yazılarımızdan arayın

4 Eylül 2024 Çarşamba

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

"Ağın İçinde: Yıkımın ve Umutsuzluğun Doğa ile Sessiz Dansı"

Marquis de Sade, kasvetli bir kış akşamında, karanlığın derinliklerinde saklanan ormanın soğuk ve ürkütücü havasını ciğerlerine çekti. İçinde bulunduğu odada bu canavarın konuşabileceği tek şey ya kitapları, ya da günlükleriydi, zira dışarı çıktığı an kendisini çarmıha germek isteyen ilahiyatçılar ya da erdemin yılmaz savunucuları kol geziyordu. O ise her zamanki alaycılığı ile tüm bunları tolere ederek yaşamına kaldığı yerden devam edecekti. İçindeki güdü, haz arayışıyla yanan ve onu tüm bu sarmala iten bu lanet güdü yahut daha da açık olmak mı lazımdı bilmiyoruz; tahakküm etme güdüsü onu kendinden geçirmeye yeterdi. Öyle bir güdüydü ki bu, parlak kariyerini bırakıp onu sonsuz bir sürgüne mahkum etmişti. Kendini tutmaktan acizdi. Bunu kusmalıydı, ya birilerini daha bu güdünün tapınağına kurban olarak sunarak yahut da yazarak. Yazmak, sadece bunu kusmak amacıyla da olmamalıydı. Kendisini bir suçlu yerine koyan bu yapay düzen, ah şu doğal hakçılar ve onların yanında mevzilenen ilahiyatçılar! Onu sırf doğanın kendisine verdiği görevi yerine getiren bir makine olduğu ve onlar gibi yalan söylemeden, inkara kalkışıp bunu kabuslarına ya da obsesyonlarına hapsetmesini isteyen bu insan yığınlarına uymadan görevini yerine getirdiği için


kendisini Bastille'in kuytu köşelerinde farelerle arkadaş yapanlar onlardan başkaları değildi. Nasıl olur da göremezlerdi, doğanın yasalarını ve işleyişini. Kendisinin sevgililerini de bu körlükleri yüzünden idama mahkum edeceklerdi şimdi. Ya anlasalardı? Anlamak, önyargısız biri için kolaydı aslında. Herhangi ormanda birkaç dakika zaman geçirmek yeterliydi ve elbette, biraz da önyargısız bir kendini tanıma süreci gerekliydi. Zira, insan kendisine biraz bakar ve birkaç kelam fen bilgisine sahipse, kutsal erdemlerin yanından bile geçmeyen ve tamamen doğal olan içgüdülerinin farkına varabilirdi, daha sonra ise pek tabi, materyalistik yapısına kadir olabilirdi. Bu güdüleri inceleme istenci, onlardan korkmaktan üstün çıktığı an ise nasıl bir zevk kaynağında doğduklarını anlamaları mümkün olabilirdi. Beden ve ruh düalizmi, insanın doğasına katlanamayanların ve onun doğal yanını incelenmesinden bu yüzden korkanların eseri değil miydi? Halbuki, bedendeki en ufak bir incinme kendini düşünme yeteneğinde belli ediyordu, oysa ki madde ve ruhun etkileştiğini hayal edebilmek bile absürttü. Fizikselden etkilenen, gene fiziksel olmalıydı. Basit bir doğa yasasıydı bu, ama körlere karşı yasalar işlemezdi.  

