doğa, insanı sosyal bir varlık olarak yaratmıştır ve bu nedenle, insanın en yüksek mutluluğu, başkalarıyla birlikte ve onlarla uyum içinde yaşadığı bir düzen içinde gerçekleşir. Toplumdaki bireylerin birbirlerinin haklarını ve özgürlüklerini koruması, uzun vadeli mutluluk ve huzur için gereklidir. Toplumsal yasalar, bu dengeyi sağlamak ve bireylerin birlikte yaşamalarını mümkün kılmak için oluşturulmuştur.

Eğer herkes kendi arzularının peşinden sınırsızca koşarsa, toplumda kaos ve çatışma kaçınılmaz hale gelir. Bu durum, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde uzun vadeli mutluluğun önündeki en büyük engeldir. Epikürcü bir bakış açısıyla, toplumun ve bireylerin mutluluğu, ancak yasaların rehberliğinde ve uyumlu bir yaşam sürmekle mümkündür. Bu yüzden, toplumsal yasalar, doğanın dengesi ve uyumu için gereklidir; çünkü onlar, bireylerin birbirlerine zarar vermeden birlikte mutlu yaşamalarını sağlar.

Sonuç olarak, gerçek mutluluğun ve hazzın, en yüksek titreşim ve şoklardan değil, uzun vadeli bir iyi oluş halinden geçtiğini ve toplumsal yasaların, bu dengeyi korumak ve sürdürülebilir mutluluğu sağlamak için gerekli olduğunu savunuyorum. İnsan, doğanın bir parçası olarak, doğanın denge yasalarına uyum sağlamalı ve bu yasaların rehberliğinde, hem kendisi hem de toplum için en yüksek mutluluğu aramalıdır.

EK OLARAK : 


Epiküryen felsefe, materyalist ve hedonist temeller üzerinde kurulmuş bir düşünce sistemidir. Materyalist bir dünya görüşünü benimser ve ruhun ya da bilincin fiziksel dünyadan bağımsız bir varlığı olduğunu reddeder. Aynı zamanda hedonisttir, çünkü mutluluğun ve hazzın yaşamın nihai amacı olduğunu savunur. Ancak Epiküryen hedonizm, yüzeydeki hazlardan ziyade uzun vadeli mutluluk ve acıdan kaçınma üzerine yoğunlaşır. Bu bağlamda, Epiküryen birinin, empatinin ve karşılıklı rızanın toplumsal bir dogmadan fazlası olmadığını iddia eden birine nasıl cevap vereceğini ele alabiliriz.

 1. Empati ve Karşılıklı Rıza: Toplumsal Dogmadan Fazlası

Epiküryen Bakış Açısıyla Empati:

Epiküryen felsefede, empati, insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak görülür. İnsanlar sosyal varlıklardır ve bu nedenle birbirleriyle etkileşimleri, bireysel mutluluklarını doğrudan etkiler. Epikürcüler, bireyin uzun vadeli mutluluğunu ve huzurunu sağlamanın en iyi yolunun, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamak ve onlara saygı göstermek olduğuna inanırlar. Bu bağlamda empati, sadece bir toplumsal norm ya da dogma değil, aynı zamanda bireyin kendi mutluluğunu artırmanın bir yoludur.

Empatinin Materyalist Temeli:

Materyalist açıdan, empati bir hayatta kalma mekanizması olarak evrimleşmiştir. İnsanlar, hayatta kalma şanslarını artırmak için sosyal gruplar halinde yaşarlar ve bu sosyal yapılar içinde işbirliği ve karşılıklı destek, bireyin hayatta kalma ve üreme şansını artırır. Bu bağlamda empati, toplumsal bir yapıdan ziyade, biyolojik bir temele dayanan bir yetenektir. Bu evrimsel perspektif, empatinin toplumsal bir dogmadan ziyade, bireyin hem kendi hem de grubunun hayatta kalma şansını artıran doğal bir yetenek olduğunu gösterir.

 2. Karşılıklı Rızanın Önemi

Epiküryen Hedonizm ve Karşılıklı Rıza:

Epiküryen hedonizmin temelinde, kalıcı ve sürdürülebilir mutluluğun peşinde koşma fikri yatar. Bu mutluluğun anahtarı ise, bireyin acıdan kaçınması ve ruhsal huzura ulaşmasıdır. Karşılıklı rıza, bu bağlamda kritik bir rol oynar çünkü rızaya dayalı olmayan eylemler, bir başkasının acısına veya zararına sebep olabilir. Bu, doğrudan ya da dolaylı olarak bireyin kendisine de zarar verebilir; örneğin, düşmanlıklar, güvensizlikler ve uzun vadede yalnızlık yaratabilir. Epikürcüler, uzun vadeli mutluluğun, karşılıklı anlaşmaya ve rızaya dayalı eylemlerle daha iyi sağlanacağını savunurlar.

Materyalist ve Pratik Perspektif:

Karşılıklı rıza, toplumsal yapıların işleyişi için de temeldir. Materyalist bir perspektiften bakıldığında, toplumsal düzen, bireyler arasında güven ve işbirliği gerektirir. Eğer bireyler birbirlerinin rızasına saygı göstermezlerse, bu toplumsal bağların zayıflamasına ve nihayetinde toplumsal düzenin bozulmasına yol açar. Toplumsal düzenin bozulması ise bireylerin güvenliğini ve refahını tehdit eder. Bu nedenle, karşılıklı rıza, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde mutluluğun ve istikrarın sürdürülmesi için zorunlu bir ilkedir.

 3. Karşılıklı Rıza ve Empatinin Bireysel Mutluluğa Katkısı

Uzun Vadeli Mutluluk ve Sosyal Bağlar:

Epiküryen felsefe, bireyin ruhsal huzurunun ve mutluluğunun sosyal bağlara ve topluluk içinde güvenli ve destekleyici bir çevreye sahip olmasına bağlı olduğunu savunur. Empati ve karşılıklı rıza, bu sosyal bağların güçlenmesine katkıda bulunur. İnsanlar, birbirlerine saygı gösterdiklerinde ve birbirlerinin duygularını ve arzularını anladıklarında, daha derin ve anlamlı ilişkiler kurabilirler. Bu ilişkiler, bireyin uzun vadeli mutluluğu için vazgeçilmezdir, çünkü bireyler, bu tür ilişkilerden gelen destek ve sevgiyle ruhsal huzura ulaşabilirler.

Pragmatik Bir Yaklaşım:

Epiküryenler, mutluluğun ve acıdan kaçınmanın pratik ve pragmatik yollarla sağlanabileceğine inanırlar. Empati ve karşılıklı rıza, bu hedefe ulaşmanın en etkili yollarından biridir. Örneğin, empati ve rıza olmadan, bireyler arasında sürekli çatışmalar ve anlaşmazlıklar ortaya çıkar, bu da bireyin ruhsal huzurunu bozar. Ancak empati ve rıza, bireylerin birbirlerini daha iyi anlamalarını ve birlikte uyum içinde yaşamalarını sağlar. Bu da bireyin hem kendi mutluluğunu hem de toplumsal barışı ve istikrarı artırır.

 4. Empati ve Rızanın Felsefi Savunusu

Empati ve Etik:

Epiküryen etik, bireyin mutluluğunu ve ruhsal huzurunu maksimize etmeyi amaçlar. Empati, bu amaca ulaşmanın önemli bir aracıdır. Birey, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anladığında, onlarla daha uyumlu ve huzurlu bir ilişki kurabilir. Bu da bireyin kendi mutluluğunu artırır, çünkü uyumlu ve destekleyici ilişkiler, ruhsal huzur ve mutluluğun temel taşlarıdır.

Karşılıklı Rıza ve Ahlaki Değerler:

Karşılıklı rıza, Epiküryen etik bağlamında ahlaki bir değere sahiptir çünkü bu, bireyin özgürlüğünü ve otonomisini tanır ve saygı gösterir. Rızaya dayalı olmayan eylemler, diğer bireylerin haklarını ve özgürlüklerini ihlal eder ve bu da toplumsal ve bireysel huzursuzluğa yol açar. Rızaya dayalı eylemler ise hem bireyin hem de toplumun mutluluğunu ve istikrarını korur.

