yazılarımızdan arayın

kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2023 Pazar

BATININ MAKİNESİ İLE YETİNMEK YAHUT BATI’NIN NELİĞİ ÜZERİNE

 


Felatun bey ile Rakım efendi Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayınlanmış bir romandır. Edebiyatımızda, ‘batıyı kavramayan züppe’ karakter tiplemesi üzerine yoğunlaşan Ahmet Mithat efendi, roman boyunca bize Batı’nın düşün dünyasını kavramayan ancak şekil itibari ile son derece Batılı olan Felatun Bey’in örnek alınmayacak davranışlarını, gösterişinin arkasında sadece derin bir boşluğun olduğunu ancak, kendi kültürünü koruyan ve benimseyen, ancak Batı’nın ‘iyi’ yanlarını alan Rakım Efendi’nin çevresi tarafından takdir edilen, kendini geliştiren ve ne kadar kültürlü bir insan olduğu anlatılır. Romanın efendisi Ahmet Mithat, sanki Felatun’u ve dolayısı ile ‘katıksız batıcılığı’ lanetlemiş; bir sentezin ürünü olan Rakım Efendi’yi ise kutsamıştır. Roman, bize açık bir mesaj vermektedir. Bu mesaj, Batı uygarlığının fennini, Doğu uygarlığının ahlakını almak üzerinedir. Zira, Ahmet Mithat Efendi’nin zihin dünyasında olması gereken uygarlık bu şekildedir. Kendisi Avrupa’ya ziyarete gittiği vakit makineleri görür, fabrikaları ziyaret eder ve şoka uğrar. Doğduğu andan itibaren medeniyetinin dünyanın en ileri medeniyeti olduğu ve tüm inançlarının hakikat, devletinin ve toplumunun pratiklerinin de bu hakikatin birer gölgesi, yansıması ve Tanrı'nın gölgesi (Zıllullah) olduğuna inanan bir insanın, kendilerinden çok daha alçak, kötü ve yanlış inançlara saghip olduğuna inandığı bir

Batılıların gözünden Osmanlı tasviri

toplumun bireylerinin ondan çok daha tatminkar bir hayat sürdüğüne tanık olunca elbette ki şok olması normaldir ki bundan sonra, kendi medeniyeti hakkında bireyin içinde bir çatışma başlar.  Batı kendilerinden çok daha ileri tekniklerle geleceğe doğru yürümektedir. Ancak, Paris sokaklarına çıktığı vakit, bu kendi kültürünü sorgulayan ve kederli Mithat bey, birden kültürünün güzelliğini tekrar hatırına getirir. Fransız kadınları ve erkekleri pek yakınlardır! Bu ise ona göre ahlaksızcadır. Ahlak yargılarını koymak, hele ki ahlaki iyiliğin insanın (well-being) tatmin oluşundan farklı bir şey olduğuna inanan genel bir semavi din inanışına tabi biri için çok daha kolaydır. Batı ne kadar tatminkar yaşarsa yaşasın kendi mistik dünyasındaki iyi anlayışı insanı tatmin eden şeyden çok uzak olan bir Doğulu zihnin olgusal karşılaştırmalardan, bu dünyadan alınan zevkten ve mutluluğun  karşılaştırılmasından uzaklaşarak karşıya ahlaksız damgası vurması elbette çok kolaydır. O inanmıştır ki bu Batı evet bizden daha kaliteli ve mutlu yaşar ancak, ahlaksızdır! O halde Batı’nın fenni, Doğu’nun ahlakı ideal bir uygarlığı yaratacaktır. Ya bu böyle midir? Bu tezi incelemek için, uygarlık nedir bunu sormak gerekir.

Uygarlık, bir ulusun maddi ve manevi varlıklarının tümüdür. Uygarlıklar, kendi aralarında bazı detay derecede farklar olsa da genelde belli bölgeler üzerinde hakimiyet kurarlar. Bu hakimiyet sadece iktisadi üretim şekillerini veyahut hiyerarşik oluşumları kapsamaz, Her uygarlığın belli bir düşün dünyası temeli ve ilkeleri vardır ve bu temeller ve ilkeler o uygarlığın hakim olduğu alandaki insanların zihinlerinin en kuytu dehlizlerine dahi hakimiyet kurar. Bir Batılı ile Doğulu'nun x durumuna koyduğu yargı apayrıdır, bu iki zihnin değerlendirme kriterleri birbirinden çok uzaktır. O halde bu tanıma uyan 2 uygarlıktan bahsedebiliriz. Doğu ve Batı. Burada Doğu ve Batı’dan kastım bir coğrafi konum değil, iki farklı ve birbirinize uzak düşün dünyasıdır. Her uygarlık, kendini bir felsefe ve motivasyona yaslamaktadır. Öyledir ki, bu motivasyon onların motoru olduğu gibi nereye yürüneceğini gösterecek bir kutup yıldızı gibidir. Bu iki kültürün temelleri ise birbirine zıt şekilde farklıdır. Batı, rasyoneldir Doğu ise İrrasyonel ve mistik. Rasyonelite ve irrasyonelitenin kaynakları da temelden ayrılmaktadır. Bundan dolayı, bu iki felsefenin kuracağı kültürler de apayrı karakterde olacaktır.

