yazılarımızdan arayın

gericilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gericilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2023 Pazar

BATININ MAKİNESİ İLE YETİNMEK YAHUT BATI’NIN NELİĞİ ÜZERİNE

 


Felatun bey ile Rakım efendi Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayınlanmış bir romandır. Edebiyatımızda, ‘batıyı kavramayan züppe’ karakter tiplemesi üzerine yoğunlaşan Ahmet Mithat efendi, roman boyunca bize Batı’nın düşün dünyasını kavramayan ancak şekil itibari ile son derece Batılı olan Felatun Bey’in örnek alınmayacak davranışlarını, gösterişinin arkasında sadece derin bir boşluğun olduğunu ancak, kendi kültürünü koruyan ve benimseyen, ancak Batı’nın ‘iyi’ yanlarını alan Rakım Efendi’nin çevresi tarafından takdir edilen, kendini geliştiren ve ne kadar kültürlü bir insan olduğu anlatılır. Romanın efendisi Ahmet Mithat, sanki Felatun’u ve dolayısı ile ‘katıksız batıcılığı’ lanetlemiş; bir sentezin ürünü olan Rakım Efendi’yi ise kutsamıştır. Roman, bize açık bir mesaj vermektedir. Bu mesaj, Batı uygarlığının fennini, Doğu uygarlığının ahlakını almak üzerinedir. Zira, Ahmet Mithat Efendi’nin zihin dünyasında olması gereken uygarlık bu şekildedir. Kendisi Avrupa’ya ziyarete gittiği vakit makineleri görür, fabrikaları ziyaret eder ve şoka uğrar. Doğduğu andan itibaren medeniyetinin dünyanın en ileri medeniyeti olduğu ve tüm inançlarının hakikat, devletinin ve toplumunun pratiklerinin de bu hakikatin birer gölgesi, yansıması ve Tanrı'nın gölgesi (Zıllullah) olduğuna inanan bir insanın, kendilerinden çok daha alçak, kötü ve yanlış inançlara saghip olduğuna inandığı bir

Batılıların gözünden Osmanlı tasviri

toplumun bireylerinin ondan çok daha tatminkar bir hayat sürdüğüne tanık olunca elbette ki şok olması normaldir ki bundan sonra, kendi medeniyeti hakkında bireyin içinde bir çatışma başlar.  Batı kendilerinden çok daha ileri tekniklerle geleceğe doğru yürümektedir. Ancak, Paris sokaklarına çıktığı vakit, bu kendi kültürünü sorgulayan ve kederli Mithat bey, birden kültürünün güzelliğini tekrar hatırına getirir. Fransız kadınları ve erkekleri pek yakınlardır! Bu ise ona göre ahlaksızcadır. Ahlak yargılarını koymak, hele ki ahlaki iyiliğin insanın (well-being) tatmin oluşundan farklı bir şey olduğuna inanan genel bir semavi din inanışına tabi biri için çok daha kolaydır. Batı ne kadar tatminkar yaşarsa yaşasın kendi mistik dünyasındaki iyi anlayışı insanı tatmin eden şeyden çok uzak olan bir Doğulu zihnin olgusal karşılaştırmalardan, bu dünyadan alınan zevkten ve mutluluğun  karşılaştırılmasından uzaklaşarak karşıya ahlaksız damgası vurması elbette çok kolaydır. O inanmıştır ki bu Batı evet bizden daha kaliteli ve mutlu yaşar ancak, ahlaksızdır! O halde Batı’nın fenni, Doğu’nun ahlakı ideal bir uygarlığı yaratacaktır. Ya bu böyle midir? Bu tezi incelemek için, uygarlık nedir bunu sormak gerekir.