 Sonuç

Epiküryen felsefe, empatinin ve karşılıklı rızanın toplumsal bir dogmadan fazlası olduğunu güçlü bir şekilde savunur. Empati ve rıza, yalnızca toplumsal düzeni ve bireysel mutluluğu sağlamak için değil, aynı zamanda bireyin kendi ruhsal huzurunu ve uzun vadeli mutluluğunu artırmak için de gereklidir. Materyalist ve hedonist bir perspektiften, empati ve rıza, bireyin en yüksek mutluluğa ulaşması için temel araçlardır. Bu nedenle, Epiküryen bir bakış açısı, bu değerleri bireysel ve toplumsal düzeyde hayati ve kaçınılmaz olarak görür.

BUNA SADE NE DERDI ? 


Marquis de Sade'ın felsefesi, aşırı bireycilik, hazcılık ve doğanın içgüdülerine sadakat gibi ilkeler üzerine kurulmuştur. Sade, toplumsal normlara ve ahlaki değerlere karşı oldukça eleştirel bir duruş sergileyerek, bireyin arzularını en uç noktada yaşamayı savunur. Bu bağlamda, Sade'ın Epiküryen argümanlara nasıl itiraz edebileceğine dair bir yanıtı şöyle olabilir:


Ah, Epiküryenler! Onların ölçülü haz, erdem ve uzun vadeli mutluluk arayışı, bireyin doğasını bastıran ahlakçılığın başka bir versiyonu değil midir? Onlar, empati ve karşılıklı rızayı, bireyin mutluluğunu sağlamak için gerekli olarak görüyorlar; oysa bu, doğanın kendisine, insanın özgür ve sınırsız arzusuna karşı işlenmiş en büyük ihanettir.

1. Empati ve Rızanın Kökenine Dair Yanılgı:

Empati ve rıza, doğanın kurallarına aykırıdır. İnsan, içgüdüsel olarak bencil ve haz arayışında olan bir varlıktır. Bu içgüdüleri bastırmak, bireyin en temel doğasına ihanet etmek demektir. Empati, yalnızca toplumun, bireyleri kontrol etmek ve onların arzularını dizginlemek için uydurduğu bir kavramdır. İnsan doğası gereği güçlü olanın zayıf olana hükmettiği bir arenadır ve bu arenada empatiye yer yoktur. Empati, zayıfların ve korkakların sığındığı bir limandır; oysa doğa, güçlüyü ödüllendirir ve zayıfı yok eder. Rıza ise, bu güç dengesini bozan ve doğanın işleyişine karşı bir müdahaledir.
Justine'den bir sahne


2. Karşılıklı Rızanın Hazza Engel Olması:

Karşılıklı rıza, hazzı sınırlayan, onu daha düşük, daha az saf bir forma dönüştüren bir gerekliliktir. Hakiki haz, sınır tanımaz; arzularımızın ve dürtülerimizin peşinden giderken karşılaştığımız tüm engelleri aşar. Rızanın gerekliliği, toplumsal düzenin bir dayatmasıdır ve bu düzen, bireyin arzularını bastırmak ve kontrol altında tutmak için yaratılmıştır. Oysa insan, doğanın bir parçası olarak, doğanın yasalarını takip etmeli ve arzularının peşinden gitmelidir. Rızaya dayalı eylemler, doğanın saf ve acımasız gerçekliğine karşı bir aldanıştan ibarettir.

3. Uzun Vadeli Mutluluk Miti:

Epiküryenlerin "uzun vadeli mutluluk" dedikleri şey, aslında arzuların ve tutkuların bastırılmasından başka bir şey değildir. Onlar, hazların sınırlanması gerektiğini, çünkü bu hazların uzun vadede acıya yol açabileceğini savunurlar. Ancak bu, insanın en temel güdüsünü, yani derin ve sınırsız haz arayışını bastırmak anlamına gelir. Hakiki haz, anlık ve yoğun olanda bulunur; geçmişin veya geleceğin hayaletleriyle sınırlanamaz. İnsan, en yüksek hazzı aramak için yaratılmıştır ve bu arayışta, geleceğin belirsiz vaatlerine göre kendini sınırlamak bir zayıflıktır. Epiküryenlerin savunduğu bu "sükûnet", aslında arzuların ve dürtülerin bastırılmasıyla elde edilen bir uyuşukluktan ibarettir.

4. Sosyal Bağların Kölesi Olmak:

Epiküryenlerin empati ve karşılıklı rızaya verdikleri önem, insanı sosyal bağların kölesi yapar. Oysa insan, doğası gereği özgür olmalıdır; arzularının ve tutkularının peşinden gitmeli ve onları sınırsızca tatmin etmelidir. Sosyal bağlar, bireyin arzularını bastırmasına ve bu bağların gerektirdiği fedakarlıklara katlanmasına yol açar. Bu bağlar, bireyin özgürlüğünü ve hazzını sınırlayan prangalardan başka bir şey değildir. Gerçek özgürlük, bu prangaları kırmak ve doğanın kanunlarına sadık kalarak arzularını en uç noktada yaşamaktır.

5. Ahlak ve Değerlerin Reddi:

Epiküryen etik, bireyin kendi mutluluğunu maksimize etme gerekliliğini vurgular, ancak bu mutluluk, toplumun dayattığı ahlaki değerler çerçevesinde şekillenir. Oysa ahlak, doğanın bir yasası değildir; insanların yarattığı bir düzendir. Bireyin arzuları, bu düzenden bağımsız olarak şekillenir ve bu arzular, doğanın kendisi kadar hakikidir. Ahlaki değerler, doğanın yasalarına karşı bir ihanet ve insanın doğasını bastıran bir zincirdir. Birey, kendi arzu ve hazlarını ahlakın ve toplumun dayatmalarından bağımsız olarak yaşamalıdır. Ahlak ve etik, bireyin özgür iradesine ve doğasına karşı işlenmiş en büyük suçtur.

---

Sonuç olarak, Epiküryenlerin empati, rıza ve ahlak gibi kavramlarla bireyin doğasını bastırmaya çalışmaları, insanın özüne, doğasına ve hazzına karşı işlenmiş bir suçtur. İnsan, doğanın bir parçası olarak, arzularını sınırsızca ve özgürce yaşamalı ve bu arayışta, toplumsal normlar ve ahlaki değerlerle sınırlanmamalıdır. Çünkü en yüksek haz, doğanın yasalarına ve bireyin içgüdülerine sadık kalmakla elde edilir; tüm bu yasaların ve içgüdülerin ötesinde yatan bir "uzun vadeli mutluluk" arayışı, insanın gerçek doğasına ihanet etmektir.

Şimdi mektuplaşmaya devam edelim.


Epikür'e Bir Yanıt: En Mutlu İnsan Üzerine Bir Beyan  

Marquis de Sade'ın Kaleminden 

Sevgili Epikür, senin şu "uzun vadeli iyi oluş" denilen naif felsefeni okudum ve anladım ki, doğanın en temel yasalarını ve insanın en içsel arzularını tamamen yanlış yorumlamışsın. Sen, insanın en yüksek mutluluğu bulması için hazlarını kontrol altında tutması gerektiğini savunuyorsun; oysa ben, insanın en saf ve gerçek halini yalnızca sınır tanımayan bir haz arayışında bulabileceğine inanıyorum. Bırak da sana doğanın gerçek yasalarını ve insanın doğasında saklı olan mutlak mutluluğun ne olduğunu anlatayım.

Doğa, insana sınırsız bir haz kapasitesi sunar; o, bu dünyada var olan en güçlü kuvvetlerden biridir. Doğa, insanın içindeki arzuları bastırmak için değil, onları serbest bırakmak için var olmuştur. Senin o bahsettiğin "denge" ve "uyum", aslında korkakların ve zayıfların, kendi arzularını gerçekleştirmekten kaçınmak için uydurduğu masallardan başka bir şey değildir. Doğa bize sürekli bir mücadele, sürekli bir arayış sunar ve bu arayış, her türlü zevki ve hazzı tatmin etmeye yönelik olmalıdır. Zira doğanın yasası, hiçbir şeyi sınırlamaz, hiçbir şeyi yasaklamaz.

