POZİTİVİZMİN TEMELLERİ
Aydınlanmadan
beri tüm Avupa’da din, a prioricilik ve tüm muhafazakar siyaset biçimleri
çökerken ve bunların yerine bilim, rasyonelite ve pozitif bilgi gelirken
neredeyse tarihte her zaman olduğu gibi tüm bu gelişimlerin sosyal düşünceye
yansıması geç olmuştu. Bacon, Newton ve Galileo bilimde aristoculuğun ve erekselciliğin mezarına son çiviyi çakmış, spekülasyonlar yerine olgular, deney ve gözlem temalı yeni bir anlayış yerleşmişti. Deney ve gözlemin, olgulardan başka bir şeye sırtını dayamayan bu anlayış Avrupa'nın her alanında bir salgın gibi yayılırken, spekülatif fikirler özellikle siyasette yerlerini koruyordu, teolojik zihniyetteki bağnazlar bir yana, aydınların çoğu ise spekülasyonlar içinde yüzen kavramlara bel bağlıyorlardı. Kimisi, bunu değişmez doğa kanunlarına ve metafizik, ''öz'' takıntılı, dünyayı insan düşüncesine bağımlı kılarak oluşturduğu ''diyalektiğe'' dayanarak yaparken, Jakobenler -Comte için- antik dünyadan devrşirilen ve Comte için yıkıcı olan, ayakları başa getiren ve ulusu kuru bir çıkarlar savaşına sürükleyen ''millet egemenliği'' takıntıları yüzünden binlerce insanı giyotine sürüklüyordu. Bunun karşıtı ise, ilkel bir Tanrısal gerekçelendirme ile toplumu zihin olarak geriye götüren, yozlaşmış ve çürük Monarşiden başka bir şey değildi. İkisi de ne olgucu, ne de ilerlemeci idi. Metafizikçiler sadece yıkar ve hiçbir şey yapmazken, Muhafazakarlar sadece mevcudu koruyor, bu da toplumda bir heyecan uyandırmadığı gibi ilerlemeye de engel oluyordu. Kısaca, Avrupa, özellikle Comte'un yükseldiği Fransız devrimi sonrası dönemde, hiç de iç açıcı değildi onun için.
Kısaca, Pozitivizm yükselmeden önce ortada pozitif bilgiyi ve
bilimi bu kadar kutsayan başka bir görüş yoktu. Siyaset, bir retorik kavgası
olarak parlementolarda yapılmakta ve din hala siyasete ve hukuka etki eder
haldeydi. Kişisel olarak beni en çok etkileyen örnek Fransız devriminde sol
tarafta oturan, dolayısı ile ilerlemeci olan ve sıkı bir liberal, Bastiat’ın
hukuku ‘‘Tanrı’nın verdiği hakların korunması’’ olarak yorumlaması ve neredeyse sosyalizme olan
tüm itirazlarını bu ilke üzerine inşa etmesiydi. Görünüyordu ki birçok alanda
gerilediği zannedilen metafiziksel düşünce dimdik ayaktaydı. Comte ve Pozitivizm
işte tam olarak bu durumu değiştirmeye çalışacaktı.
Fransa’da
ortaya çıkan, Fransızca ''pozitivisme'' olan bu fikir, anlam olarak
‘Olguculuk’ a denk düşer. Kabaca deneyle açıklanabilen, gözlemlenebilen ve
kanıtlanmış olana değer veren ve tüm bir mistik ve metafizik alana şüphe ile
bakan bir duruştur. Felsefenin bilme değerini reddeder ve onu 'spekülatif' bulur, Felsefenin görevi daha çok, bilgi ağacı dediğimiz ve dünyayı kavramamıza olanak sağlayan bilimlere yardımcı olmak, onların farklı alanlardaki bakış açılarının toparlanması ve ayrı ayrı uzmanlık alanlarından bir ''dünya görüşü'' çıkarmak olmalıdır. Bilginin biricik kaynağının
amiprik bilgiler, doğa bilimleri olduğunu savunulur. Onlar için ‘Bir şey
varsa ölçülebilir (gözlemlenebilir), ölçülebilir ise modellenebilir (olgular arasındaki art ardalığın modellenmesi) ve eğer modellenebiliyorsa öngörülebilirdir.’ mottosu bilginin neredeyse tüm alanlarında tek kaidedir. Comte için din (geleneksel din) ve metafizik düşünce tamamen anlamsızdı ve insanlık için ayak bağıydı. Elbette ki insanlığın ilerleyişinde belirli katkıları olduğu açıktı, ancak artık miadlarını dolduran bu düşünceler Deney ve gözlemle, ampirik verilerle bağdaşmayan bu düşünceler basit
spekülasyonlardı ve kesinlikle bize doğa, insan ve evren hakkında doğru
bilgileri vermekte başarısızdılar.