Uygarlık, bir ulusun maddi ve manevi varlıklarının tümüdür. Uygarlıklar, kendi aralarında bazı detay derecede farklar olsa da genelde belli bölgeler üzerinde hakimiyet kurarlar. Bu hakimiyet sadece iktisadi üretim şekillerini veyahut hiyerarşik oluşumları kapsamaz, Her uygarlığın belli bir düşün dünyası temeli ve ilkeleri vardır ve bu temeller ve ilkeler o uygarlığın hakim olduğu alandaki insanların zihinlerinin en kuytu dehlizlerine dahi hakimiyet kurar. Bir Batılı ile Doğulu'nun x durumuna koyduğu yargı apayrıdır, bu iki zihnin değerlendirme kriterleri birbirinden çok uzaktır. O halde bu tanıma uyan 2 uygarlıktan bahsedebiliriz. Doğu ve Batı. Burada Doğu ve Batı’dan kastım bir coğrafi konum değil, iki farklı ve birbirinize uzak düşün dünyasıdır. Her uygarlık, kendini bir felsefe ve motivasyona yaslamaktadır. Öyledir ki, bu motivasyon onların motoru olduğu gibi nereye yürüneceğini gösterecek bir kutup yıldızı gibidir. Bu iki kültürün temelleri ise birbirine zıt şekilde farklıdır. Batı, rasyoneldir Doğu ise İrrasyonel ve mistik. Rasyonelite ve irrasyonelitenin kaynakları da temelden ayrılmaktadır. Bundan dolayı, bu iki felsefenin kuracağı kültürler de apayrı karakterde olacaktır.

Bu iki kültür, sadece ayrı olmakla kalmaz, temelde asla uzlaşamazlar. Çünkü biri akla, deney ve gözleme, diğeri ise mistisizme dayanır. Rasyoneliteye ‘açık hakikat’ adlı hediye paketi verilmemiştir, bunu onlar akıllarını ve gözlem yeteneklerinş sonuna kadar kullanarak, tartışarak ve doğadaki fenomenleri inceleyerek bulmak zorundadırlar. Deney, gözlem ve akıl onlar için tek rehberdir zira diğer hiçbir yöntem kanıta dayalı ve objektif değildir, tartışılmaya açık değildir. Keyfilerdir ve çeşitli kaprislere ve illüzyonlara dayalıdırlar. Tartışılmaya ve yanlışlanmaya açık olmayan kuramlar ise onlar için spekülasyondan öteye


gidemez, kanıt yoksa değeri yoktur. Üstelik, insanın ve onun oluşturduğu her kuramın kusurlu olacağını bilen bu insanlar, kanılara dayanılarak üretilen kuramlardan kuşku duyarak onları her zerrelerine kadar sorgulamaktadırlar. O halde, Rasyonel düşün dünyası her zaman ve her an evreni ve insanı akıl yolu ile anlamaya çalışan, hakikati bulduğunu asla iddia edemeyen, - her ne kadar ona her deneysel yöntemi izlediğinde daha çok yaklaştığını anlayabilecek olsa da- kuşkuya dayalı ve tam da bu yüzden üzerine her zaman tartışılarak ve yazılan her metin zerresine kadar tekrar ve tekrar parçalara bölünüp incelenerek atılan argümanların açıkları tamir edilebilen veyahut verimsiz olanları yenileyebilen bir yapıdadır. Onların uygarlık temeli tekrar ve tekrar tartışmak, gözlem yapmak, hipotez kurmak ve onları sorgulamaktır. İşte bu yüzden Rasyonelite dinamiktir, deneyler ve gözlemlerden belirli çıkarsamalar yapan bu düşün dünyasında, sezgilere ve 'kesinci ve baştan verili hakikatlere'; durgun insan ve evren modellerine yer yoktur. Her zaman daha az yanlış kuramı aramakta, her an eski anlatıları incelemekte, kusurları olanları elemekte ve yeni modeller kurmakta, bunların da sorgulanmasını istemektedirler.