Sonsuz Hazza Giden Yol:

İnsanın gerçek mutluluğu ve tatmini, en yüksek titreşimler ve en yoğun hazlarla bulunur. Evet, belki bu haz, bir şok etkisi yaratır, belki bir süre için bedeni ve zihni sınırlarının ötesine taşır; ama işte tam da burada, insanın en gerçek, en saf hali ortaya çıkar. Senin dediğin gibi bir "denge" arayışı, aslında insanı kendi doğasından uzaklaştıran bir zayıflıktır. Gerçek haz ve mutluluk, ancak sınırların ötesine geçtiğinde, doğanın tüm yasalarına meydan okunduğunda ortaya çıkar. Bu nedenle, en mutlu insan, arzularını sınırlamayan, her türlü zevki sonuna kadar yaşayan bir insandır.

Toplumsal Yasaların Gereksizliği:

Toplumsal yasalar mı dedin? Ah, ne büyük bir aldatmaca! Toplumsal yasalar, insanın doğasına aykırı, sahte bir düzenden başka bir şey değildir. Sen, bu yasaların bireylerin birlikte uyum içinde yaşamasını sağladığını söylüyorsun; oysa ben, bu yasaların insanın en temel özgürlüklerini ve hazlarını kısıtlamak için var olduğunu biliyorum. Toplumsal yasalar, güçsüzlerin güçlü olanlara karşı kullandığı birer silahtan ibarettir. Doğa, bize hiçbir yasa koymaz; o, sadece var olmayı, yaşamayı ve arzularımızın peşinden gitmeyi emreder. Toplumun koyduğu yasalar ise, insanın bu doğal haklarını ve özgürlüklerini elinden alarak, onu sahte bir düzenin kölesi yapar.

Erdemsiz Bir Sadist Olarak Mutluluk:

De Sade'In anonim bir portresi

Senin bu "uzun vadeli iyi oluş" arayışın, aslında bir zayıflık göstergesidir. En mutlu insan, hazlarının peşinden koşan, hiçbir sınır tanımayan, erdemsizlikte özgürlüğü bulan bir sadisttir. Evet, sadizmden bahsediyorum! Çünkü sadist, doğanın en saf ve en gerçek halidir. O, hiçbir yasa ve ahlaki değerle sınırlandırılmamış, yalnızca kendi arzularının peşinden giden insandır. Sadist, doğanın ona verdiği tüm güç ve yetkiyi kullanarak, arzularını en yoğun şekilde yaşar ve bu sayede gerçek mutluluğa ulaşır.

Erdemsiz bir sadist, toplumun sahte değerlerine ve kurallarına kulak asmaz. O, doğanın ona sunduğu sınırsız haz potansiyelini, sonuna kadar kullanarak, gerçek özgürlüğü ve mutluluğu bulur. Sadist, doğanın gerçek yasalarını anlar; o, güçlünün ve cesurun, kendi arzularının peşinden gitmesi gerektiğini bilir. Bu nedenle, en mutlu insan, doğanın en saf ve en gerçek temsilcisi olan sadisttir.

Sonuç Olarak:

Sevgili Epikür, senin bu denge ve uyum arayışın, insanın gerçek doğasını ve mutluluğunu anlamaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Gerçek mutluluk ve tatmin, yalnızca en yoğun hazlarda ve arzuların sınırsızca tatmin edilmesinde bulunur. En mutlu insan, arzularının peşinden korkusuzca giden, hiçbir toplumsal yasa ve değere boyun eğmeyen erdemsiz bir sadisttir. Çünkü sadist, doğanın gerçek yasalarına göre yaşayan tek insandır; o, hiçbir şeyi sınırlamayan ve her şeyi tatmin eden doğanın en saf halidir. O halde, bırak da doğanın gerçek yasaları bize rehberlik etsin ve en yüksek mutluluğa, en yoğun hazlarla ulaşalım!


Epikür’ün Yanıtı: Erdemli Haz ve Uzun Vade Üzerine Bir Karşı Çıkış

Epikür'ün Kaleminden

Sevgili Sade, argümanlarını büyük bir ilgiyle okudum ve şunu belirtmeliyim ki, senin bu anlattıkların doğanın gerçek yasalarından ve insanın hakiki mutluluğundan ne kadar uzak olduğunu açıkça gösteriyor. Anladım ki, hazza olan bu açlığın, insanı erdemin ve aklın ışığından nasıl saptırdığını fark edememişsin. Oysa ki, erdemli bir yaşamın uzun vadeli tatmini ve dengesi, senin bahsettiğin o şiddetli, geçici hazlardan çok daha üstün ve kalıcıdır. 

Erdemli Haz ve Uzun Vadeli Tatmin:

Sen, sadistin ve erdemsiz bir hayatın, insana en yoğun hazzı ve mutluluğu getireceğini iddia ediyorsun. Ancak, göz ardı ettiğin nokta, bu hazların kısa ömürlü ve geçici olmasıdır. Gerçek haz, yalnızca anlık bir tatminde değil, uzun vadeli bir huzur ve tatminde bulunur. Erdemli bir insan, arzularını kontrol edebilir ve kendini daha büyük, daha anlamlı bir amaca adar. İşte bu, insana derin ve kalıcı bir mutluluk getirir. Çünkü erdemli bir insan, hazların kölesi değil, efendisidir; o, aklını kullanarak hazlarını yönetir ve böylece dengeli bir yaşam sürer. 

Sadistin hazları ise, gelip geçici bir ateş gibidir; anlık bir parıltı yaratır, ama kısa sürede tükenir. Bu tür hazlar, insanın içsel dengesi ve huzuru için hiçbir katkı sağlamaz. Aksine, insanı bir süre sonra daha büyük bir boşluğa ve tatminsizliğe sürükler. Senin savunduğun bu sınırsız haz arayışı, aslında insanın kendi kendini tüketmesine ve yok etmesine yol açar. Çünkü doğa, her şeyin bir sınırı ve ölçüsü olduğunu bize öğretir. Bu sınırı aşmak, yalnızca acı ve tatminsizlik getirir. 

Erdemin Gerçek Hazları:

Erdemli bir Epikürcü, kendi arzularını ve hazlarını aklın rehberliğinde yönlendirir. O, kısa vadeli tatminlere değil, uzun vadeli huzura odaklanır. Bu nedenle, erdemli bir insanın hazzı, geçici değil, kalıcıdır. O, doğanın yasalarına uygun yaşar; doğanın dengesini ve uyumunu bozmadan, kendine ve başkalarına zarar vermeden haz alır. Bu, insana hem fiziksel hem de zihinsel bir tatmin sağlar. Çünkü gerçek haz, yalnızca bedensel değil, aynı zamanda ruhsal bir tatmindir. 

Sadistin hazları ise, yalnızca bedensel bir tatmine odaklanır ve bu yüzden sınırlıdır. Sadist, erdemli bir insanın sahip olduğu derin ve kalıcı mutluluğu asla deneyimleyemez. Çünkü o, doğanın yasalarına ve aklın rehberliğine sırt çevirmiştir. Bu yüzden, sadistin aldığı haz, her zaman eksik ve tatminsiz kalır. 

Son Sözlerim:

Sevgili Sade, senin bu hazzı yüceltme çaban, aslında insanın doğasına ve gerçek mutluluğuna ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Sen, hazzın peşinden koşarken, insanın asıl değerini ve erdemini göz ardı

ediyorsun. Erdemli bir Epikürcü, hazlarını aklın ve erdemin rehberliğinde yaşar; o, kendini ve başkalarını mutlu etmek için çabalar. Bu yüzden, o, sadistten çok daha büyük ve kalıcı bir hazza ulaşır.