Dış dünya ile olan etkileşimlerimiz elde
ettiğimiz ‘olgular’ ile sınırlı ise biz ancak ve ancak bu olguların oluşlarını
ve o olguların diğer olgular ile etkileşimlerini, benzerliklerini
inceleyebilirdik. O halde bizler bilginin en kesin kaynağı olan deney ile
kanıtlanmış ampirik verilerle elde edilmiş olguların etkileşimlerine, kısaca
doğa yasalarına odaklanmalıydık. Bu doğa yasalarının ilişkilerini kavrayarak toplumların oluşumlarından beri devam eden kültürel, bilimsel ve siyasi süreçlerini analiz edebilir ve üstelik, bu ilerlemelerin hızlanmasına bu kavrayışımızla yardımcı olabilirdik. Bu anlayışta, bir şeylerin özünü kavramaya çalışmaya, masabaşında ve olgusal ilişkileri kavramaktan uzak bir zihinle belirli a priori ve metafizik spekülasyonlara dayanan prensiplerle dünyayı açıklamaya yer yoktu. Comte için bu zaten imkansız olmakla beraber, anlamsızdı da. Onun için asıl gerekli olan, kavrayacaklarımızın bizim yani büyük insanlık ailesinin ilerlemesini sağlamakta yardımcı olmasıydı. Bu ilerlemeye ise tüm bilimler belirli oranlarda katkılar sağlıyorlardı ve özellikle bunu birbirleriyle etkileşerek yapıyorlardı, tüm bilimlerin aynı yöntemle ilerlediği Comte'cu anlayışta tersi zaten imkansızdı. Kimya ve sosyoloji ilişkisini örnek verelim. Kimyada karşımıza çıkan maddenin korunumu yasası, maddelerin yok olmayıp yalnızca biçim değiştirdiğini ve bu değişimin dengeli bir şekilde gerçekleştiğini ortaya koyar. Comte’a göre bu yasa, sosyolojik düşünceye ışık tutmakta ve toplumsal değişimin dinamiklerini anlamamıza katkı sağlamaktadır. Tıpkı kimyada bir maddenin yapısının dönüşümü gibi, toplumlar da dönüşüm süreçlerinde varlıklarını korur, eski yapı unsurlarını yeni bir düzende yeniden şekillendirir. Bir devrim ya da büyük toplumsal değişim meydana geldiğinde, eski yapı ve değerler bütünüyle yok olmaz; aksine, yeni toplumsal düzenin içinde evrilerek başka bir formda varlığını sürdürür. Bu yaklaşım bize, toplumsal değişimlerin ‘yok oluş’ değil, yalnızca yeni bir yapıya ‘dönüşüm’ olduğunu gösterir. Maddenin korunumu yasasındaki gibi, sosyolojik olayların da bir nedensellik zinciri içinde birbirine bağlı olduğunu, geçmişteki toplumsal öğelerin gelecekteki yapılara evrildiğini görmemize olanak tanır.