Bir yandan da Rasyonelliğe dayalı anlayış, insan ihtiyaçlarına dayalıdır ve yine bu kuşkuya dayalı metodla atılan önceki argümanlar sorgulanarak insan ihtiyaçlarını daha çok tatmin edecek çok daha fazla yeni yönetim biçimi bulunabilir. Kısaca kuşkuya, deney ve gözleme ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzerine yoğunlaşan rasyonelitenin düşün dünyası kaynar bir kazan gibidir, attığı her adım felsefe mahkemesinde yargılanır; binasına koyduğu her temel filozof ve bilim adamı müfettişler tarafından tekrar tekrar denetlenir ve hatta binanın bitmesine çok az kaldığı halde eğer bir filozof ‘bu bina şu şekilde yapılırsa insan ihtiyaçları daha çok tatmin edilir’ derse, binası dinamitlerle yıkılır.  Rasyonelliğin yeri münazara kürsüleridir.

Mistik bir yapıda olan Doğu Medeniyetinde ise işler böyle yürümez. Doğu, sezgiye ve aklı dışta bırakan iman modeline dayalıdır. Hakikatin, kendisine sezgisi ile kesin bir şekilde verildiğini baştan kabul eden bu modelde açık tartışmalara yer yoktur, deney ve gözleme ise hiç gerek yoktur. Kesin bir hakikati baştan kabul eden bu insanlar için deney ve gözlemin anlamı nedir? Evren onlara tüm haliyle açıklanmıştır. Ortada bir muamma yoktur, o halde kişilerin hatalı kuramlar geliştirebileceği ve bu yüzden onların kuramlarının her an sorgulanması ve çürütülmeye çalışılması gerektiği motivasyonunu temel alan deney ve gözlem zaman kaybından ibarettir. Hayatın anlamı, nasıl yaşanması gerektiği için de tartışmalara yer yoktur. Çünkü onlar, doğdukları andan itibaren atalarının anlatısı ile şekillenen sezgilerinin onlara ‘hissettirdiği’ bir sorgulanmayan hakikatin onlara en iyi yaşam tarzını verdiğine hemfikirdirler. Kaprislerinin ve keyfi olarak konulan ilkelerle yaşamlarını sürmekte ve bir ömrü bunun peşinde sürmektedirler. O zaman, daha az kusurlu kuramları bulmak adına tekrar tekrar gözlemler yapmaya ve tartışmaya lüzum yoktur. Üstelik zaten bu medeniyetin kaynağındaki sezgisel yöntem(?) herhangi bir yönteme, tekniğe ve nesnel ölçütlere sahip olmadığı için tartışmaya açık olmadığı gibi, iman

1800'lerde Kahire'de yaşam, nargile içen insanlar.

kavramları da akıl yolundan değil ancak sezgi ile oluşturulduğundan dolayı yenilenemez ve geliştirilemez haldedir. Zira yenilenebilmek için öncelikle eski kuramda birtakım açıklar bulmak gerekir ki, bunlar adına rasyonel yöntem zorunludur. Yönteme uyulup uyulmaması veyahut yöntemin baştan sorgulanması gerekmektedir tüm bunlar adına nesnel, yanlışlanabilen ve deneye dayanan; keyfi ilke ve kaprislerden uzak bir düşün dünyası lazımdır. Eh, hepsi içinde evrendeki bilinmezliğe karşın bir merak lazımdır. Doğu’da ise bu yoktur, hatta fazla merak sadece kediyi değil; bazen insanın da canını alabilir. Böyle bir uygarlık temelindeki toplum, inşa ettikleri mutlak hakikat şatosunun sıcak köşelerinde kahvelerini yudumlayacaktır, toplumları durgundur, üstüne tartışacak bir şey olmadığı için münazara kürsüleri boştur. Böyle bir toplum, deney gözlem ve her zaman kuramları gözden geçirmediği için eski adetlerdeki veyahut teknik bilgilerdeki açıkları bulmaktan da mahrum kalacak, konfor alanından çıkamayacaktır.

Nitekim, tarihte de böyle olmuştur.