Son olarak, sevgili Sade, sana şunu hatırlatmak isterim: Doğanın gerçek yasaları, denge ve uyum üzerine kuruludur. Erdemli bir yaşam, doğanın bu yasalarına en uygun yaşam şeklidir. Bu yüzden, erdemli bir Epikürcü, senin savunduğun sadistten çok daha mutlu ve huzurludur. Belki de senin asıl aradığın, sınırsız haz değil, sınırsız bir tatmindir. Ancak bu tatmin, yalnızca aklın ve erdemin rehberliğinde bulunabilir. 

Sana hayatının geri kalanında daha derin bir anlayış ve içgörü dilerim, sevgili Sade. Çünkü gerçek mutluluk, yalnızca erdemin ışığında bulunabilir. Sen, sebep olduğun caniliklerden dolayı pişmanlık içinde oradan buraya kaçarken ben sana anlattıklarımdan başka bir şey görmeyeceğim senin gözlerinin içindeki dehşette. Benim öğrencim Lucretius Roma'nın en saygınlarından olan ve bunu yaparken senin tabirinle bir 'keşiş' de olmayan, belki en az senin kadar yaşamı seven biri olurken senin öğrencilerin caniliklerinden dolayı pişmanlıklar içerisinde kabuslarından kaçmaya çalışacaklar, senin bu şok takıntın yüzünden bir anlık domuzca hazlarının cezalarını ömür boyu bir kanun kaçağı olmanın korkusuyla ödeyecekler.

Sonuç Olarak:

Sevgili Sade, seni bu sınırsız haz arayışında yalnız bırakıyorum, çünkü erdemin ve aklın rehberliğinde yürüyenler, her zaman daha mutlu ve tatmin olmuş olarak kalacaktır. Umarım bir gün, gerçek hazzın ve mutluluğun ne olduğunu anlarsın ve bu yolda ilerlersin. Şimdilik hoşça kal ve belki de kendine, doğanın gerçek yasalarını anlamak için bir fırsat ver.


Marquis de Sade'ın Yanıtı: Epikür'ün İllüzyonlarına Bir Kahkaha  

Marquis de Sade'ın Kaleminden

Ah, sevgili Epikür, senin bu naif ve çocukça hayallerinle dolu mektubunu okurken kendimi tutamayıp kahkaha attım. Gerçekten de, erdemin ve aklın peşinden gitmeyi bir erdemmiş gibi anlatışın, o kadar komik ki! Sen, burada tüm ciddiyetinle ve o sözde "bilgece" tavırlarınla, sanki dünyanın en önemli sırrını çözmüş gibi konuşuyorsun. Fakat şunu söylemeliyim ki, bu sözlerin, gerçek bir hazcı ve materyalistin gözünde sadece bir şaka gibi duruyor. 

Erdem Adına Taptığın İllüzyonlar:

Senin bu "erdem" dediğin şey, aslında bir korkaklığın ve içsel zayıflığın ürünü. Sen, hazların kontrol edilmesi gerektiğini savunurken, aslında insanın içindeki en temel ve doğal dürtüyü bastırmanın mutluluk getireceğine inanıyorsun. Ne büyük bir aldanış! Doğa bize sınırlar koymaz; aksine, arzularımızın peşinden koşmamız için bizi sürekli olarak teşvik eder. Senin bu erdem ve denge dediğin şeyler, aslında doğanın gerçek yasalarını anlamaktan ne kadar uzak olduğunun bir göstergesi. Sen, doğayı tanrısallaştırıyor, onun yasalarını çarpıtıyor ve kendi korkularının bir yansıması olarak erdemi yüceltiyorsun. Ne yazık ki, bu illüzyonlara kapılmak seni bir hazcı yapmaz; aksine, seni bir köle yapar.

Gerçek Hazcının Yolunu Anlayamamak:

Gerçek bir hazcı ve materyalist, erdemden ve sınırlamalardan nefret eder. O, hayatın sunduğu her türlü zevki ve hazzı, hiçbir sınır tanımadan, sonuna kadar yaşar. Çünkü gerçek haz, yalnızca kontrolsüz ve özgürce yaşanan bir hayatta bulunabilir. Senin bu "uzun vadeli huzur" dediğin şey, aslında yalnızca bir korkaklık ve arzuların karşısında diz çökmekten ibaret. Sen, hazları kontrol altında tutmayı bir başarıymış gibi anlatıyorsun; oysa bu, doğanın gerçek yasalarına ve insanın içsel dürtülerine tamamen aykırı bir düşünce.

Kendi Hayal Dünyanda Kaybolmuşsun:

Ah, sevgili Epikür, sen ve senin gibiler, bu dünyada asla gerçek bir hazcı olamayacaksınız. Çünkü siz, erdemin ve aklın illüzyonlarına kapılmışsınız; doğanın sunduğu sınırsız haz bahçesini göremeyecek kadar körsünüz. Siz, sahte bir denge ve huzur arayışında kaybolmuşsunuz; oysa gerçek mutluluk ve tatmin, yalnızca doğanın sunduğu sınırsız hazların peşinden gidenler tarafından bulunabilir. Sen, erdemin ve dengenin peşinden koşarken, aslında hayatın en temel ve en saf zevklerinden mahrum kalıyorsun. Bir materyalist olduğunu iddia ederken kendinin bile sebeplerini tam anlamıyla açıklayamadığın bir külte üyesin, ben ise bir hazcı olarak doğanın emrine amadeyim ve bundan dolayı hiçbir zaman pişman olmadığım. Ona ve onun benim içime tohumlarını ektiği bu erdemsizlik olarak adlandırdığın zevk kaynaklarından başka bir rehberim de hiç olmadı, bu sözlerinden sonra da olmayacak.

**Sonsuz Haz Bahçemde Bir Krallık Kurmuşken:**

Sevgili Epikür, senin bu "erdem" dediğin şey, aslında sadece bir illüzyondan ibaret. Sen, bu hayal dünyasında yaşarken, ben kendi haz bahçemde bir krallık kurmuş, her türlü zevki ve tatmini sonuna kadar yaşamaktayım. Senin gibi korkaklar, hayatın gerçek zevklerini ve mutluluğunu asla anlayamayacak; çünkü onlar, kendi yarattıkları sahte düzenin köleleri olarak kalacaklar. Oysa ben, doğanın gerçek yasalarına uygun olarak, sınırsız bir özgürlük ve haz içinde yaşamaktayım. Doğanın benim içime inşa ettiği haz tapınağına her gün yeni bir hediye sunuyorum ki bu tapınağın ateşi ben form değiştirene ve başka bir bedende, yahut bir bitkide hayat bulana kadar canlansın, öyle kitaplar yazıyorum ki bu meşalenin ateşi dünyanın dört bir tarafına yayılsın ve dogmaların doğanın üstüne acımasızca ve bahanelerle ördüğü bu duvar artık yıkılsın ve tek gerçek rehber, tek gerçek galip: yani zevk! İşte o galip, o durdurulamayan ve 2000 yıldır sen ve senin gibilere karşı aydınlanmanın içinden gelerek yükselen o güç, bir salgın gibi dünyayı dolaşsın ve herkes beni hatırlasın, zevkten kendilerinden geçerken adımı şükranla ansın! Kitaplarımı belki Bastille'e sakladım, ancak bugünün deccali olan benim yarının Prometheus'u olacağım su götürmez, senin şu 'doğa yasaların' bu doğrultuda beni yanıltmayacak sanırım.


**Son Bir Kahkaha:**

Son olarak, sana bu felsefi tartışmayı noktalamak için son bir kahkaha göndermek istiyorum senin erdemli karakterine. Senin bu illüzyonların ve sahte erdem anlayışın, aslında ne kadar da komik ve naif. Gerçek bir hazcı ve materyalist, senin bu hayallerine sadece güler geçer. Çünkü bizler, hayatın ve doğanın gerçek yasalarını anlayan ve bu yasaların sunduğu tüm özgürlükleri sonuna kadar yaşayanlarız. Bizler cenneti bu dünyada tapındığımız tek şey olan haz kültüyle bulduk ve bunu yaymaktan başka gaye de gütmedik! Sen, kendi hayal dünyanda mutlu olabilirsin, sevgili Epikür; ama bizler, gerçek mutluluğun ve tatminin ne olduğunu çoktan keşfettik.