Bu iki kültür, sadece ayrı olmakla kalmaz, temelde asla uzlaşamazlar. Çünkü biri akla, deney ve gözleme, diğeri ise mistisizme dayanır. Rasyoneliteye ‘açık hakikat’ adlı hediye paketi verilmemiştir, bunu onlar akıllarını ve gözlem yeteneklerinş sonuna kadar kullanarak, tartışarak ve doğadaki fenomenleri inceleyerek bulmak zorundadırlar. Deney, gözlem ve akıl onlar için tek rehberdir zira diğer hiçbir yöntem kanıta dayalı ve objektif değildir, tartışılmaya açık değildir. Keyfilerdir ve çeşitli kaprislere ve illüzyonlara dayalıdırlar. Tartışılmaya ve yanlışlanmaya açık olmayan kuramlar ise onlar için spekülasyondan öteye


gidemez, kanıt yoksa değeri yoktur. Üstelik, insanın ve onun oluşturduğu her kuramın kusurlu olacağını bilen bu insanlar, kanılara dayanılarak üretilen kuramlardan kuşku duyarak onları her zerrelerine kadar sorgulamaktadırlar. O halde, Rasyonel düşün dünyası her zaman ve her an evreni ve insanı akıl yolu ile anlamaya çalışan, hakikati bulduğunu asla iddia edemeyen, - her ne kadar ona her deneysel yöntemi izlediğinde daha çok yaklaştığını anlayabilecek olsa da- kuşkuya dayalı ve tam da bu yüzden üzerine her zaman tartışılarak ve yazılan her metin zerresine kadar tekrar ve tekrar parçalara bölünüp incelenerek atılan argümanların açıkları tamir edilebilen veyahut verimsiz olanları yenileyebilen bir yapıdadır. Onların uygarlık temeli tekrar ve tekrar tartışmak, gözlem yapmak, hipotez kurmak ve onları sorgulamaktır. İşte bu yüzden Rasyonelite dinamiktir, deneyler ve gözlemlerden belirli çıkarsamalar yapan bu düşün dünyasında, sezgilere ve 'kesinci ve baştan verili hakikatlere'; durgun insan ve evren modellerine yer yoktur. Her zaman daha az yanlış kuramı aramakta, her an eski anlatıları incelemekte, kusurları olanları elemekte ve yeni modeller kurmakta, bunların da sorgulanmasını istemektedirler.

Bir yandan da Rasyonelliğe dayalı anlayış, insan ihtiyaçlarına dayalıdır ve yine bu kuşkuya dayalı metodla atılan önceki argümanlar sorgulanarak insan ihtiyaçlarını daha çok tatmin edecek çok daha fazla yeni yönetim biçimi bulunabilir. Kısaca kuşkuya, deney ve gözleme ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzerine yoğunlaşan rasyonelitenin düşün dünyası kaynar bir kazan gibidir, attığı her adım felsefe mahkemesinde yargılanır; binasına koyduğu her temel filozof ve bilim adamı müfettişler tarafından tekrar tekrar denetlenir ve hatta binanın bitmesine çok az kaldığı halde eğer bir filozof ‘bu bina şu şekilde yapılırsa insan ihtiyaçları daha çok tatmin edilir’ derse, binası dinamitlerle yıkılır.  Rasyonelliğin yeri münazara kürsüleridir.

Mistik bir yapıda olan Doğu Medeniyetinde ise işler böyle yürümez. Doğu, sezgiye ve aklı dışta bırakan iman modeline dayalıdır. Hakikatin, kendisine sezgisi ile kesin bir şekilde verildiğini baştan kabul eden bu modelde açık tartışmalara yer yoktur, deney ve gözleme ise hiç gerek yoktur. Kesin bir hakikati baştan kabul eden bu insanlar için deney ve gözlemin anlamı nedir? Evren onlara tüm haliyle açıklanmıştır. Ortada bir muamma yoktur, o halde kişilerin hatalı kuramlar geliştirebileceği ve bu yüzden onların kuramlarının her an sorgulanması ve çürütülmeye çalışılması gerektiği motivasyonunu temel alan deney ve gözlem zaman kaybından ibarettir. Hayatın anlamı, nasıl yaşanması gerektiği için de tartışmalara yer yoktur. Çünkü onlar, doğdukları andan itibaren atalarının anlatısı ile şekillenen sezgilerinin onlara ‘hissettirdiği’ bir sorgulanmayan hakikatin onlara en iyi yaşam tarzını verdiğine hemfikirdirler. Kaprislerinin ve keyfi olarak konulan ilkelerle yaşamlarını sürmekte ve bir ömrü bunun peşinde sürmektedirler. O zaman, daha az kusurlu kuramları bulmak adına tekrar tekrar gözlemler yapmaya ve tartışmaya lüzum yoktur. Üstelik zaten bu medeniyetin kaynağındaki sezgisel yöntem(?) herhangi bir yönteme, tekniğe ve nesnel ölçütlere sahip olmadığı için tartışmaya açık olmadığı gibi, iman