Olguların gözlemlenmelerinden çıkan yasalar değişmezdi ve bu olguların değişmez
ilişkileri ve düzeni pozitivistler tarafından ‘fenomenlerin yasaları’ olarak
adlandırılırdı. Neredeyse bilginin tüm alanlarında aynı yöntemin kullanıldığı ve tüm bilgi türlerinin bir ''bilim ağacında'' toparlanabileceği gibi bütünlükçü fikirlerden yola çıkılarak ise evrenin ve doğanın, bunun
yanında sosyal fenomenlerin ve bu fenomenlerin kaynağı olan insanların da
ilerlemesi modellenebilir ve tasarlanabilir olduğu fikri ortaya kondu. Her şeyin bir ‘ordre’, bir ‘düzen’ ilişkisi içinde ilerlediği dünyada insanlık bundan ayrı değildi. Onun da ilerleyişinin, fenomenlerinin bir yasası vardı ve bu yasalar doğru bir halde anlaşılırsa onun ilerlemesi en verimli halde tasarlanabilirdi. Bilimin de görevi buydu. Toplumun bilimi olan sosyoloji de tıpkı doğabilimcilerin yaptığı gibi sosyal fenomenlerin yasalarını bulmalı, ilişkilerini incelemeli ve buradan hareketle insanın ilerleyişinin yönünü çizmeli, sonra ise bu ilerleyişin en verimli olacağı halde toplumsal düzenin yeniden tasarlanmasında yardımcı olmalıydı. Bahsedilen modellemenin ve yasaların keşfinin yöntemi ise toplumsal olguların ardışıklığını kavramak adına onu gözlemlemek ve bu gözlemlerden yorumlar çıkarmaktı. Tarihsel okumalar da bize gözlemleme şansımız olmayan dönemler hakkında ,bir sosyolog toplumların ilerleyişinin tarihini kavramadan onu değiştiremez ve inceleyemezdi de, alternatif bir kaynak sunuyordu.
Pozitivistler
Aydınlanmacılardan devraldıkları deney ve gözlem bayrağının yılmaz savunucuları
olmuşlardır. Aydınlanma ile beraber dinin etkisi giderek zayıflarken ve her
alanda insan öne çıkıyorken toplumsal hayatta da artık önemli olan şey
‘Tanrı’nın rızası’ değil, ‘insanın mutluluğu’ olagelmiş, neredeyse her alandaki
tüm tartışmalar sekülerleşmişti. Artık insanlar incil yorumlarını değil,
pozitif bilgilerden, deney ve gözlemden yola çıkarak oluşturdukları argümanları
çarpıştırıyordu. Pozitivizm ise bu süreci hızlandırmış ve metafizik hakkında
kuşkulanmaya başlayan insanoğlundan tüm metafiziği silmesini talep etmişti.
SOSYAL
ALANDA POZİTİVİZM
Aydınlanma
ile olan etkileşimlerine rağmen Pozitivizmin insanlık adına çizdiği yol tamamen
farklıydı. Aydınlanma bireyi kutsamış, pozitivizm bireyi yok saymış ve toplumu
sanki tek bir insanmışçasına organizma olarak incelemişti. Aydınlanma
liberalizmi kutsamış ise Pozitivizm ise tam tersine otokratlığı ve düzenciliği
kutsamıştı. Aydınlanma spontane düzene, barışçıl ve sivil topluma dayanan bir
sosyal modele güvenirken Pozitivizm tam tersine uzmanların toplumu piyonlar
gibi kullanarak doğru yola iletmesini istemişti. Aydınlanmacılar için Fransız
devrimi insanların kendi kaderlerini ellerine aldıkları, özgürlüğün eşitliğin
ve adaletin hareketi iken Pozitivizm için Fransız devrimi birkaç çapulcunun
oyunundan başka hiçbir şey değildi. Onlar ‘düzen içinde ilerlemeye’ inanıyordu,
gerisi birkatım haydutun kavgası olmalıydı. Bunu detaylandıralım.
Comte, Fransız Devrimi’nin iki ana gruba bölündüğünü savunur: devrimciler ve muhafazakarlar. Bu iki grup da Comte’un gözünde toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı, çünkü düzen ve ilerleme ilkelerini dengeli bir şekilde sağlayamıyorlardı. Muhafazakarlar düzenin teminatı olmayı savunurken, toplumsal yapıyı eski gelenekler ve din gibi dogmatik temeller üzerine kurarak toplumu sabit bir noktada tutma arzusundaydılar. Bu sabitlik, Comte’a göre, toplumsal ilerlemeyi ve evrimi engelleyen, teolojik aşamaya ait bir yaklaşımdı. Onun gözünde muhafazakarlar, toplumun pozitif aşamaya geçişini engelleyen gerici bir güçtü.