Şimdilik hoşça kal, sevgili Epikür. Sen kendi illüzyonlarınla mutlu olmaya devam et; ben ise kendi sonsuz haz bahçemde, gerçek mutluluğun ve tatminin keyfini sürmeye devam edeceğim.





23 Nisan 2023 Pazar

Modern satanizm hakkında kısa bir özet.

 Modern Satanizme bir giriş olarak kaynağını aşağıda bulabileceğiniz kitaptan bir alıntı bırakacak ve birkaç birinci elden kaynağı da aşağıya linkleri ile ekleyeceğim. Bilgilendirici olması ve son derece marjinalleştirilmiş bir felsefi anlayış hakkında daha sağlıklı tartışmaların yapılması umuduyla.

 

 


''C- Modern Satanizm’in İlke ve Prensipleri
Diğer bir adı da LeVeyan Satanizm olan Modern Satanizm, yukarıda da ifade edildiği gibi, Anton Szandor LaVey’in görüş ve düşüncelerine dayanan ve bizzat LaVey tarafından 1966 yılında kurulmuş bulunan Satanist düşüncenin adıdır. Modern Satanizm hakkındaki bu bilgileri veren Dave Szandor Manson’a göre Modern Satanizm; mesela Geleneksel Satanizm’e nazaran çok daha mantıklı, çok daha tabii ve mevcut hayatı ya şama üzerine dayandırılmış bir düşünce biçimidir. Yani bir nevi, “bir hayat felsefesi”dir. Dolayısıyla Modern Satanizm; tabiatüstü unsurlara veya bir tanrıya inanç ya da Şeytan’a ibadet esasına dayanmayan bir düşünce sistemidir.Bu sistemin dayandırılmış olduğu unsurlar ve sahip olduğu özellikler aşağıdaki şekildedir.


D- Modern Satanizm’in Dayandığı Unsurlar
Modern Satanizm’in dayandığı belli başlı unsurları şu şekilde sıralamak mümkündür:


1- Sembolizm


Sembolizm, Modern Satanizm’in önemli bir kısmını teşkil eder. Zaten bu dine verilen “Modern Satanizm” ismine bir göz atıldığında, bu isimden hareketle, pek çok kimsenin Hıristiyan kutsal kitabında anlatılan Şeytan’a tapmış olduğunu düşünmenin tabii olacağı söylenmekte Diğer bir ifadeyle, Modern Satanizm, Hıristiyan kutsal kitabında anlatılan Şeytan’a dair unsurlardan çok şey taşımamaktadır. Öte yandan, Modern Satanistler’e göre Şeytan, Geleneksel Satanizm’in bir unsurudur. Fakat Modern Satanizm’de aynı derecede yer alan bir unsur değildir. İşte burası, Modern Satanizm açısından sembolizmin devreye girdiği yerdir. Dolayısıyla bir Modern veya LaVeyan Satanist’e göre Şeytan; kendisine tapınılabilecek, gerçek olarak yaşayan bir yaratık değildir. Daha ziyade kendi arzuları doğrultusunda yaşayan, olayların akışına tâbi olmayan ve kendi fikirlerini kendisi kontrol eden bir kimsenin sembolüdür. Daha açık bir ifadeyle belirtmek gerekirse Şeytan, kendisine tapını- lacak bir varlık olmayıp, tamamen bir semboldür. Yine, Şeytan eski İbranice’de “karşı koyan” anlamına geldiğinden, o; Modern Satanist olarak bir kimsenin, toplumsal yaşam tarzına muhalefet etmesini, kendi standartlarına göre yaşamasını ve mesela Amerika’da görevini tam olarak yerine getirememiş gibi görünen Hıristiyanlığa karşı gelmesini sembolize eder. Bir Modern Satanist’in ifadesiyle, hükümetlerin insanların uyması gereken kanunları vardır. Fakat Satanist kanunlar, yaşamak için kişiye tek bir yol belirlemez. Bu sebeple Satanistler, kendi hayat tarzlarını seçmekte serbesttirler. Onlara göre herkesin yapması gereken şey de budur.


2- Modernizm 

Modern Satanizm’in diğer bir unsuru da modernizmdir. Modern Satanist bilgi üzerinde çaba sarfeder; yeni şeyler ve yeni teknoloji ortaya çıkarmak için zekayı geliştirmeye çalışır. Geleneksel şeyler geçmişte kalmıştır ve artık onlara son verilmiştir. Modern Satanistler’e göre, insan toplumunun tekamülünü gerçekleştirmek ve toplumu daha da ileriye götürmek için harekete geçilmelidir. Onlar, tayin ve tespit edilmiş tek bir değere bağlı kalmayan ve farklı değerlere sahip bulunan daha güçlbir topluluk meydana getirme gayreti içerisinde olduklarını ifade etmektedirler. Onlara göre, kişilerin hayat tarzları için çok daha fazla hürriyete izin verebilecek, yani göz yumabilecek hiçbir totaliteryan din yoktur. Modernistler olmaksızın teknolojik alanda hiçbir yere varmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla Modern Satanistler, her şeyi geliştirmeye devam etmelerinin kendilerinden istendiğini düşünmektedirler. Onlara göre bu konuda kayıtsız veya ihmalkar davranan kimseler; tecrübelerinin ötesinde bilgi yağmuruna tutulacakları ve bastırılacaklarından, yaptıklarının bedelini ödeyeceklerdir.


3- Bireycilik


Bireycilik, her Modern Satanist’in hayatında mevcuttur. Modern Satanizm, her pratisyen ferde değişik gelecek şekilde kurulmuştur. Bu sistemde, birisinin kendisine göre yaşayacağı veya başkalarının acı duyacağı net ahlak kuralları; düsturlar, doğrular yoktur. Bununla birlikte, Modern Satanizm’de “Yeryüzü Kuralları” ve “Satanik Günahlar” vardır. Fakat o


kurallar, kişinin kendi belirlenmiş düsturlarına, doğrularına ve düşüncelerine yer verecek sadece birkaç sınırlamadan ibarettir. Modern Satanizm’de dinsel tören (âyin) bir tercihtir. Pek çok Satanist uygulayıcı da onu bir zihinsel hazırlık vs. olarak tatbik eder. Diğer bazıları da Modern Satanizm’in dünya görüşüne ve hayat felsefesine hayranlık duyduklarını ve hayatlarının pek çok şeyini o felsefe üzerine bina ettiklerini belirtmişlerdir. Modern Satanizm’e göre bireycilik, kişinin kendi düşünceleriyle göze çarpması, tanınması demektir. Bu, bir şeyi kendi kendine yapmak için hayatta önemli bir anahtardır. Bir Modern Satanist bunu şöyle ifade etmiştir:


“Kendini ve kendi düşüncelerini göster ve bırak senin zihin meşguliyetiyle dolu geçen hayatından gerçek sen doğsun!”.
 

4- Ateizm


Modern Satanizm hakkında bilinmesi gereken çok önemli bir şey de, onun ateist bir din oluşudur. Modern Satanist aynı zamanda bir ateisttir. Modern Satanistler’e göre, bazı kimseler ateizmi dinsizlik olarak düşünürler. Fakat onlar ateizmi, “inançsızlık” veya “bir tanrı ya da tanrıların varlığına inanmamak” şeklinde tanımlamaktadırlar.296 Bu sebeple ateizm, Modern Satanizm gibi bir akımı bile içine alabilecek bir kavramdır. Teizm297 ise, yine Satanizm gibi bir akımın, içine düşebileceği diğer bir üst kategoridir. Böylece -onlara göre- bir din ya ateistik veya teistiktir. Aynı zamanda, bir dini inanca sahip olabilecek Agnostikler298 de vardır. Fakat onlar tanrı veya tanrılar konusunda daha fazla kararsızdırlar. Dolayısıyla Agnostisizm, ateizmle teizm arasında bir konuma sahiptir. Modern Satanist, herhangi bir tanrıya inanmak için bir sebep görmez. Çünkü, ona göre kanıtlanamayan şey hakkındaki bilgi, esas olarak yanlış bilgidir. Eğer tanrı diye bir şey var olsaydı, o, kendi varlığını insanlara bir şekilde ıspatlardı. O zaman insanlar da ona kesin olarak inanırlardı. Modern Satanistler’e göre, herhangi bir tanrının varlığını gösteren bir delil olmadığına ve dolayısıyla tanrı diye bir varlığın mevcudiyeti imkansız olduğuna göre, bu durumda bir tanrının varlığına körü körüne inanmak ve bir takım kurallara tâbi olmak anlamsızdır!