Batı’nın düşün dünyası için İngiliz Empiristlerinden (deneycilerinden) Bentham’ı örnek verebilirim. Onun zihninde insanın bilgi kaynağı deney ve gözlemden ibarettir. Bizlere en kesin bilgiyi bu 2 araç verecektir. Böylelikle bilginin kaynağını deney ve gözleme bağlayan Bentham, mistisizme ve saf sezgiye dayanan bilgileri tartışılamaz, belirli olamayan ve doğrulanamayan ve üstelik kanıtlanamaz olarak görür ve bu araçların bilgiye kaynak olamayacağını vurgular. Böylelikle o, mistiklik ve saf sezgi gibi tartışılamayan sezgi kaynaklarını reddederek ortaya bir tartışma ortamı atmıştır zira deney ve gözlemlerimize dayanan iddialarımız yanlışlanabilirdir. Örneğin ben kahve içmek insanı mutlu edecektir diyorsam gözlemlenme şansına sahip bir iddia ortaya atmışımdır ve bu konu hakkında birçok insan deneyler yaparak bu iddiamı doğrular veya yanlışlar, ben yanlışlanabilen ve deneye dayanan bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım. Bu sayede birçok insan x konusunda çeşitli iddialar ortaya atacak ve bunları tartışmaya, eleştirmeye başlayacaktır ki böylelikle zengin bir kültür ortamı oluşacaktır. Ancak bunun tersi şekliyle, mesela ubuntu adlı mistik bir varlığın bir emri ve öğüdü sayesinde kahve içmenin kimsenin gözlemleyemese dahi bir tür mistik bir mutluluk vereceğini ve bilimsel anlamda bunun kimseye tatmin vermese hatta kalp krizi geçirmemize sebep olsa dahi hala daha bunda gizli birtakım anlamların olduğu ve bunu yapmayan


insanların da çok kötü şeyler yaşayacağı ve hatta buna uymayanların yakılarak öldürülmesi gerektiğini iddia edersem, bu tamamen keyfi ve mistik bir iddia olarak kalır. Bunu ölçmenin bir yolu yoktur, bunu denesek ve lahve içmekten kesin anlamda zarar görsek dahi bu kişi hala daha gizli birtakım şeyler olduğu fikrinden vazgeçmeyecektir. Üstelik bu iddia olgusal temelde bir karşılık bulmadığından deney ve gözlem yoluyla ölçülemeyeceği gibi mistikliği sebebi ile rasyoenlite ve aklı da devre dışı bırakmıştır. Böyle bir iddia Bentham için kişinin belki bir yalanı, belki psikolojik bir probleminden kaynaklı olabilir ancak hiçbir kanıta ve gözleme dayanmadığı ve temellerini buradan almadığı için spekülasyondan öteye gidemez. Elimizde bunu ciddiye alıp hayatımızı bizi açıkça tatmin etmeyen bu iddiaya göre yaşamak için hiçbir sebep yoktur.

  Bu detaylı örnekten sonra konuya dönelim, ''ben bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım'' demiştim, işte o zaman anlarız ki hiçbirimiz yanılamaz değilizdir ve birçok iddiamız yanlışlanabilirdir, bilgiye ulaşmak için yegane kaynağımız da araştırmalar ve düşünce deneyleri ile yanlışlanabilecek deney ve gözleme dayalı iddialardan oluşuyorsa; o halde gelin, iddialar ortaya atalım ve tartışalım ki doğruyu bulalım. İşte özgür bir sosyal ortam oluşmuştur. Bunun yanında kaynağını deney ve gözlemden alan bir ahlak kuramı kurmaya çalışan Bentham, sezgi kaynaklı ahlakı reddetmiş ve ahlakın kaynağının hazzı arttırmak ve acıdan uzak olmak olduğunu ortaya atmış, herkes için potansiyel olarak en yüksek mutluluğun hedeflenmesi ve bunun için de teker teker bireylerin hem kendi mutlulukları hem de teker teker bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun mutluluğu için özgürce mutluluk kaynaklarını aramaları gerektiğini yazmıştır. Böylelikle insanlar hem toplumsal hem de ekonomik alanda insan mutluluğunu arttırmanın  yollarını aramıştırç.