Doğalarını kabul edenler ise, doğanın işleyişine biraz hakim olunca doğanın bizim içimize verdiği haz ve tahakküm istencinin sınırsızca yaşanması gerektiğini zaten anlayacaktı. Hayvandan farksız bir makine olan insanın zevk kapasitesini anlamsız normlarla örtmeye gerek yoktu, doğanın kanunlarına tabi olan ve doğanın istediklerinden başka bir şey yapmayan, tam da bu yüzden doğanın makinesi olan insan, uygulanması için içine bahşedilen bu güdülerin peşinden gitmeliydi; baskılamak ya da inkar; mutsuzluktan başka bir şey yaratmazdı. Zira haz peşindeki bir makine olan insan, bu doğal yanını değiştiremeyecekti ve sadece yasalardan dolayı -mış gibi yaparak kendini suçlu, ezik ve düşük bulacaktı. Ne için yapacaktı ki bunu, ne kazanacaktı? Hiçbir şey kazanamayacaktı, sadece doğasını anlamış birinin bir gün onu doğanın işleyişini hatırlatırcasına alt ettiğinde pişman olacaktı doğanın yolundan gitmediği için, kendini inkar edip korku içinde kendini zincirlediği için. Bir doğalcı, böyle olamazdı. O, bu güdülerinin doğallığını bilir ve baskılamazdı, bunlar ne doğanın yasakladığı şeylerdi, ne de acı verirlerdi ona. Bir zevk pınarının berrak sularıydı onlar ve içilmeleri lazımdı. Kulaklarına zihninin derinliklerinden gelen, hazzın o bencil ancak kuvvetli seslerine kulak verirdi, mutlu olmak adına.  Kendini ne suçlu addeder ne de bir canavar olarak görürdü, mekanikliğin farkında olur ve bahşedilen bu güdülerden ''nasıl en fazla tadı alabilirim?'', ''Nasıl bu yönümü geliştirebilir ve bu ince yapımı anlayabilirim?'' Soruları bunlar olurdu. Kendisini her gün, içindeki ''canavara'' karşı sorgulamalara tutmaz, mahkemeler kurmazdı. O ''canavar'', doğayı anladığı an onun yegane ''dostu'' olurdu. Bunun getirdiği mutluluk ve huzur dahi, Sade için tüm bu erdem avukatlarına yetecek bir cevaptı. Doğalarının neye yöneldiğini, neyin doğal neyin yapay olduğu bu birkaç cümlelik anlatımdan çıkmıyor muydu zaten? Ayrıca, kim daha mutlu ayrılacaktı bu dünyadan? Doğalcı, kendisine bu doğal yanını bastırması için zihninde idam sehpaları kurmasını isteyenlerin, fransız rahiplerinin ve aristokratlarının bu idam sehpalarını çoktan kırıp attıklarını ve kendisine bu zehirli ancak zevkli meyveye yaklaşmamasını öğütleyenlerin her gün bu meyveyi tattıklarının farkında olurdu. Onlar öyle bir sistem kurmuştu ki, kendilerinin daha fazla meyvenin tadının farkına varmaları için, birilerinin bu ağaçlarının meyvelerini görünce titrerken bir yandan da bu ağaçlara bakar olmaları lazımdı.

Bu anlayışın, başkalarına acı verilmesini meşrulaştırdığını söyleyecekti hemen erdemin avukatları. Peki, acı ve yok oluş, yaratmak kadar doğa için önemli değil miydi? Yapım ve yıkım dengesine dayanan doğa düzeninin bozulmaması için yıkıcının da yapıcı kadar değer görmesi gerekirdi. Yıkıcı faaliyetler sebebiyle bambaşka alanlardaki atomlar bir araya gelip seni oluşturduysa, yani sen varlığını yıkıma borçluysan kimi itham edebilirsin ki? Doğanın düzeni, bu karmaşık gösterinin devam etmesinin tek yolu olan yaratım ve yıkım döngüsü, erdem avukatlarına şans tanımayacak kadar kuvvetliydi onun için. Doğanın yaratığı olan o, kendisine tüm bu meyveleri veren, ona bu maddeler yığını arasında zevk alma şansını bahşeden doğanın düzenine ihanet edemezdi.

 Tüm bunların Fransa'nın köyündeki bir çiftçi tarafından dahi anlaşılması gerekiyorsa, karışık argümanları kenara koymalı ve onları her gün karşılaştıkları bir cinayet sahnesine götürmeliydi. Doğayı ifşalayacaktı! Yaratıcı yıkımın tüm korkunçluğu ve caniliği, doğanın çırpınan eller ve ayaklara, akan gözyaşlarına olan tüm kayıtsızlığı ve katilin tüm kahkahalarıyla olan zaferini ortaya koyacaktı. Aptal bir saray soylusu gibi akan kandan, bu doğal dengeden korkmayacak ya da tiksinmeyecekti, onu ortaya çıkartarak insana yerinin ne olduğunu gösterecekti.  Gözleri, koyu gölgelerle dolu ağaçların arasından sızan ay ışığını izlerken, bu karanlık fikirlerinden ve atmosferden aldığı ilhamla kalemini tekrar eline aldı. Doğanın zalim ve kaçınılmaz gerçeklerini, insanın yaratmış olduğu sahte ve yapay ahlaki normlardan ayırmak için mürekkebini kâğıda dokundurdu. Karanlığın ve acımasızlığın iç içe geçtiği bu dünya, onun kaleminde yeniden hayat bulacaktı.