Diğer yandan, devrimciler ise, ilerleme adına düzeni hiçe sayıyor, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde yıkmayı hedefliyordu. Comte, devrimcilerin toplumun doğal evrimini dikkate almadan, ani ve düzensiz bir değişim talep ettiklerini düşünüyordu. Ona göre, devrimcilerin bu aceleci tavrı toplumun uyumunu ve istikrarını bozarak kaosa yol açıyordu. Aydınlanmanın devrimci özgürlük ve eşitlik söylemleri, Comte için düzensiz bir ilerleme arzusundan ibaretti; toplumsal yapının rasyonel bir temele oturmadan kökten değiştirilmesi ise, sadece kaos yaratacaktı. Düzen, onun için ilerlemenin önkoşuluydu. Comte, düzeni ilerlemenin önkoşulu olarak görüyordu, çünkü toplumsal uyum ve istikrar olmadan kontrollü, bilimsel bir ilerlemenin gerçekleşemeyeceğine inanıyordu. Üstelik, onun ideal düzeninde başta olacak uzmanlar topluluğunun toplumu sağlıklı şekilde analiz edip yönlendirilebilmesi için, düzen gerekliydi. Kaotik veya düzensiz bir ortamda bireysel çıkarlar öne çıkar ve toplum bilimsel yöntemlerle rasyonel bir şekilde gelişemezdi. Düzen sağlandığında, toplum kademeli ve kontrollü bir evrim sürecine girebilir, bu da anarşi ve çatışmalardan uzak, güvenli bir ilerlemeyi mümkün kılardı. Bir defa, öncelikle toplumda ortak bir değerler konsensüsü oluşturulmalıydı, düşünce yapıları ilerleme fikrine uyumlu hale getirilmeliydi. Bunların olmadığı bir devrim süreci sadece yıkacak, ama yapmayacaktı. Yaptıkları, zihinlerde bir hiç olacaktı.
Ya Comte ne istiyordu?
Comte’un çözümü, Fransız Devrimi'nde karşı karşıya gelen bu iki ana grubun eksikliklerini gidermek için pozitivizmin 'düzen içinde ilerleme' anlayışına dayanıyordu. Onun gözünde, ne devrimcilerin kaotik ilerleme tutkusu ne de muhafazakarların eskiye bağlı durağan yapısı, toplumu bilimsel bir doğrultuda ileriye taşıyabilirdi. Pozitivizm, düzeni ve ilerlemeyi aynı anda hedef alır ve her ikisini de bilimsel bir temelde birleştirirdi. Toplumun uyumu, uzmanların rehberliğinde ve bilimsel yöntemler (olguculukla ve metafizik dünya görüşünün tasfiyesiyle) aracılığıyla sağlanmalıydı; ancak bu şekilde, toplum doğal bir evrim süreciyle ilerleyebilirdi. Comte’un çözümü, toplumu bir bütün olarak ele alıyor; bireyi tek başına değil, kolektif olarak toplumun uyumuna ve düzenine hizmet eden bir unsur olarak görüyordu. Onu, gündelik hayatın ve gündelik siyasetin ve Comte'un alerjisi olan demokrasilerin güdümünden çıkararak uzmanlar tarafından kendisinin insanlık ailesi ve onun ilerlemesindeki yerinden ve görevinden haberdar edilen, bunun için çabalayan daha ''yüce'' bir insan olmaya yöneltiyordu.
Pozitivizme göre, ilerleme ancak ve ancak sağlam bir düzen içinde gerçekleşebilirdi ve bu düzen, alanında uzman olanların otoriter bir yönetimiyle sağlanabilirdi. Bilim insanları, sosyologlar ve uzmanlar, toplumu rasyonel bir temelde yönetmeli ve bireylerin bilgi eksikliği nedeniyle hatalı kararlara sapmalarını önlemeliydi. Comte’a göre, toplum bir organizma gibi işlemeliydi; bu organizmanın her bir parçası, uyum içinde işleyişe katkıda bulunmalıydı. Bu bakış açısıyla, toplumdaki bireylerin birbirine benzer, uyumlu bir şekilde hareket etmesi gerektiği sonucuna varır. Burada, örneğin işçi ve patron çatışmasına yer yoktur, bu metafizik düzenden kalmadır ve organizmanın bu iki değerli parçası devletin başındakı uzmanların, kendilerine aşılanan ''insanlık ailesindeki işbölümünün yeri'' inancının emeği ve Comte'un önem verdiği, insanın maddiyatçı tarafını baltalayan ve toplumsal kesimlerin uzlaşımını onları daha maneviyatçı bir bakışa itecek olan STK'ların emeğiyle uzlaştırılacaklardır. Eğer toplumda çok farklı birey türleri olursa, 'ordre' yani düzen bozulacak ve gerçek anlamda ilerleme sağlanamayacaktı. Bu yüzden pozitivizmin dini olan insanlık dini (ki buna değineceğim) ve insanlık idealine dayanan işbirlikçi ahlaki değerleri benimsemeyenlerin toplumsal düzende yerleri olmamalıydı.