1800'lerde Kahire'de yaşam, nargile içen insanlar.

kavramları da akıl yolundan değil ancak sezgi ile oluşturulduğundan dolayı yenilenemez ve geliştirilemez haldedir. Zira yenilenebilmek için öncelikle eski kuramda birtakım açıklar bulmak gerekir ki, bunlar adına rasyonel yöntem zorunludur. Yönteme uyulup uyulmaması veyahut yöntemin baştan sorgulanması gerekmektedir tüm bunlar adına nesnel, yanlışlanabilen ve deneye dayanan; keyfi ilke ve kaprislerden uzak bir düşün dünyası lazımdır. Eh, hepsi içinde evrendeki bilinmezliğe karşın bir merak lazımdır. Doğu’da ise bu yoktur, hatta fazla merak sadece kediyi değil; bazen insanın da canını alabilir. Böyle bir uygarlık temelindeki toplum, inşa ettikleri mutlak hakikat şatosunun sıcak köşelerinde kahvelerini yudumlayacaktır, toplumları durgundur, üstüne tartışacak bir şey olmadığı için münazara kürsüleri boştur. Böyle bir toplum, deney gözlem ve her zaman kuramları gözden geçirmediği için eski adetlerdeki veyahut teknik bilgilerdeki açıkları bulmaktan da mahrum kalacak, konfor alanından çıkamayacaktır.

Nitekim, tarihte de böyle olmuştur.

Batı’nın düşün dünyası için İngiliz Empiristlerinden (deneycilerinden) Bentham’ı örnek verebilirim. Onun zihninde insanın bilgi kaynağı deney ve gözlemden ibarettir. Bizlere en kesin bilgiyi bu 2 araç verecektir. Böylelikle bilginin kaynağını deney ve gözleme bağlayan Bentham, mistisizme ve saf sezgiye dayanan bilgileri tartışılamaz, belirli olamayan ve doğrulanamayan ve üstelik kanıtlanamaz olarak görür ve bu araçların bilgiye kaynak olamayacağını vurgular. Böylelikle o, mistiklik ve saf sezgi gibi tartışılamayan sezgi kaynaklarını reddederek ortaya bir tartışma ortamı atmıştır zira deney ve gözlemlerimize dayanan iddialarımız yanlışlanabilirdir. Örneğin ben kahve içmek insanı mutlu edecektir diyorsam gözlemlenme şansına sahip bir iddia ortaya atmışımdır ve bu konu hakkında birçok insan deneyler yaparak bu iddiamı doğrular veya yanlışlar, ben yanlışlanabilen ve deneye dayanan bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım. Bu sayede birçok insan x konusunda çeşitli iddialar ortaya atacak ve bunları tartışmaya, eleştirmeye başlayacaktır ki böylelikle zengin bir kültür ortamı oluşacaktır. Ancak bunun tersi şekliyle, mesela ubuntu adlı mistik bir varlığın bir emri ve öğüdü sayesinde kahve içmenin kimsenin gözlemleyemese dahi bir tür mistik bir mutluluk vereceğini ve bilimsel anlamda bunun kimseye tatmin vermese hatta kalp krizi geçirmemize sebep olsa dahi hala daha bunda gizli birtakım anlamların olduğu ve bunu yapmayan


insanların da çok kötü şeyler yaşayacağı ve hatta buna uymayanların yakılarak öldürülmesi gerektiğini iddia edersem, bu tamamen keyfi ve mistik bir iddia olarak kalır. Bunu ölçmenin bir yolu yoktur, bunu denesek ve lahve içmekten kesin anlamda zarar görsek dahi bu kişi hala daha gizli birtakım şeyler olduğu fikrinden vazgeçmeyecektir. Üstelik bu iddia olgusal temelde bir karşılık bulmadığından deney ve gözlem yoluyla ölçülemeyeceği gibi mistikliği sebebi ile rasyoenlite ve aklı da devre dışı bırakmıştır. Böyle bir iddia Bentham için kişinin belki bir yalanı, belki psikolojik bir probleminden kaynaklı olabilir ancak hiçbir kanıta ve gözleme dayanmadığı ve temellerini buradan almadığı için spekülasyondan öteye gidemez. Elimizde bunu ciddiye alıp hayatımızı bizi açıkça tatmin etmeyen bu iddiaya göre yaşamak için hiçbir sebep yoktur.