 Binaenaleyh, bir Modern Satanist’in kendi kurallarına göre hareket etmesi, ölümden sonraki bir hayat ve bir tanrı için değil de, hayat ve kendisi için yaşaması onu daha fazla memnun ve tatmin edecektir. Modern Satanistler’e göre hayat bu hayattır.299 Onu yaşamanın zamanı tam şimdidir. Ölümden sonraki bir hayat ıspatlanmamıştır. Tekrar söylemek gerekirse, varlığı ve doğruluğu kanıtlanmadığı sürece, onunla ilgili olarak verilen bilgiler de yanlış demektir.


5- Hedonizm, Naturalizm ve Hümanizm 

Anton Szandor LaVey.

Modern Satanizm’in diğer birkaç unsuru arasında Hedonizm, Naturalizm ve Hümanizm yer almaktadır. Hedonizm, kişinin hayatta yapmış olduğu şeyleri kendisi için yapmış olmasıdır. Bu manada kişinin kendi öz mutluluğu, yani yaptıklarından haz duyması başta gelen bir önceliktir. Naturalizm, esasen tüm varlıkların tabii olarak yaratılmış olduklarına inanmak demektir.300 Bu, modern bilime de uygunluk arzeder. Dolayısıyla teizmi ıspatlamaya çalışmak yanlıştır.

 Hümanizm de, esas olarak, insanoğlunun engin bilgisi ve diğer varlıklar üzerindeki gücünden dolayı, insanlığın hayatın en üst şeklini yaşadığı ve her bireyin kendi hayatları için tabiatüstü varlıklara dayanmayan hedefleri takip ettiği şeklindeki bir hayat felsefesidir. Şu halde Modern Satanistler’e göre Naturalist anlayış da, Hümanist anlayış da ateizme uygun düşmektedir.301


Modern Satanizm’in dayandığı unsurları bu şekilde belirttikten sonra burada, Modern Satanizm’de 9 ilkeye yer vermek gerekecektir  

E- Modern Satanizmde Dokuz İlke


Anton Szandor LaVey tarafından oluşturulan ve “The Satanic Bible”
isimli kitabında yer almış bulunan 9 Satanik İlke aşağıdaki şekildedir:


1- Şeytan; yasak yerine müsamahayı temsil eder.


2- Şeytan; dinsel hayaller ve boş umutlar yerine canlı varlığı temsil eder.


3- Şeytan; iki yüzlü bir şekilde kendini aldatma yerine saf hikmeti temsil eder.


4- Şeytan; nankör kimselere boş yere gösterilen sevgi yerine, onu hakedenlere karşı şefkat ve sevecenliği temsil eder.


5- Şeytan; öbür yanağını çevirme
yerine intikam almayı temsil eder


6- Şeytan; ruhsal vampirlere ilgi yerine, sorumluya karşı sorumluluğu temsil eder 

 7- Şeytan; insanı, tamamen başka bir hayvan gibi -bazan daha iyi, çoğukere de dört ayak üzerinde yürüyenlerden daha kötü olarak temsil eder. Çünkü insan, “tanrı tarafından kendisine bahşedilen rûhî ve aklî gelişme ile” tüm hayvanların en kötüsü olmuştur.


8- Şeytan; hepsi de fizikî, zihnî veya heyecan uyandıran zevke götürdüğünden, tüm sözde günahları temsil eder.


9- Şeytan; tüm bu yıllar boyunca onu işlerlikte tuttuğu için, kilisenin (Şeytan’a uyanlar cemaatinin) en iyi arkadaşı olmuştur.
''

 

Kaynak: Güç, Ahmet, Şeytana tapmanın yeni adı: Satanizm, Diyanet İşleri Başkanlığı,Ankara,2004

Daha fazlası için :

https://en.wikipedia.org/wiki/LaVeyan_Satanism

Lavey tarafından yazılan kitaplardan:

https://en.wikipedia.org/wiki/The_Satanic_Bible 

https://en.wikipedia.org/wiki/The_Satanic_Rituals

https://en.wikipedia.org/wiki/The_Devil%27s_Notebook 

https://en.wikipedia.org/wiki/Satan_Speaks!

https://en.wikipedia.org/wiki/The_Satanic_Witch 

Şeytan kilisesi sitesi: https://www.churchofsatan.com/

Şeytan kilisesinin onayladığı okuma listesi : https://www.churchofsatan.com/sources-book-list/

Lavey'in denemeleri ve röportajları: https://www.churchofsatan.com/theory-anton-lavey/ 

9 Nisan 2023 Pazar

Sokrates'in ''Erdem''i

 Sokrates, felsefe tarihinde devrim yaratmış bir filozoftur. Hatta öyledir ki ondan öncekileri pre-sokratik filozoflar ve ondan sonrakileri de Sokrates-sonrası filozoflar olarak adlandırırız. Bu devrimsellik, onun etik anlayışında da görülebilir. Felsefe yapma biçimini kendinden öncekilerin geneli gibi doğanın mekanik düzenini açıklamaktan ziyade 'nasıl iyi yaşanır' sorusunu cevaplamaya yoğunlaştıran Sokrates. Tutarlı ve rasyonel, yerleşik geleneklere eleştirel gözle bakan bir ahlak oluşturarak döneminden ayrılır. Zira döneminin genel ahlak anlayışı, birtakım Tanrısal geleneklerin pratik hayattaki tezahüründen pek farklı denemez. Sokrates ise ahlakı tamamen aklın hakimiyetine sokmuştur.

1.İnsanın amacı ve doğası

A. PSUKHE KAVRAMI

Sokrates, etik anlayışını belli bir insan tasavvuruna dayandırmıştı. İnsanın nasıl iyi yaşamasını gerektiğini anlamak için öncelikle onu anlamak ve çözümlemek gerekiyordu. Bu bu tasavvurun temelini ise psukhe kavramı oluşturur. Etimolojik açıdan bakıldığında psukhe kavramı 'soluk almak'tan gelmektedir, bununla beraber yaşam, tin anlamlarına da tekabül eder. Homeros için psukhe, ölen bir


kahramanın ağzından çıkan bir yaşam soluğuydu. Pre-sokratik filozoflar ise psukhe kavramını canlıların hareketi ile ilgilenen en üstün motiv olarak görmüşlerdi. Bir anlamda psukhe, hareketin 'arkhe'si, hareketin ilk nedeniydi. Thales için harekete yol açan güçtü, ona göre hareket eden şeyler ruhun varlığına dair bir kanıttı. Bütün dünya bir değişim içindeydi ve hareket gücüne sahip maddelerden oluşuyordu. O halde hepsinin bir şekilde belli bir bilinç benzeri şeye sahip olması lazım geliyordu. Bu bir nebi her şeye belli ruhlar atfeden ilkel anlayışla benzeşse de Antik-Yunan düşüncesi bunu daha da geliştirmişti. Mesela mıknatısın ruhu kendi kendini değiştiremezdi ve dışsal bir nesneydi. Herakletios ise psukhe kavramını değişimle daha da çok bağdaştırarak varolan her şeyin hareket içinde olduğu ve bu hareket ilkesinin psukhe olduğunu savundu. Atomcular için ise psukhe hareketin ve duyumun ilkesiydi. Bu ruhun içinde ise birtakım farklı bölümler vardı, bunlar akıl, öfke, iştah ve arzuydu ve mutluluğa giden yol ise doğanın da içinde bulunduğu olan denge durumu, tüm bu özelliklerin sağlıklı bir biçimde dengelenmesi, yani ölçülülüktü. Bir bakıma, pre-sokratik dönemde de insanın nasıl daha iyi yaşaması gerektiği hakkında ölçülülüğe dayanan görüşler vardı ancak bunların hiçbiri sokratesin yaptığı kadar temellendirmeye, insan doğası hakkında çıkarımlara ve akla dayanmış halde değildi.