Pozitivizmin bu yaklaşımı, onu bir çıkmaza da sürüklüyordu; ne bireyin değerini öne çıkaran, liberal Aydınlanmacılar ile ne de metafizik ve dine dayalı eski düzenin savunucuları ile uzlaşabiliyordu. Comte’un pozitivizmi, Aydınlanma’nın bireysel özgürlük ve sivil toplum odaklı modelinden tamamen ayrışıyordu. Pozitivizmin hedefi, her bireyin serbest iradesiyle değil, toplumun bütün olarak otoriter bir düzen altında, uyumlu bir yapı içinde ilerlemesiydi. Bu modelde, bireyden beklenen, toplumun uyumuna katkı sunması ve kendi çıkarlarından vazgeçerek topluma hizmet etmesiydi. Pozitivizm için birey, toplumun evrimsel ilerlemesinde bir araçtan ibaretti ve bu sebeple bireyin tek başına önemi yadsınıyor, toplumun bir bütün olarak ilerleyişine hizmet eden bir düzen içinde yer alması isteniyordu."
Comte, Marx'la da anlaşamıyordu. Marx’ın sınıf çatışmasına dayalı toplumsal analizini ve devrimci yaklaşımını sert bir şekilde eleştiriyordu. Ona göre Marx’ın çatışmayı esas alan görüşü, toplumda kaosa yol açar ve pozitif aşamaya ulaşmasını engellerdi. Comte, toplumsal ilerlemenin çatışma yerine, uyum ve iş birliği içinde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu. Marx’ın sınıfsız bir toplum hedefini de gerçekçi bulmuyordu; Comte’a göre, toplum doğal bir hiyerarşi içinde, yetenek ve bilgiye dayalı bir düzenle yönetilmeliydi. Pozitivist düşünceye göre her bireyin toplum içinde bir görevi vardır ve bu görevlerin dengeli bir biçimde, otoriter bir yapı içinde uyumla sürdürülmesi, toplumun düzenli ilerlemesi için elzemdir. Marx’ın sınıf temelli yaklaşımı, Comte’un bilimsel bilgiye dayalı, uzman rehberliğinde düzenli bir evrimle ilerleyen toplum modeline zıt düşüyordu.
“Batıyı
anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. Biz sosyokratlar (Comtecu düzenin destekçileri) aristokrat olmadığımız gibi demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif çatışmaları
yerine aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki
eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve toplumsal
mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde muhalefet
denilen şeye karşı daima derin bir nefret ve her türlü yapıcılara [pozitivistler]
karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur. Tutucularımızın gerilikleri bana basit
devrimcilerimizden çok daha yakındır.’’
Sosyokratların
iddası önceden belirttiğim üzere toplumun yasalarını keşfetmek ve ilişkilerini
incelemek, ilerleme yönünü tahmin etmek ve bu ilerlemenin önündeki tüm
engelleri kaldıracak şekilde, zaten değişmez olan bu yöne gidiş süresini
kısaltmak adına toplumu bir saatin dişlileri gibi yeniden tasarlamak, bozuk
olan dişlileri atmaktı.
Şimdi, Comte için toplumsal düzeni anlamak, kavramak ve değiştirmekte çok önemli bir öğe olan dinler, fikirlerin ilerleyişi ve zihinsel evrim sürecine dair düşüncelerine göz atalım.
Bahsedilen
ilerleyiş sürecini ve bu ilerleyişin nasıl olacağını ise Comte şöyle
tasarlamıştı: Üç Hal Kanunu
Comte için
toplumların aşamalarını belirten yegane şey, insanların düşünüş biçimleriydi.