  Bu detaylı örnekten sonra konuya dönelim, ''ben bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım'' demiştim, işte o zaman anlarız ki hiçbirimiz yanılamaz değilizdir ve birçok iddiamız yanlışlanabilirdir, bilgiye ulaşmak için yegane kaynağımız da araştırmalar ve düşünce deneyleri ile yanlışlanabilecek deney ve gözleme dayalı iddialardan oluşuyorsa; o halde gelin, iddialar ortaya atalım ve tartışalım ki doğruyu bulalım. İşte özgür bir sosyal ortam oluşmuştur. Bunun yanında kaynağını deney ve gözlemden alan bir ahlak kuramı kurmaya çalışan Bentham, sezgi kaynaklı ahlakı reddetmiş ve ahlakın kaynağının hazzı arttırmak ve acıdan uzak olmak olduğunu ortaya atmış, herkes için potansiyel olarak en yüksek mutluluğun hedeflenmesi ve bunun için de teker teker bireylerin hem kendi mutlulukları hem de teker teker bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun mutluluğu için özgürce mutluluk kaynaklarını aramaları gerektiğini yazmıştır. Böylelikle insanlar hem toplumsal hem de ekonomik alanda insan mutluluğunu arttırmanın  yollarını aramıştırç.

Bunun tersi olarak da dünyanın birçok bölgesinde akıl, deney ve gözlemden ziyade saf sezgilere ve mistisizme sığınan topluluklar örnek verilebilir. Buralarda bir tartışma ortamı gözlemleyemeyiz, zira bilgi kaynağı sezgidir. Sen x i, ben de y yi sezdiysem ve sezgi

Konfüçyüsçüler

dediğimiz şey dolaysız bir algılama ise, biz birbirimizi nasıl eleştirip tartışabiliriz? Muhtemelen birbirimizi sezgilerimizin kirlenmesi ile suçlayacağızdır, zira bu sezgi ile elde ettiğimiz bilgilerin mutlak olduğuna inanırız. Böyle bir temele sahip bir iddiaya örnek olarak ise yukarıda bir kahve örneği vermiştim, bu örnekle beraber kafanızda daha iyi bir şekilde iki düşün dünyasının karşılaştırmasını yapabileceğinizi düşünüyorum. Kısacası, bu toplum durgun bir toplum olacaktır. Bir sosyal değişim ortamı görülemez. Burada ahlakın amacı ise akıldan ziyade sezgi ile kurulu, temellerini geleneklere dayamış haldedir.

 Batı, Newton fiziğini yüzyıllarca kabul ettikten sonra onun eksik yönlerini tamamlamış ve evren hakkında bilgilerini genişletmiş iken, Doğu ne yazık ki bunu yapamamıştır.

Bu iki medeniyet, dünyanın doğru algılanması adına birtakım tezler sunmuştur ki bu tezlerin sentezlenmesi imkansızdır. İngiliz empirisistinin deney ve gözlem kaynağı ile elde ettiklerine bir Hindu  siz kendinizi olgusal dünya ile kısıtlıyor ve kirli kalplerinizden dolayı bizim 'gizli anlamlarımızı' bulamıyorsunuz diyecek, Hindu’nun sezgisi ile elde ettiği ve hakikat olduğunu iddia ettiklerine ise İngiliz evren hakkında temelsiz, keyfi ve kaprislere dayalı bir önerme diyecektir. 

Elbette ki Doğu ve Batı kültürünün birçok özelliğini alan bu topraklar, sanat ve kültür alanında bu eşsiz mozaiği ve İskender’in Doğu ve Batı sanatının sentezi olarak düşlediği yapıyı korumalıdır. Ancak Modernleşmek konusunda ve sosyal bilimler alanında, felsefi bir zeminde Ahmet Mithat Efendi’nin hayali imkansız gözükmektedir.

Batı’nın teknolojisinin sebebi onun bilgi kaynakları ve ahlakıdır. Bunlardan sadece teknoloji kısmını almak, sürdürülebilir bir ilerleme adına yetmeyecek ve yanında Batı’nın ahlakı olmadan yapılan şey sırf bir teknik ithalden öteye gidemeyecektir.

Alperen Özali, 2023 Mart

15 Kasım 2022 Salı

Bir hayalet dolaşıyor… Sanatın hayaleti!