Sokrates'in yaptığı yenilik ise bu psukhe'ye bilincin ve ahlaki karakterin ikamet ettiği yer olarak adlandırmasından geliyordu. O halde insanın ruhunda ahlakın ve bilincin ikamet ettiği bir yer vardı ve bu ahlaki bilinç de iyi olmak istiyordu, ama ya iyi olmak neydi? Bunu kim belirliyordu? Bunun için teleolojik dünya görüşüne bakmamız gerekiyor.

 B. Teleolojik dünya anlayışı ve erdemin neliği

Sokrates'in düşün dünyasında dünyanın, doğanın işleyişinin ve bu doğadaki her şeyin bir amacı vardı. Bu doğadaki varlıklar belli şeyleri yapmayı amaç edinmiş birtakım özlere sahiptiler. Bu özlerden kaynaklı olarak ise her canlının hatta her maddenin belli bir işlevi vardı. Erdem dediğimiz şey ise bu maddenin ve ruhun özünden kaynaklanmış işlevi gerçekleştirmesiydi, yetkin olmasıydı. Örneğin bıçağın işlevi kesmektir ve kesen bir bıçak, erdemli bir bıçaktır. Doğasına ve işlevine uygun davranmaktadır. Sokrates için erdem ve işlevi yerine getirmek neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmıştır. O halde insanın da ahlaki bilincinin bir doğası varsa ve bu doğanın da belli bir işlevi varsa, iyi dediğimiz şey ise bir şeyin kendi potansiyelini ve işlevini yerine getirmesi ise, ahlaki bilinç yani psukhe iyi olmayı arzulamakta ve iyi olmak da özünden kaynaklı olan doğana uygun olmaktı. O halde yapılması gereken şey insanın doğasını anlayıp bu doğanın işlevini maksimize etmeye çalışmaktır. 

Sokrates'in kendini bil! buyruğu da temelini buradan alır. Kişi ancak kendini sorgulayarak ve içebakışlar ile doğasını anlayarak potansiyelini ve özünü, bundan kaynaklı olarak da işlevinin farkında olup bu işlevini yerine getirebilir, yani sokratik bir anlamda olabileceği en iyi insan olabilir. O halde iyi olmak için insanın kendini tanıması gerekmektedir. İnsan kendini bilerek doğadaki yerini de daha iyi anlayacak ve hayatını daha iyi planlayacaktır. Eğer bu olmazsa ve kişi kendini tanımayazsa kendi doğasının farkında olmayan insan kendi işlevinin ne olduğunu anlayamayacağı gibi bundan dolayı bu işlevini yerine getiremeyecek veyahut maksimize edecmeyecektir. İyi bir insan olamayacağı gibi ancak doğasını yerine getirdiği zaman alacağı tatmin hissiyatını ve iyi olma halini tadamayacaktır.

 C.İnsanın amacı ve eudaimonia

Sokrates için ahlaklılığın amacı, ahlaki hayatın özü tebrik edilmek veyahut birtakım haz olarak adlandırdığı safi olarak cinsel hazların peşinden koşarak zevk almaya çalışmak veyahut tanrısal olduğuna inandığı birtakım yerleşik inançların pratiklerini hayatında uygulamak olamaz. Ahlaklılığın amacı, insanın bir bütün olarak gelişmesi, gerçekleşmesi ve işlevini yerine getirmesi ve doğasına uygun davranıp işlevini yerine getirdiği zaman varacağı bir bütün olarak tatmin hissiyatı duyacağı, tüm potansiyellerini gerçekleştirerek mutluluğa varacağı iyi olma hali olan 'eudaimoniaya' varmasıdır. Bu yüzden Sokrates için insanın neden alaklı olması gerektiği sorusu aptalcadır. Zira insanın doğası, ahlaklı olmak, işlevini gerçekleştirmek üzerine kuruludur. İnsanın psukhesi iyi olmak istiyorken eğer insan, iyi olmanın kaynağı olan doğasını yeterince tanıyabilirse bu bilinci de bu doğasına uygun davranmaya zaten başlayacaktır. İnsan tasavvuru doğru olan bir kişinin bilinci de onu doğru yere götürecek, zaten potansiyeline sahip olduğu işlevi kolayca gerçekleştirecek, tren istasyonunu bildiği an ona ulaşacaktı. Buradan hareketle onun insanın bilerek yanlış yapamayacağı fikrine ulaştığını anlyoruz ki, buna ilerleyen kısımda değineceğim.

Eudaimoniaya varmanın yolu insanın işlevini gerçekleştirmesinden geçiyor ve insanın işlevi de doğasından geçiyorsa bunun için insanın doğasını anlamak gerekir. İnsanın doğasını anlamak içinse insan ile diğer canlıların farkının kaynağının ne olduğunu anlamak gerekir ki, bu sayede 'insana özgü' işlevin ne olduğu açığa çıksın. Bu fark ise Sokrates için insanın akıl ve bilince sahip olmasıdır. O halde onun işlevinde aklın önemli bir pay sahibi olması gerekir, insanın kendine özgülüğünün kaynağı akıldır.

Eudaimonia kavramını biraz daha açalım. İlkçağ felsefesinde her şeyin bir yazgısı, yani daimonu olduğuna inanan ve her insanın da bu yazgının doğası ile uyum içinde  olduğu ve doğanın da iyi düzenlendiği, yapısının da düzgün ve olması gerektiği gibi olduğu ve insanın da mutlu olmak ve iyi yaşamak adına bu iyi düzenlenmiş daimonuna uyması gerektiği, doğasına itaat etmesi gerektiği inancı vardı ki, işte Eudaimonia buydu. Sokrates de bu inancı aynen taşımaktaydı ki onun için de insanın amacı, insandaki karakterin merkezi olan ve aklı ve ahlaklılığı içinde barındıran psukheye iyi bakmak, onu yetkin kılarak ve tatmin ederek mutlak bir işlevi yerine getirme haline, mutlak bir öz-memnuiyet haline ulaşmak, Eudaimoniaya böylece ulaşmaktan başka bir şey değildi. Onun için insani iyilik hali sad olarak maddiyatla veyahut politik güç ile sağlanamazdı. Bu iyilik hali psukheye ait, manevi ve ruhani bit tatmin oluş haliydi. Erdemli hayat da bu programlı olduğumuz doğanın gerçekleştirilmesi, psukhenin iyi kılınmasıydı. İnsanın işlevi işte bu psukheyi geliştirmekti. Eudamoniaya-erdem ilişkisi birbirini tamamlıyordu.

Erdem işlevi yerine getirmek ve teleolojk olan özden kaynaklanan doğaya iyi yaşamaktı ve bu olduğu anda da insan tam bir manevi tatminlik haline ulaşacak, manevi bir iyiye erişecekti. Sen ancak özüne uygun davranıp doğanı uygulayan bir insan olursan ki bu doğan da aklını ve ahlakını geliştirmektir, işte ancak o zaman işlevini yerine getirerek amacına ulaşmaktan dolayı varacağın yere, nihai amacın olan tatminlik haline erişebilirsin. Erdemler, mutluluğa döşeli taşlar olmak durumundadır. Erdemler de eylemlerle birleşerek mutluluğun bileşimlerini meydana getirir. Zaten bu mutluluk da doğamızın bir parçasını değil, doğamızı bütünüyle gerçekleştirip tatmin etmekten başka bir şey olamaz. Sokrates, erdem ve mutluluk arasında özsel ve kesin, kaçınılmaz bir bağ kurar. Bu bağ, onun için zorunludur

Etik entelektüalizm

İnsan işlevini ancak kendisini gözlemleyerek ve kendisini tanıyarak bilebilir demiştik. Bilgi, işlevin neliğini bize öğretir ve biz de bunu bilince işlevi yerine getiririz ve erdemli oluruz. O halde erdemin kaynağı bilgidir. Bilgisizlik ise kendimizi ve işlevimizi tanımamızı engelleyerek bizi mutsuzluğa sürükler ve kötü bir hayat yaşatır. O halde bilgi, iyi bir hayat için en temel kaynaktır. İnsan ne kadar iyi niyetli olursa olsun doğası ile ilişkin bilgiyi düzgün şekilde kavramayazsa mutlu ve yetkin olamaz. Erdemlerin hepsinin kaynağı bu yüzden bilgiden türer. Bunun yanında bilgi, kendinde bir amaç değildir, tam tersine doğru bir şekilde eylemenin ve erdemli yaşamanın aracıdır. Bilmek, eylemek içindir. Zaten onun için gerçek bilgi, iyi ve kötünün ne olduğuna ilişkin bilgidir. Belki herkes kuantum hakkında araştırma yapmak zorunda değildir, ancak herkes doğası ile ilgili bilgiye sahip olmak ve erdemin ne olduğu hakkında kafa patlatmak, doğası üzerine çözümlemeler yapmak - eğer iyi bir yaşam sürmek istiyorsa- zorundadır.