Toplumları birer organizma olarak ele alan Comte için ise bu toplumlar
belirtilen düşünceleri homojen bir biçimde paylaşmalı ve içinde bulundurmalı,
bu inançlar toplumun ortak paydası olmalıydı. Tüm toplumsal örgütlenmeler ve
yapılar ise elbette bu düşüncelerden bağımsız olamazdı ve bu düşüncelerin
yansımaları olmalıydı. Antik Yunan demokrasisi elbette ki genel olarak inanılan
demokrasinin bir tezahürü ve yaratımıydı. Comte için bu aşamalardaki geçişler
insan aklındaki düşüncelerin değişmesinin bir ürünüydü ve bundan ayrı olarak
sırf ve büyük çoğunlukla iktisadi, coğrafi sebeplerle açıklanamazdı.
Ayrımlarına verdiği adlarda da buna değindiğini daha iyi anlayacağız. Şimdi üç
hale bakalım
1.
1- TEOLOJİK EVRE
İnsan bu dönemde var olan
ve yaşanan tüm olayların ve fenomenlerin, olguların doğaüstü güçler ve Tanrılar
tarafından yapıldığına inanılır. Doğaya ilişkin olgular değişmez ardışık
yasaların değil, hayat ve akıl sahibi iradelerin ürünüdür. Her olayın ve
yaşanan tüm iyiliklerin ve kötülüklerin sebebi Tanrı’dır. Şimşek çakıyorsa
Tanrı kızgındır, bu sene ürünler bereketliyse tanrı ödüllendirmiştir. Kısaca
var olan her şeyin açıklaması Tanrı’da aranır. İnsanlar olguların ilişkileri
veyahut varoluşlarını akıllarına dayanarak veyahut deney ve gözlemle açıklamak
yerine ilahi buyruklarla, kutsal kitaplarla açıklarlar. Felsefe Tanrı’nın ne
dediğini anlamaya, iktisat kutsal kitaplarda nelerin emredildiğine ve siyaset
ise Tanrı’nın neler buyurduğu ve yönetimde kimi uygun gördüğüne dayalıdır.
İrrasyonelite, hayal gücü ve duygular güçlü haldedir. Kuralların hepsi dine dayalıdır.
Bu dönem ise kendi içinde
tekrar üçe bölünür: fetişizm, Çoktanrıcılık ve Tektanrıcılık
Fetişizmde insan aklına
dair hiçbir emare yoktur, evreni ve insanı anlamak için takılan gözlükler
tamamen büyüsel ve duygusaldır. Katıksız bir mistiklik vardır. Çoktanrıcılıkta
ise insan aklına dair emsaller bulunabilirken hala daha duygu yoğunluklu bir anlayış
bulunur, ancak nedensellikler daha net halde kurulur. Örneğin artık denizler
kudurduğu zaman bu olgunun Tanrılar ile ilişkisinin olduğu net halde anlaşılır.
Tektanrıcılık ise daha ileri bir noktadır. Çoktanrıcılık insan şekilciğine
karşılık Tektanrıcılık akıl yürütmelerin etkisinin artması ile ‘Tanrılar çok
daha güçlü ve büyüklerse insanlarla benzeşmeyeceği’ fikri güçlenmiş ve Tanrılar
‘en yüce, mutlak güce sahip ve insana benzemeyen’ bir hale büründürülmüştür.
İnsan, bu dönemde
çocukluk halindedir, anlayamadığı her şeyi doğaüstüne atfetmiş, soyutlamalar ve
değişmez fizik yasalarına başvurmak yerine nesnelere kutsal güçler atfederek
bunu yapmış ve metafiziğin aksine bunu akıl yolu ile değil, sezgi ve
duygularına dayandırmıştır.
METAFİZİK EVRE
Comte için tüm evreler birbiri ile bağlantılır
demiştik, burada ise çoktanrıcı dönemde rolü artan aklın rolü daha da artarak
artık evren kişiselleştirilen, insan formunda olan, hayat ve akıl sahibi
Tanrılardan ziyade ‘doğa’ gibi soyut kavramlar ile açıklanır. Örnek verecek
olursak artık ağaçlara orman perileri hükmetmez, somut bedenlerin içinde var
olup bir anlamda onlara can veren ancak onlardan farklı olan bir güç, bir
kuvvet onlara hükmetmeye başlar. Bu Aristo için ‘bitkisel ruh’ olmuştur. Artık
nesneler yaptıkları her şeyi, özlerinde olan veyahut içsel bir erdem
dolayısıyla yapmaya başlar. Aslında bu kurgular Tanrı açıklamalarından farklı
olsa dahi tekrardan doğanın sanki bir bilinçli varlıkcaymışcasına algılandığını
fark ederiz. Mesela Aristo için doğa ‘en iyiyiye eğilimli’dir. Bir cisim
düşüyorsa o cisim, ‘doğal yerine’ ulaşmak istiyordur.