Sanatın birçok tanımı yapılabilir, üzerine tonlarca şeyler yazılabilir ancak bir şey açıktır : Sanat, insanın kendini ve zihninin kirli veyahut temiz tüm kıvrımlarını en dolaysız ve açık biçimde ifade ettiği yerdir. Sanat, bir ifade ve anlatış şeklidir. Bazen toplumun bastırdıkları, bazen de iş, okul sırasında insanın Fouculdiyen bir tabirle kendini disipline ederek söyleyemediği, yazamadığı ve çizemediği tüm kıvrımlarının yegane ifadesidir. Sanatın olmadığı yerde, insanın yaşaması için herhangi bir sebep yoktur. Peki, sanat bir ifade şekli ise bu ifade şeklinin çağdan çağa, dönemden döneme hatta mekandan mekana değişmemesi mümkün müdür, elbette değildir! 1950’lerin blues’unun yanına savaş sonrasındaki isyankar gençlik, Vietnam savaşı gelince ortaya Rock çıkmıştır.Bir süre sonra Rock da yeterli ifade şekli olamamış, yaşamlarını özgürce sürdüremedikleri, bir çeşit panopticon veyahut gözetimler diyarında olduğunu anlayan oyun hamurları(!) sistemin paslı çarkları olan gençler Punk

’ı ortaya çıkarmıştır. Sanat sadece bir eğlence şekli değildir, veyahut sanat camiasındaki değişimler rastgele yaşanmamaktadır. Siz gerçekten de sanatın dinamik akışını engellemezseniz, ortaya tamamen doğal şekillerde oluşmuş ve doğal olduğu kadar da komplike olan  bir su yolları resmi ile karşılaşacaksınızdır. Ancak bunun için gerçekten de sanatı özgür bırakmalısınızdır.

Sanata verilen günümüzdeki özgürlük, pek lafta kalmaktadır. Tüm yaşlı ve bir yüzyıl önceden kalmış bir zihin yapısına sahip eleştirmenlerimiz, şirketlerimiz ve otoritelerimiz için sanat ‘’özgür’’ olmalıdır, buraya kadar aynı fikirdeyiz; ne hoş. Ancak birden bir sözcüğü duyarsınız: ‘ama’… artık yol değişmiş, araba özgürlük caddesinden ‘disiplin’ sokağına sapmıştır. Sanat özgürdür, ama: Pek suya sabuna dokunmamalıdır, toplumsal yapıları eleştirmemelidir, gelenekseli yıkmaya çalışmamalıdır, eleştirmenlerin nuh nebiden kalma yaşam tarzlarına uyumlu, çok ağzıbozuk da olmamalıdır. Punk giyinişli sevgili sanatımızı bu otoriteler yavaş yavaş ‘iyi aile çocuğuna’ döndürmeye başlarlar. Bu işlem öyle biter ki, ortaya bir ‘’kaza’’ ortaya çıkar.  Sanatımız ne özgürdür, ne de değildir… Özgürlüğü Panopticon içindeki bir mahkumun özgürlüğü kadardır. Ne şükür ki bay ve bayan özgürlük sevdalıları (!) tarafından kendisine yemek yeme, su içme ve çok suya sabuna dokunmadan sanatını icra etme özgürlüğü tanınmaktadır. Sanatımız tabi ki bunlara razı olur, ne de olsa alternatifi yoktur.. Zaten birkaç istisna hariç de özgürdür.. En azından buna inandırmaya çalışır kendini. Küf kokularının dolaştığı ve ortaya çıkan şeyin duyguların ve fikirlerin ifadesi yerine eskimiş, garip bir kedi miyavlamalarının olduğu bir hapishanede özgür bir ‘mahkum’ olduğuna inandırmaya çalışır. Ancak sanatımız kendini kandırmaya çalışıp tüm bunları yaparken birkaç metre yukarıda gözetlendiğini bilir, en ufak bir ‘’yanlış’’ında başına neler geleceğinden haberdardır. Yanlışı yapar, disiplin düdüğü öter, sanat korkar, gardiyan koşar, birkaç eleştiri fırlatır yüzüne : ahlaksızdır! Sorumsuzdur! Böyle müzik/resim mi olur! Geleneklere saygı duyulmaz mı! Böyle bir senaryoda özgürlükten bahsedilebilir mi? Bu özgürlük giyotine yollanan bir mahkumun ölme özgürlüğü kadar olabilir. Sanat bu düzlemde ne çağını, ne kendini  ne de zihin dünyasını ifade edebilir. Ona bir şeyler musallat olmaktadır. Usta, çırağının özgürlüğüne karışır hale gelir. Gerçekten de Sanat şatosunda bir varlığın hayaleti dolaşmaktadır, peki o nedir ?

Sanatın duyguların ve fikirlerin ifadesi olduğunu tekrardan hatırlatmaya gerek yok, ancak gerçekten de duyguların ve fikirlerin ifadesi haline gelmesi için ona hiçbir kuvvetin musallat olmaması gerekir. Ancak sanatı kısıtlamak isteyen herkes bir bakımdan bunun da farkındadır, zaten onların derdi bir şeylerin ifadesi hiç olmamıştır. Denetleyiciler, taraftarları sanatçıların sözünden incinmesin ister, sansür üstüne sansür uygulamaya çalışırlar. Kayıt şirketleri hayatı pembe dizi olarak algılamaktan herhangi bir grubu dinlemez bile, eleştirmen birini yerden yere vurarak egosunu tatmin eder veyahut nuh nebiden kalma estetik anlayışını onlara dayatır.