Bunun tersi olarak da dünyanın birçok bölgesinde akıl, deney ve gözlemden ziyade saf sezgilere ve mistisizme sığınan topluluklar örnek verilebilir. Buralarda bir tartışma ortamı gözlemleyemeyiz, zira bilgi kaynağı sezgidir. Sen x i, ben de y yi sezdiysem ve sezgi

Konfüçyüsçüler

dediğimiz şey dolaysız bir algılama ise, biz birbirimizi nasıl eleştirip tartışabiliriz? Muhtemelen birbirimizi sezgilerimizin kirlenmesi ile suçlayacağızdır, zira bu sezgi ile elde ettiğimiz bilgilerin mutlak olduğuna inanırız. Böyle bir temele sahip bir iddiaya örnek olarak ise yukarıda bir kahve örneği vermiştim, bu örnekle beraber kafanızda daha iyi bir şekilde iki düşün dünyasının karşılaştırmasını yapabileceğinizi düşünüyorum. Kısacası, bu toplum durgun bir toplum olacaktır. Bir sosyal değişim ortamı görülemez. Burada ahlakın amacı ise akıldan ziyade sezgi ile kurulu, temellerini geleneklere dayamış haldedir.

 Batı, Newton fiziğini yüzyıllarca kabul ettikten sonra onun eksik yönlerini tamamlamış ve evren hakkında bilgilerini genişletmiş iken, Doğu ne yazık ki bunu yapamamıştır.

Bu iki medeniyet, dünyanın doğru algılanması adına birtakım tezler sunmuştur ki bu tezlerin sentezlenmesi imkansızdır. İngiliz empirisistinin deney ve gözlem kaynağı ile elde ettiklerine bir Hindu  siz kendinizi olgusal dünya ile kısıtlıyor ve kirli kalplerinizden dolayı bizim 'gizli anlamlarımızı' bulamıyorsunuz diyecek, Hindu’nun sezgisi ile elde ettiği ve hakikat olduğunu iddia ettiklerine ise İngiliz evren hakkında temelsiz, keyfi ve kaprislere dayalı bir önerme diyecektir. 

Elbette ki Doğu ve Batı kültürünün birçok özelliğini alan bu topraklar, sanat ve kültür alanında bu eşsiz mozaiği ve İskender’in Doğu ve Batı sanatının sentezi olarak düşlediği yapıyı korumalıdır. Ancak Modernleşmek konusunda ve sosyal bilimler alanında, felsefi bir zeminde Ahmet Mithat Efendi’nin hayali imkansız gözükmektedir.

Batı’nın teknolojisinin sebebi onun bilgi kaynakları ve ahlakıdır. Bunlardan sadece teknoloji kısmını almak, sürdürülebilir bir ilerleme adına yetmeyecek ve yanında Batı’nın ahlakı olmadan yapılan şey sırf bir teknik ithalden öteye gidemeyecektir.

Alperen Özali, 2023 Mart

4 Mart 2023 Cumartesi

KENDİ GÖK KUBBEMİZ, HAKLI BİR ENDİŞENİN SEBEP OLABİLECEĞİ YANLIŞ ADIMLAR ÜZERİNE

 Bir etkinlik adına Yahya Kemal'in 'Kendi gök kubbemiz' kitabı üzerine -daha doğrusu bu kitabın bana düşündürdükleri üzerine- yazdığım yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.