Kişi, psukhesi hakkında yeterli bilgiye sahip olur ve onun 'gerçek benliği' olduğunu kavrayabilirse, yani eylemlerini düzenleyen ana kaynağın akıl ve ahlaki bilinci içeren psukhe olduğunu anlar ve onun bir trafik lambası gibi benliğini düzenlediği bilgisini kavrarsa, hayatını buna göre düzenler ve gerçekten neyin iyi olduğunun bilgisine erişir. O bilgi de psukheyi geliştirmektir.

Cesaret ise onun için bir başka bilgi formudur. Zaten onun için birazdan sayacağımız 5 karakter özelliği olan cesaret, bilgelik, ölçülülük, cesurluk, doğruluk ve dindarlık da tek bir şeyin, erdemin yani bilginin farklı yansımalarıdır. Mesela cesaret dediğimiz şey, nelerden korkulup korkulmaması gerektiği, neyin göğüslenip nelerden kaçınılması gerektiğinin bilgisine varmak, bunun erdemini sağlamaktan başka bir anlama gelmez. Cesaretin bilgisine varmak, kendisini boş yere tehlikeye atan bir aptal ise bilgece bir korku duyan, sadece korkulması gerekenden korkan ve kalan her şeye cesurca ve dik bir şekilde bakan erdemli insanı ayıran şeyin, iyi ve kötü yaşamın bilgisine varmaktır. Erdemli insan, bu konuda işlevini yerine getirirken, aptal getiremez ve kötü bir yaşama mahkum olur. Aptal insan, gerçek cesaretin bilgisine varamamıştır ve onu kavrayamaz.

Sokrates için diğer erdem ölçülülüktür, biz buna özdenetim de diyebiliriz. Özdenetim, organizmanın her bir parçasının, insanın birçok istek ve arzusunu bütünü adına denetlemesi, tek bir ihtiyacını değil ancak tüm tatmin kaynaklarını tadacak ve işlevlerini yerine getirecek şekilde yaşaması, her ihttiyacını hakkını vererek tatmin etmesi anlamına gelir. İnsanın kendi üstündeki egemenliğidir. Bunun için de tekrar iyi ve kötüye ilişkin bilgi sahibi olmak zorundadır, zira ancak insan tatmin kaynaklarını tanıyarak ve işlevlerini bilerek ve ancak ve ancak tüm tatmin kaynaklarını ve işlevlerini yerine getirerek bir tatmin ve iyi oluş haline ulaşacağı bilgisine, iyi ve kötünün bilgisine vardıktan sonra hayatını bu ilke ışığında sürdürebilir. Sadece akıl ile ulaşılan bilgelilik bu ihtiyaçları bir ahenk şeklinde karşılayabilir.

Adalet ise insanın kendi üstüne düşenin ne olduğu, nasıl potansiyel olarak kendisine en uygun şeyi yapacağının bilgisine ulaşmasıdır. Bir insan gene bunu ancak ve ancak iyi ve kötünün bilgisine erişerek ve kendini, çevresinş tanıyarak yapar. İnsan doğası ve çevresi hakkında düşünmeyen ve çözümlemeler yapmayı beceremeyen biri nasıl olur da hakkaniyetli davranabilir? Tekrardan başa dönüyoruz, onu cesaretli yapan da ölçülü yapan da adil yapan da bilgidir. Bilgi, tüm erdemlerin ortak kaynağıdır. Sanki tüm erdemler ondan türemiştir. Sokrates için de böyledir, erdemlerin birliğini iddia eder.

Aslında adil olmak da, cesaretli olmak da bilge olmanın farklı zaman ve durumlardaki pozisyonlarıdır. Ölçülülük kişilik ve benlik hakkında bilge olmaktır, cesurluk zor zamanlarda bilge olmaktır. Bu erdemler birdir ve bu birliği de bize ''bilgelik'' verir. Böylelikle o, erdemli olmayı bilge olmaya eşitleyerek bir nevi psikolojik egoizme yönelir. İnsanın doğası işlevini tamamlamaya yöneliktir ve bu işlevi bize tanıtan şey bilgidir, bu bilgi alınınca da zaten tatmin olmaya programlanmış insan doğası düğmeye basacak ve doğru olanı yapacak, erdem dağına tırmanacaktır. Her insan, böylelikle kendi çıkarına yani doğasına ve işlevine uygun eylemleri yapmaya çalışacaktır.  Kimse bilerek yanlış yapmaz, doğru bilinirse o zaten yapılacaktır ki kişilerin yanlış şeyler yapmasının sebebi, doğrunun farkında olmamalarından kaynaklıdır. Sokrates, irade zayıflığını reddeder böylelikle, elbette ki bunda onun psukhe anlayışında ruhun içinde sadece aklın meydana geldiği kabulunden kaynaklıdır. İnsan eğer gerçekten bu kadar rasyonelse o halde onu yanlış yöne iten şey arzular veyahut kontrol edilemeyen hazlar değil, psukhenin, aklın, entelektüel hatalarıdır. Onun tasarladığı psukhe sanki bir robottur, işlevini yerine getirmek isteyen bir robot.

Alperen Özali, Nisan 2023

KAYNAKÇA

  Bingöl, M. (2023). Sokrates Öncesi Dönemde: Doğa’dan İnsan’a Aklın Serüveni . HUMANITAS - Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi , 11 (21) , 59-86 . DOI: 10.20304/humanitas.1165143

 Süar Oral, S. (2022). PRE-SOKRATİK YUNAN FİLOZOFLARININ PSYKHE ÖĞRETİSİ EKSENİNDE RUH FİLMİ ÖRNEĞİ . sinecine: Sinema Araştırmaları Dergisi , 13 (1) , 127-150 . DOI: 10.32001/sinecine.946850

Çilingir, L. "“KENDİNİ BİL!” BUYRUĞU ÜZERİNE". FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2022 ): 65-86

Rogers, A. K. (1925). The Ethics of Socrates. The Philosophical Review, 34(2), 117–143. https://doi.org/10.2307/2179462
 
 Dürüşken, Ç. "Antikçağ'da 'Psykhe' Kavramına Genel Bir Bakış I". Felsefe Arkivi 0 (2013 ):
 
 Cevizci. A. (2014). Etik-Ahlak Felsefesi, İstanbul: Say Yayınları. 

Odabaş, U. K. (2019). Eudaimonia’nın Sokratik Görünümü: Erdem Bilgidir ve Hiç Kimse Bilerek Kötülük Yapmaz . Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi , 23 (1) , 93-102 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunisosbil/issue/43928/538460

Özkan, F. (2013). Sokrates’in Entelektüalist Ahlâkı . Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , (4) , 35-53 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/igdirsosbilder/issue/66809/1044833

Akarsu, B. "SOKRATES'DE ERDEM DÜŞÜNCESi". Felsefe Arkivi 0 (2014 ): 57-73

Önal, M. (2006). SOKRATES'E GÖRE ERDEM VE ERDEM EGİTİMİ . Felsefe Dünyası , (44) , 133-145 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/felsefedunyasi/issue/58313/843745