Halbuki her çağın insanı tamamen ayrı, tamamen biriciktir. İnsanlar teker teker dahi hepsinin estetik ve zevk anlayışı biricikken sizce ayrı çağın insanları aynı estetik anlayışlara sahip olabilir mi? Bu imkansızdır. Duygular ve fikirler, yaşanılan çağa ve zamana göre şekil alır demiştik, işte bu yüzden her çağın nasıl bir zeitgeist’i varsa ayrı bir sanat anlayışı da vardır. Bu yüzden de eski çağların insanının ‘’yeni’’yi eleştirmesi imkansız, bu eleştirilere kulak vermek de absürttür. 19.yüzyılda protestan ahlakı ile, viktöryen toplumda yetişen bir insan nasıl olur da 70’lerin İngiltere’sinde, orta sınıf bir aileden çıkma ve hayatı boyunca liberal bir toplumda yaşayan, hedonizmi arayan bir genci eleştirilebilir? Onunla aynı çevreden gelmemiştir, aynı duyguları tatmamış ve aynı fikirleri tatmamıştır. Onunla ayrı gemilere bindikleri gibi, ‘zevk’ rotaları da apayrıdır. Bu durumda nasıl olur da bu insan bir diğerine gitmesi gereken rotayı tarif etmeyi çalışır? Birçok eleştirmenin bunu oturup düşündüğünü zannetmiyorum. Çünkü onlar haklıdır, nasıl olur da birkaç anarşist punkçı onlara sanat dersi vermeye kalkışır.

‘ Şu müziğe bak, nasıl gürültülü! İnsanların kıyafetleri nasıl agresif, sanat anlayışları ne kadar avam!’

’19.yüzyılın hayaletleri olamadığımız, özgün bir anlayışımıza sahip olduğumuz ve çağımızı hissettiğimiz hepsinden de öte biricik karakterimizi masabaşında, zihin yapısı 70 yıl öncesine dayanan sizlere kurban etmediğimiz için utanç duyuyoruz bayım!’

Punk’a bakın, gürültülüdür: Sanayi şehirlerini, yolları, çevresi gazlardan dolayı islenmiş olan kaldırımların ilahisidir. İsyankardır, yıllarca hazlarıyla yaşamanın ayıp olduğunu, yerleşik gelenekleri ihlal etmemeleri gerektiği ve hepsinden öte ‘el ne der’ diye yaşayan insanların çocukları birden ‘biz bireyiz, özgürüz ve mutlu olmak istiyoruz, eski yaşamlarınız bizi ilgilendirmiyor!’ demeye başlamıştır. Klasik müziğin kurallarına uymaz: Hayatları boyunca ellerine kurallar verilen müzisyenler artık istedikleri gibi çalarlar, tamamen doğaldır. Giyimleri unique’dir: Bireyselliğin ve farklılığın, bir kimliğin zihinden taşan ifadesidir.

Bunu anlayabilmek için ise bu yüzyılı anlamak, bu çağın insanı olmak lazım gelmektedir. Sanat bir argümantasyon alanı değildir, ortak bir alan aramaz. Yanlış/Doğru dikotomisine dayanmaz. Dayanmaz ki özgürdür, aklı da aşmıştır artık. Eğer siz onu serbest bırakırsanız o her zaman olduğu gibi çağı hissettirmeye devam edecektir.

 Peki neden son 30 yılımız aynı müziklerin ısıtılması ile geçmiştir, veyahut artık neden müzik çağı tanıtamaz?

Son 30 yıldan beri, Neoliberalizm ortaya çıktı, birçok azınlık yeni haklar elde ederken ekonomi tamamen değişti, piyasalar her şeyi sermayelize edebildi. Sivil toplum etkinleşti, Dünya çok daha fazla çokkültürlülüğe, tercih özgürlüğünü konuşur hale geldi. Doğru/Yanlış dikotomileri sorgulandı. Marksizm çöktü. Teknoloji biçim değiştirdi. Devletler insanların hayatlarında çok daha farklı pozisyonlar almaya başladı. Geleneksel refah devleti yapısı yıkıldı ve sanat şirketler tarafından kontrol edilir hale geldi. İnternet devrimi yaşandı. Sanayi 4.00 geldi.

Yani bir insan hayatında sayamayacağım kadar değişiklik yaşandı. Madem öyle insanın ifadesi olan sanat neden durgun. Neden insanlar hala daha retrowaveler ile 80’leri tekrar tekrar deneyimlemeye çalışıyor? Bu çağın ifadesi kesinlikle bu değil. Ya da tüm dünya politize bir haldeyken rock politik konulardan tamamen çekilip birkaç zengin evladının kum havuzu pozisyonuna kondu? Yeni bir rock ve metal türü neden çıkmadı? Yani kısaca sorumuz:

Eğer sanat çağın insanının ifadesiyse, insan neden son 30 yıldır kendini ifade edemiyor,

Zaman ve Gelecek ÖLDÜ MÜ ?