Evrenin ilk yaratıldığı o günlerden beri, doğa asla adalet ya da merhamet vaat etmemişti. Hayat, sadece güçlülerin ve acımasızların oyun alanıydı. Toprağın altında, milyonlarca varlığın önce çığlıklar ve sonsuz suskunluklarının kanıtları yatıyordu. Çığlıkları ve gözyaşlarını izleyen doğa, onları tekrar ayrıldıkları evlerine kabul etmesi gerektiğinde yardım etmesi gerektiği an kadar isteksiz değildi. Sessizce hepsini önce kabul ediyor, sonra emrindeki böceklerle parçalara ayırıyor ve yıkımın yaratıcılığından, yeni varlıklar geliyordu toprağın üstüne; nasıl oraya ulaştıklarından habersizce. Ormanın derinliklerinde, yaprakların altındaki o karanlıkta, incecik bir örümcek, bu döngüyü hem kurbanı hem de galibi olarak devam ettirmek isterken ağı parlıyordu. Şafak sökmeden hemen önceki o alacakaranlık vakti, doğanın en sinsi ve ölümcül tuzağını aydınlatırken, yaşamın kaçınılmaz döngüsü bir kez daha gözler önüne seriliyordu.

Ağın ortasında, hareketsiz bekleyen bu karanlığın bu sinsi efendisi, ince ve narin bacaklarıyla, etrafında olup biten her titreşimi hissedebilecek kadar hassastı. Her sabah, açgözlü bakışlarıyla avını beklerken, doğanın tek ve acımasız yasasını bir kez daha hatırlatıyordu. Güçlü ve güçsüzün sonsuz yaratım ve yıkım döngüsü, acımasız ve basit, reddedilmesine rağmen ise tüm çıplaklığı ile açık.

Bu sabah ise, dalgın bir sinek, rüzgarın hafifçe salladığı ağın cazibesine kapıldı. Hiç fark etmeden ağın yapışkan ipliklerine yakalandı. Sinek, korku ve dehşetle çırpınarak kendini kurtarmaya çalıştı; ama ne kadar mücadele etse de her hareketi onu daha da çok örümcek ağına doluyordu. Bütün organları çırpınıyordu son bir yaşam itişi adına ama başarısızdı. Doğa, ona bu acımasız tuzaktan kaçacak gücü vermemişti. Giderek daha fazla korkuyor ve kanatlarını olabilecek en güçlü haliyle çırpıyordu, yaşamak istiyordu. Korkusu arttıkça, sineğin çırpınışları da hızlandı; fakat kaçınılmaz sonuna doğru hızla sürüklendiğini fark etmekte gecikmedi. Giderek daha da umutsuzca çırpıyordu kanatlarını, ölüme yaklaştığını hatırladıkça doğanın bu işleyişine teslim olduğunu anlarcasına bacakları daha yavaş sallanıyordu. Biraz sonra kabullendi, doğanın tek kanunun gösterisindeki rolünü kabul etti. Sonra bir şeyleri hatırladı, soylu erdemleri. Belki, gerçekten de evrenseldi bunlar ve doğa bize kendisinin acımasızlığından korunmak adına bunu bahşetmişti, bu doğal yanını örümceğe hatırlatırsa canı kurtulabilirdi.

Korkuyla haykırdı sinek: “Örümcek! Bana merhamet et! Benim de bir yaşama hakkım var senin gibi. Masumum, seni incitecek hiçbir şey yapmadım ben. Başka bir yolu olmalı! Neden sadece karnını düşünerek hareket ediyorsun? Bundan fazlası değil miyiz biz, varlıklar olarak? Seni mutlu kılan da bundan daha fazlası değil mi? Ancak böyle  dünya daha adil bir yer olamaz mı?”

Örümcek, incecik ağını saran iplikler arasında sinsi bir şekilde ilerlerken sineğe yaklaştı. Sineğin hala daha çırpınan kanatlarının sesi onu daha fazla heyecanlandırıyordu. Kıpkırmızı


gözlerini ona dikmesi, örümceği sadece daha da iştahlandırıyordu. Onun tek aklında olan, biraz sonraki ziyafetiydi. İçindeki ses, içindeki o canavar zevk güdüsü sineği yemesi için ona emirler yağdırırken, erdemin mırıldanışlarını o çoktan gözden çıkartmış haldeydi. Hangi sesin onun karnını doyuracağı açıktı. Onun kafasındaki atomların şehvetle çırpınmasından doğan bu düşüncelerinden kaynaklanan alaycı ve acımasız bakışları, sineğin çaresizliğiyle besleniyordu. Doğanın emirlerinin uygulayıcısı, kendisine teslim olduğu düzenin bahşettiği bu galibiyetin sahibi olarak nihayet konuştu: “Ah, zavallı sinek! erdem dediğin şey, sadece güçsüzlerin kendilerini teselli etmek için uydurduğu boş hayallerden ibarettir. Söylesene, neden canını bağışlayayım? Karnımı aç bırakmak için mi, sen gidip tüm ormana beni şikayet et diye mi, yoksa içimde şuan mırıldanan erdem denen şeyi canlandırmak için mi? Onun mırıltılarını dinleyip seni salacağım, peki sonra? Aç kalacağım! Şimdi, bu erdem dediğin şey şuan güçsüz olan senin çıkarını örten bir perdeden başka nedir ki benim için? Güçsüzler olarak bizi dize getirecek kudretiniz yok ve bu yüzden bundan bahsediyorsunuz bizlere, ne teatral ve ne acınası. Doğa, senin gibi zayıfların varlığına değer vermez. Çırpınan kanatlarının seslerini duymamakta ısrarlı, dermansız kalan bacaklarına güç vermeyecek kadar umursamaz ve gözyaşlarıyla dolu gözlerini birazdan zevkle topraklarına kabul edecek kadar da alaycı! Burada hüküm süren tek yasa, güçlü olanın zayıf olanı ezmesidir. Bu, doğanın en saf ve en katı gerçeğidir.”