Yazarımız Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü ortam, bir değişim çağının ve rüzgarının tam ortasındadır. Onun dünyaya geldiği dönem, bir medeniyetin sancısı, travmasıdır. Bu travmanın sebebi de, bir medeniyet çatışmasıdır. Yahya Kemal de, bu çatışmaya bizzat tanıklık edenlerden biridir. Evlad-ı Fatihan Rumeli’den yalınayak sürülmüş, Ruslar Yeşilköy’e potinleri ile ayak basmıştır. Nerededir


Fatih’lerin çerileri, mehterleri; Viyana kapılarına çadırlarını kuran ordular nerededir? Hepsi bitmiş, çağ değişmiş ‘Anne, Türkler geliyor!’ diyerek feryat eden Batılılar, artık Osmanlı’yı Reval de paylaşır, hasta adam olarak adlandırır olmuştur. Bu, tarih kitaplarını karıştırırken gururlanıp, eline aldıkları gazetede Balkanların elden çıktığını okuyan ve içlerini kederin karanlık zehrinin doldurduğu, artık fakir bir toplumun gençlerini düşünmeye itmiştir: Bu, neden olmuştur, çözümü nedir?


 Fikret için çözüm, akıl ve bilimdedir; tüm eski kurumların tasfiye edilip yerine dinamik batıcı ve akılcı bir toplumun kuruluşudur. Gökalp’e göre çözüm, türklüğü muhafaza ederek bir reformlar zincirini ateşlemektir. Akif için ise çözüm Batı’nın bilimi, Doğu’nun kültürüdür. Tüm bu fikirler adeta bir kavgaya tutuşmuş ve İstanbul’da fikirsel bir mücadele silsesilesi başlamıştır. Tüm bu kavganın arasında, bir şair ve mütefekkir ise özlemle geçmişe bakmakta ve onu yad etmektedir. O kişi, Yahya Kemal’dir. Onun şiirlerini okuduğunuzda, sanki bir yaşlı aile üyesinin bir yandan hüzün ve bir yandan da gururla artık orada olmayan atalarını anlatmaktadır. Gururludur, çünkü bu atalar onların tarihidir, hüzünlüdür çünkü artık onların yadigarları elde değildir. Tüm bunların yanında, o beyaz sakallı insanın gözlerinin içindeki endişe sanki anlatımına vurmaktadır. O, tüm bunların unutulacağından korkmaktadır. Yahya Kemal eğer Türk Modernleşmesinin tarihi insan formunda anlatılmak istenilse, sanırım böyle kurgulanırdı.


Bu endişeyi anlamak zor değildir. Yahya Kemal son derece geleneklerine bağlı bir ailede dünyaya gelmiş ve sofuluktan tatmin olan bir insandır, çocukluğu boyunca Doğu’nun destanlarını dinleyen Kemal, Beyoğlu’nda alafrangalar ile karşılaşınca elbette ki endişelenmiş ve onu, atalarının yadigarlarının ellerinden kayıp gittiği korkusu sarmıştır. Sanırım, şiirlerindeki Türk-İslam vurgusu, düşün dünyasının dehlizlerindeki bu endişenin tezahürüdür.


Yahya Kemal’in endişesini anlamak mümkünse de, bu endişenin tarihin ve doğanın en önemli yasası olan ‘ilerleme ve değişime’ bir ket vurma girişimine dönmemesine dikkat edilmelidir. Nasıl ki geçmiş bizimse, geleceğe ilerleyen bir ulus için de gelecek artık onlarındır. Onlar, artık geleceğe yabancı gözü ile bakmayacaklardır. Ulusunun yararını düşünen biri nasıl ki geçmişin destanlarını yaşatmak istiyorsa, aynı zamanda onun değişimine de saygı göstermelidir. Tarihin yasaları, durmayı kaldırmaz. Nasıl ki doğada değişen koşullara adapte olamayan türler yok oluyorsa, tarih de doğanın bizzat içinde ve onun yasalarına tabii olduğundan dolayı durgun toplumlar da yok olmaya mahkumdur. Bu durgunluğun zıttı, dinamik bir toplumdur ki böyle bir toplumun yaratımı ancak bazı ilkeler ile mümkündür. Bu ikelerin temeli, insan ihtiyaçlarının tatminini akıl ve bilimin ortaya koyduğu kaynaklar ile aramaktır. 