Son birkaç yılda yayınlanmış herhangi bir albümü 90’lara götürüp insanlara dinletin, insanlar şaşırmazdı. Aynı melodi, aynı sözler ve aynı tasvirler. Sanki ikisi aynı fabrikadan aynı kalıplarla farklı zamanlarda çıkmış gibidirler. Bu çağa özgün herhangi bir şey bulamazsınız. Ancak bir de 60’ların rock’ı ile yetişmiş birine Sisters of Mercy- Lucretia My Reflection parçasını dinletin, 30 yılda her şey daha karanlık, daha depresif, daha varoluşsal ve daha gotik hale gelmiş ve bunun yanında tekno öğeler daha fazla yer almaya başlamıştır. Çağ sanki özet geçilmektedir. O aklından bir şerit gibi geleceği geçirecek ve gelinen noktayı anlayacaktır. 21.yüzyılda insan bundan yoksundur, insanlık bir doğum sancısı içindedir.

Bir diğer yandan müzik tamamen de-toplumsal hale gelmiştir. Şu iki şarkıyı karşılaştıralım:

Don't blame me, love made me crazy

If it doesn't, you ain't doin' it right

Lord, save me, my drug is my baby

I'll be usin' for the rest of my life(1)

 

God save the queen

The fascist regime

They made you a moron

A potential H bomb(2)

 

Biri tamamen toplumsal ise diğeri de o kadar yüzeysel ve kişiseldir. Eğer müzik insanların bir kimlik dışavurumu ise acaba son 30 yılda toplumsal sorunlar rafa mı kalkmıştır? Tam tersine İnternet sayesinde gün yüzünde olmayan sayısız sorun tartışılmaya bailanmıştır. Yani sorunlar gene kafamızın bir köşesinde dururken biz bunları söze dökemez haldeyiz. Bazıları Pop için ‘bu da sadece başka bir kimliğin ifade şekli’ diyebilir. Ancak kimlik, sizce çevreden bağımsız olabilir mi? İnsanlar birbirleriyle alakaları olmayan yıldızlar değillerdir, tamamen etkileşim halindedirler. Yani içinde bir toplumsal sorunu, konuyu barındırmayan bir kimlik bulmak mümkün olmadığı gibi bunların olmadığı bir ifade ediş şekli bulmak da ne sosyolojide ne gündelik hayatta karşılaşılan herhangi bir toplulukta ya da bireyde mümkün değildir. Üstelik eğer gerçekten Pop yeni bir ifade ediş şekli olabiliyorsa son 30 yıldır tek yapılan şeyin eski müzik yapma şekillerini kendini modifiye etmesine ne demeli ? Veyahut insanların retro akımlara kaçışlarına. Ortada bir şeyin yapılamadığı, bir anormallik olduğu açıktır.

 Sanat sadece doğum sancısı çekmiyor, aynı zamanda hantal da.

21.yüzyıl sanki birinin elleriyle 20.yüzyıla hapsolmuştur, acayip bir sona gelinmişlik ve tükenmişlikle yaşamaya çalışan bizler bir yerlinin uçak görünce totemlerine koşması gibi bu gerçekle yüzleştiğimiz zaman çareyi 80’leri ve 70’leri tekrar tekrar geri üretmekte duruyoruz. Halbuki kesinlikle 40 yıl öncesi bizi tarif edemiyor. Tarih durdu.

Tarihin burada durmasının sebebi elbette ki insanların artık yeter sıkıldık demesi falan değil, nasıl ki tarih boyunca eleştirmenler yeni bir akımın çıkmasına ket vurduysa bayrağı da şimdi kayıt şirketleri ve kar arayışı almıştır.

Müzik, 80’lere kadar devletin ya da sivil toplumun gözetiminde yapılan, bazı öğeleriyle beraber parasal hale gelmiş olmakla beraber kesinlikle kapitalize olmamış bir alandı. Bir akım iddiasıyla ortaya çıkanların daha satış yapmadan devletten ya da derneklerden destek ‘almamaları manşetlikti’. Nasıl olsa bu bir ticaret alanı falan olamazdı!

80’lere kadar.

80’lerden sonra kültürün ve müziğin ısıtılan bir yemeğe dönmesinde parasallaşmanın katkısı büyüktür. 80’ler neoliberalizmi ile Devlet ekonomiden çekildiği ve sosyal devlet gerilediği gibi, sivil toplum ve sendikalar da bizzat devletin düzenlemeleri sayesinde onun yerini dolduramamış ve bu özellikle kar kaygısı olmayan sanatçıları vurmuştur. Artık onlar da ‘evlerine ekmek götürmek zorunda olan’ 9-5 çalışanları haline gelmektedir. Artık önemli olan tatmin veya haz almak değil, satış rekorları kırmaktır. Daha doğrusu sistem estetik anlayışınızı böyle güncellemeye zorunlu tutar sizi.