İnsan artık Tanrıya
başvurmak adına zihnine başvurarak birtakım benzetmelerle ve nesnelere bazı
erdemler ve eğilimler atfederek doğayı açıklamaya çalışır. Burada insan zihninin
saltlığı, a priori bilgilere olan güven de giderek artar. Bu soyut güçler
elbette bazı deneysel temellere ve gözlemlere dayanmasına rağmen son noktayı
amprik verilerin yorumlanması değil, insan aklının soyutlamaları koyar. Bu
dönem teolojik dönemden daha sistematik olmakla beraber politik alanda doğal
haklar gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlar ve liberaller değerlerin doğumu
gerçekleşir. Açıklamalar hem sosyal hem de doğa konularında spekülasyonlara
sırtını yaslar. Bu döneme insanlığın gençlik dönemi diyebiliriz.
POZİTİVİST EVRE
Bu dönemde ise dünyayı
açıklama gücü tamamen deney ve gözleme geçer. Hume’un nedensellik
eleştirilerinin etkisi ile kesin ve doğru mutlak nedenleri aramaktan veyahut
emin olunarak yapılan metafizik soyutlamalardan ziyade olguların birbirleri ile
olan ilişkileri, birbirlerini takip etmeleri, kısaca olguların yani
fenomenlerin değişmez ilişkileri incelenir. Artık açıklamalar salt zihin ile
veyahut salt akıl ile oluşturulan spekülasyonlardan ziyade bilime ve amprik
verilere dayanır. Artık sosyal hayattaki düşünme şeklinde baskınlık da
soyutlamalara ve spekülasyonlara daha yatkın olan, aprioriciliğe sırtını daha
fazla yaslayan felsefeden ziyade amprik veriyi maksimize etmeye çalışan bilime
geçer.
Çoktanrıcılık
tektanrıcılığa ve tektanrıcılık metafizik döneme, metafizik dönem ise her
seferinde daha da sistematikleşen ve açıklamaları çok kaynaktan tek bir kaynağa
dayandırma eğilimi göz önüne alınırsa pozitivist evreye yol açmıştır. İnsanlar
artık fenomenlerin içsel anlamlarını veyahut kaynaklarını aramaktan ziyade tüm
bu fenomenlerin nasıl bir ilişkide olduğunu keşfetmeye çalışmıştır. Bunlar da
elbette ki yasalarla açıklanır ve elbette ki bu yasalar metafizik
spekülasyonlar ve teolojik kutsal kitap yorumlarından ziyade bilime
dayanmalıdır.
İşte tüm toplumlar bu evreleri
geçirmek zorundadır ve hepsi de sonunda kaçınılmaz olarak deney ve gözlemin,
bilimin hakimiyetine yani pozitivist evreye varacaklardır.
SEKÜLER BİR DİN: İNSANLIK DİNİ
|
Fransa'da bir İnsanlık Dini kilisesi.
|
Geleneksel dinlerin artık miadını doldurduğunu düşünen Comte, başrahip olduğu insanlık dinini geliştirmeye karar verdi.
Comte’un İnsanlık Dini fikri, toplumun teolojik, metafizik ve pozitif evrelerden geçişiyle şekillenmişti. Teolojik evrede toplum, doğaüstü güçlere dayalı inanç sistemleriyle düzenlenirken, metafizik evrede ( aydınlanmacı din yorumları ve deizm onun için bu dönemin dinleridir) soyut düşüncelere dayanan ideolojiler öne çıkmıştı. Ancak bu aşamalar toplumsal uyumda yetersiz kalmış, çatışmalar ve ayrılıklar yaratmıştı. Pozitif evreye ulaşıldığında ise, toplumun artık bilim ve akıl temelli bir düzenle uyum içinde ilerlemesi bekleniyordu; ancak Comte, bu düzenin sağlanması için bir manevi bağa, yani bireyleri bir arada tutacak yeni bir inanç sistemine ihtiyaç duyulduğunu düşünüyordu.