İnsan, doğduğu andan itibaren bazı tehlikeler ile karşılaşmaktadır. Bu tehlikeler karşısında ise tarihin çok uzun bir döneminde dehşete kapılmak ile yetinmiştir. Bundan sonra ise, bu tehlikeleri nedensellik anlayışı ile yorumlamaya başlamıştır. Bu nedensellik ise, tarihin çok uzun bir döneminde, deney gözlem ve akıldan yoksun ve sezgisel haldedir. Örneğin insan, şimşek çakmasını Tanrıların kızgınlığına yormuş ve bunu engellemek adına bazı ayinler yapmaya başlamıştır. Uzun bir süre insanlık bu yorumda ısrar etmiştir ki, bunu anlamak doğaldır, çünkü sezgisel yorumlarda tartışmaya yer yoktur. Ancak, tarihin değişim yasası durmamış ve zamanla gelişen tüm entelektüel birikim zeki bir beyinde, bir kıvılcım çakmayı başarmıştır. O kişi, Thales’tir. Thales yıllarca kabul gören ve kimsenin vazgeçmek istemediği bu anlayışın onun aklını tatmin etmediğini görmüş ve doğayı gözlemleyerek yeni bir anlayışın peşine düşmüştü. Onun zihninin dehlizleri, bu açıklamadan tatmin olmayıp adeta bir motor gibi çalışmakta ve bu kurulan nedensellikte, bu ‘geleneksel açıklamalrın’ rahat şatosuna yerleşmiş eski açıklamanın kusurlarını aramaktaydı. Sonunda da bulmuştu: Süreç tamamen doğaldı, madem süreç tamamen doğaldı; o halde burada Tanrı’nın duygularını katmanın anlamı ve açıklayıcılığı neydi? Koca bir hiçti. İnsanlık yüzyıllarca yanılmıştı. O halde yapılması gereken şey ayin yapmak değil, önlem almaktır.
Bu, milyonlarca insanın hayatını akılcı önlemlerle kurtarmamızı sağlayan günümüz biliminin temelidir. Bu açıklamalar elbette ki İyonya toplumunda fırtınalar koparmıştır. Yıllarca yanılan insanların, bu yeni açıklamayı kabul etmesi uzun sürmekle beraber, birçoğu da reddetmiş ve eski ile bağlarını koparmak istememişlerdir. Onlar, atalarının onlara bıraktığı sezgici ve gelenekselci düşün dünyalarının  ellerinden kayıp gitmesinden korkarak onlara dört elle sarılmışlar, ve iyi niyetle de olsa da, insanların ve İyonya ulusunun daha mutlu ve güvenli bir hayat yaşamasının önüne zincir vurmaya ve daha da önemlisi, doğanın ve tarihin yasalarını engellemeye çalışmışlardır. Bu, boşuna bir çabadır ve elbette ki başarısızlığa mahkumdur. 

Tarihimiz ise bu ataların yadigarının elimizden kopacağının endişesi ile ona dört elle sarılarınların örnekleri ile doludur. Takiyüddin’in evreni akıl ve bilimin ilkeleri ile açıklamasına katlanamayan ve onu ‘Melekleri dikizlemekle’ suçlayan Osmanlı Şeyhülislamı ve İstanbul'da yaşanan depreme Takiyüddin'in rasathanesindeki bu 'küfrün' sebep olduğunu söyleyerek karışıklık çıkartan Osmanlı ahalisi buna örnek verilebilir. Onlar da değişimi ve yeni açıklamaları kabul edememiş ve artık geleneksel açıklamaların yenilgisi açık olduğu halde buna katlanamamış, aklı mahkum etmişler. Bunun bedeli ise ağır olmuştur. Eğer depremin sebebini bahsettiğim ilkelerle, İyonyalılar gibi doğada yapılan gözlemlerin rehberliğinde açıklayabilselerdi eğer, bu acı olaylar yaşanmayacaktı ve ilerlemenin önüne dogmatik ketler vurulmayacaktı. İnsanlar bu ilkelerin rehberliği ile yıllarca bu dogmatik anlayışları kırmaya uğraş vermeden evreni daha hızlıca keşfedebilecek ve bu keşifler sayesinde, bu keşiflerin benzer ilkeleri ile insan vucüdüna yapılan araştırmalarla beraber bizler daha sağlam açıklamalar geliştirip bu açıklamalar önderliğinde evrendeki ve insan vucüdundaki sorunlara daha 'doğru' çözümler bulacaktık. Takiyüddin'in küfre saplandığını söyleyip onun yüzünden deprem olduğunu düşünüp rasathanesine yürümeyip binaların daha sağlam yapılmasını isteyip, daha sağlam binalarla bir sürü can adına önlem alabilirdi Osmanlı ahalisi örneğin.