Her akımın bir ilk dalgası, başarısız denemeleri vardır. Siz yıllarca kendisini bambaşka tanımlamış olan bir insanı ne kadar iyi tanımlarsanız tanımlayın ilk önce garip bakışlar ve yuhalanmalar ile karşılaşırsınız. Yani yeni bir akımın var olması için eskisinin dinamitlenmesi, bir ‘struggle’ gereklidir ki bunun için de zaman lazımdır. Piyasa ise bunu tanımaz. Bir sonraki albümünüzü evsizlerle yapmak istemiyorsanız sevilen bir akımı yeniden ısıtmak kesinlikle yenisini çıkartmaktan daha hoştur.

Yani gelecek artık ölmüştür, onu öldüren de bizlerizdir.

Peki ya neden çok daha de-toplumsal hale gelmiştir? Bunun sadece ekonomik bir açıklaması olacağını zannetmiyorum. Tarih boyunca refah arttıkça entelektüel olarak tarif edilen alanlarla daha fazla uğraşılmıştır. Son 30 yıl insan refahının en hızlı arttığı dönemdir. O halde bugün neden tersi yaşanmaktadır?

TOPLUMUN ATOMİZE OLUŞU

Bunun da cevabı, ‘’sanatın su yollarını engellemeye çalışan’’lar üçgeninin son kenarı olan denetleyiciler ve suya sabuna dokundurmaya niyetli olmayanlardır.

Son 30 yıldır toplumun ‘atomize’ edilmesini izler hale geldik. Bunu en çok psikoloji alanında yaşıyoruz. X kişisi y sorunundan dolayı bunalıyor mu? Ya genlerinden ya da tamamen kişisel yapılardan kaynaklıdır. Herhangi bir toplumsal analiz yapılmaz. Bu bireyin toplumla olan ilişkisi mercek altına alınmaz ve onu nelerin bastırdığı incelenmez. Bu yüzden çözüm de bulunmaz. Modern psikoloji bireyin, toplumun sorunlarını çözümlemek için değil ancak toplum dişlisinin ‘bozuk çarklarını’ yeniden işler hale getirmeye kuruludur. Artık terapi yapılmaz, bireye kimyasallar verilerek kendini bastırması talep edilir.

Yapılan terapiler bile atomize bile de-toplumsaldır. Bireye uysal olması ve şikayet etmemesi tavsiye edilir. Ancak böyle bir tavuskuşu çözümü neyi düzeltir? Peki ya çözüm ne kadar umurlarındadır?

Kısaca modern zamanın yansıması olan psikolojide bireye sorunlarını dile getirmesi değil bastırması, toplumsal sorunları incelemesi değil uysal olması ve atomize olması tavsiye edilir. Bu da insanın kendi kimliğini ifade ediş şekli olan müziğe yansır.

Artık bunalımlar kişiseldir. Kızın intiharı istemesi onu hayatı boyunca satranç tahtasındaki piyon gibi kullanan insanlar değildir, veyahut kimse ona yanlış bir hayat anlayışı aşılamamıştır. O bunalmıştır çünkü erkek arkadaşı onu terk etmiştir. Bu kadar.

Artık insanların erdemsizlik diye adlandırdığı her şeyi şeytanı da sembolleştirerek kucaklayan Black Metal yoktur, kız-erkek ilişkilerinden öteye gidemeyen ucube bir metalimsilik vardır. Ses aynıdır, ancak anlam ölüdür.

 Eğer olur da kazara toplumsal yapılara dair bir şarkı ortaya çıkarsa da, mesaj öyle basit ve anlamsız haldedir ki, ya dalga geçilir ya da ifade edilen durum pembe dizi izleniyormuşcasına estetize edilir. Bu zaten ölmekte olan sanatın kimliği ifade ediş yönünün tabutuna çiviyi çakar.

Toparlayacak olursam Günümüzde ortada bir sanat yoktur, sadece onun hayaletleri etrafta anlamsız bakışlarla dolaşmaktadır. İnsanlık herhangi bir yeni ifade ediş şekli yaratamamıştır. Sanatın gelişmesinin birinci şartı olan ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesi ile itina ile darmaduman edilmiş ve gelecek ölmüştür.

Punkçılar ve Post-Punkçılar ‘There is no future’ diye bağırırken her şey için çok geç bile olmuştu.

Herhangi bir eleştiri, öneri için yorumları kullanabilirsiniz. Popçu tayfayı bekliyorum :)

(1)Taylor Swift- Don't blame me  

(2)Sex Pistols- God save the queen