Ona göre, geleneksel dinler artık toplumun düzenine katkı sunmuyor; aksine, bireylerin arasına ayrılıklar sokarak toplumsal yapının bütünlüğünü tehdit ediyordu. Yeni çıkan deizm gibi inanç biçimleri ise insanları ritüeller ve organizasyonlarla birleştirmediği gibi, maneviyat açısından da yetersiz kalıyordu. Bu nedenle, toplumu hem manevi hem de örgütleri aracılığı birleştirecek ve bilimsel düşünceye dayalı bir düzen içinde tutacak, geleneksel inanç temellerinden arınmış, ancak manevi açıdan tatmin edici ve huzur verici bir güce sahip inanç sistemine ihtiyaç vardı. İnsanlık Dini, bireylere insanlık tarihini ve kolektif evrimi kutsal bir değer olarak sunarak, toplumda bir uyum ve dayanışma hissi oluşturmayı hedefliyordu.
Bu fikir, bireylerin toplumsal yapıda ve toplumsal yapıyla kendilerini bulduklarını öğütleyerek, kendilerini 'büyük insanlık ailesinin' bir parçası olarak görmelerini amaçlıyordu. İnsanlık Dini’nin sembolleri, ritüelleri ve normları aracılığıyla, insanlar tek bir organizmanın uyumlu parçaları olduklarını hissedecek; toplum için fedakarlık yapma bilinci geliştireceklerdi. İnsanlık Dini, toplumun birlikte hareket etmesini sağlayan, onu bir arada tutan bir yapıştırıcı görevini üstlenmeliydi.
Comte, bu manevi bağ olmadan toplumun düzen içinde evrimleşemeyeceğini, bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket ederek toplumsal yapıyı zayıflatacağını düşünüyordu. Üstelik, Comte için insanda duyguların ve maneviyatın yeri maddiyatçılıktan daha ağırdı, dolayısı ile bir din her zaman gerekli idi. Böylece İnsanlık Dini, bireyleri aynı değerler ve ritüeller etrafında birleştirerek, onların kişisel çıkarlardan sıyrılmasını ve toplumsal uyuma katkı sunmalarını, onların doğal olan manevi ihtiyaçlarını tatmin de ederek sağlayacaktı.
Bununla beraber, insanlık dini sadece araçsal bir değere sahip değildi, Comte öncelikle insan doğasını kucaklıyordu ve ilk günah düşüncesine yabancı olan inancında birçok insana kendilerini özgürce tanıma fırsatını veriyordu, kişinin manevi dünyasında bireysel anlam arayışını insanlığın kolektif evrimine bağlayarak derin bir aidiyet hissi yaratıyordu. Geleneksel dinlerdeki doğaüstü manevi deneyimlerden farklı olarak, bireyi insanlık tarihinin ve geleceğinin parçası olarak konumlandırıyordu. Bu da kişinin yalnızlık duygusunu hafifletirken, kendini daha büyük bir amaca adama tatmini sağlıyordu. Böylece insan, yalnızca bireysel varoluşunu değil, insanlığın uyumlu ve ilerleyen bir bütünün parçası olma duygusunu deneyimleyerek manevi bir güç buluyordu.
Alperen Özali, 4.02.2023
Kaynakça
Kalelioğlu, U. B. (2019). AUGUSTE COMTE’UN İNSANLIK DİNİ KURGULAMASINDA ÜÇ HAL KANUNUNUN ROLÜ VE POZİTİF DİNİN NİTELİKLERİ . Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (3) , 535-544
Varel, A.(2017). Pozitivizm ve siyaset: yöntembilimsel bir eleştiri. Amme İdaresi Dergisi, 50(3), 1-25.
Söğütlü, İ. (2008). İki Farklı Epistemoloji İki Farklı Siyaset: Rasyonalist ve Ampirist Siyasetin Felsefi Kökenleri . Liberal Düşünce Dergisi , (52) , 197-214
Wernick, A., 2000, Auguste Comte and the Religion of Humanity: The Post-Theistic Program of French Social Theory, Cambridge: Cambridge University Press.
Mill, J.S, Auguste Comte ve Pozitivizm,(Çev, Enfal Erkan), Fol Kitap,2021