Akıl ve doğa kaynaklığında, bilimlerinin deney ve gözlem ilkeleri Batı’da yarattığı tartışma ortamı ile önce Bilim Devrimini, daha sonra tartışmaya, akla ve insanın daha mutlu olmasından başka kaide gözetmeyen yasaların yapımına, Sanayi Devrimini yaratıp Batılı’yı daha müreffeh ve mutlu kılarkeni, Takiyüddin’i mahkum edenlerin zihniyetinin yıkılamadığı Doğu’yu geri bırakmıştır. 


Ulusunun mutluluğunu canından çok düşünen bir aydın, bu durumda anlamalıdır ki benimsediği ve atalarından kaldığı için saygı duyduğu o gelenekler, bir ulusun gelişimini engelleyip onları mutsuz ve yeteneklerini kullanamadıkları, verimsiz bir hayata mahkum edebilir. Anlamalıdır ki Tarih ve Doğa, akıl ve doğa bilimlerinin yöntemi olan deney ve gözlem rehberliğinde, insanı mutlu kılmaktan başka amaca sahip olmayanların yanındadır. Anlamalıdır ki bu ilkeye ters düşen ata yadigarı fikirlerin artık toplumda yeri yoktur. Anlamalıdır ki Takiyüddin’i mahkum eden zihniyet de ata yadigarıdır ve bu yadigar yeri gelir atalarının torunlarına zarar verir, onları fakirliğe ve mutsuzluğun pençesine götürür ve bu demektir ki geleneklere tam bir bağlılık onun ulusuna zarar verecektir. Kısaca anlamalıdır ki, geleneklerin kalıcı olması gerektiğine inanan ve onun elinden kaydığını görünce ona sarılan bir düşün dünyası yanılmaktadır. Tarih, ilerlemekten korkmayanların ve değişimi anlayan, değişimi de sağlayan ve insanı mutlu kılan biricik ilke olan doğa bilimleri rehberliğinde düşünen ve bu ilke ile gerekirse tüm gelenekleri değiştirme iradesine sahip olanların yanındadır.


Yahya Kemal’in gelenekler hakkındaki haklı ve anlaşılabilir endişesi, geleneklerin gelenek olduğu için değerli kabul edilmesi yoluna kesinlikle dönüşmemelidir. Yoksa, geleneklerimizi korumamızın sebebi olan milletimizin ilerlemesinin önüne, iyi niyetle de olsa bir ket vuracak ve tarihin yasalarına karşı direnerek kaçınılmaz bir başarısızlığa rotamızı çevireceğiz. Bu notanın vardığı nokta ise, geri kalmış hayattan tatmin olamamış ve ne yazık ki çevresindeki ilerleyen uluslara keder ile bakan bir toplumdur. Tarih ise böyle bir durumda o topluma Fikret’in Tarih-i Kadim’indeki mısralarında olduğu gibi ‘iyi uykular’ dilemekten başka şey yapmayacaktır.

Alperen Özali, Şubat 2023