Sinek, bu sözler karşısında daha da büyük bir umutsuzluğa kapıldı. “Ama biz de bu dünyanın bir parçasıyız! Yaşamak, nefes almak, var olmak... Bunlar hepimizin hakkı değil mi?” ''Ayrıca yok etmek, doğaya karşı suçtur bu!''

Örümcek, bu sefer daha da alaycı bir şekilde gülümsedi ve sineğe bir adım daha yaklaştı. “Hakkınız mı? Güldürme beni! Benim için tek bir şey vardır, o da hazdır. Ve senin varlığın, sadece benim hazımı tatmin etmek için bir araçtır. Doğanın kanunu budur: Güç ve zevk. Ve senin gibi zayıf olanlar, bu döngünün bir parçası olmaktan başka bir işe yaramazlar.

Sen ve senin gibilerin çoğu, diyerek sözlerine devam etti örümcek -zevk ve çoşkuyla konuşuyordu-çoğu doğayı, yalnızca yaratan, hayat veren bir güç olarak görme yanılgısına kapılır. Oysa doğa, aynı şiddetle hem yaratan hem de yıkan bir kudrettir. Bu hakikati kavrayamayanlar, onun sırlarına erişemez, onun gerçek yüzünü göremezler. Doğa, varlıkları yaratmak kadar onları yok etmeye de mecburdur. Onun bu amansız, yıkıcı gücü, varoluşun en temel taşlarından biridir. Yaratmak, doğanın iradesinin yalnızca bir yüzüdür; diğer yüzü ise yıkımın, ölümün, yok edişin ateşli kollarında saklıdır.

Doğa, kalpsizdir çocuklarına; her yaratımı kucağında büyütürken, aynı zamanda onları zalim bir tutkuyla yıkıma sürükler. Bu yıkım sizce, ahlak dışıdır, acımasızdır, ama aynı zamanda reddemeyeceğiniz şekilde en saf haliyle doğaldır. Doğanın kollarında hayat bulan her şey, onun kudretiyle yok olmayı da tadar. Her çiçek, her hayvan, her insan, doğanın bu çift yönlü şehvetine boyun eğmek zorundadır. Yaratmak, ne kadar kutsal ve güçlü bir eylemse, yıkım da o kadar kutsal ve güçlüdür. Çünkü doğa, yalnızca varlıkları yaratmakla kalmaz; onları yıkmak, tüketmek, tekrar toprağa karıştırmak da onun kaçınılmaz görevidir. Yaratmak ne kadar doğalsa, yıkmak da o kadar doğaldır.

 Doğa, kendi ahlakını kendi belirler ve hiçbir sosyal sözleşme tarafından bastırılamayacak kadar güçlüdür bu ahlakın temeli; o, kendi yasalarının hem sahibi hem efendisidir. İşte bu yasalar, yaratmanın yanı sıra yıkımı da yüceltir. Doğanın her yıkımı, onun yüce iradesinin bir tezahürüdür. Yaratımın hammaddesidir bu. 

İşte bu nedenle, yıkımı kucaklıyorum ben. Kendi iradesiyle hem yaratımın, hem de yıkımın sahibi bu amansız yüzünü sevinçle karşılıyorum onun. Yıkım, doğanın en büyük sanatı, en ateşli arzusudur. Onun ateşinin sönmemesini sağlar ve doğa tapınağını aydınlatır, sonsuz döngüsüyle tapınağın güvencesi ve huzur kaynağıdır yıkım. O, varoluşun ne kadar geçici ve anlamsız olduğunu gözler önüne serer; düşünen ve seven bir zihnin kaçınılmaz olan suskunluğu tatmasından sonra böcekler sayesinde yavaş yavaş parçalara ayırır ve onu atomize ederken, senin gibilerin çığlıklarına kahkahalar atarak döngüsüne devam eder ve aynı zamanda bu geçiciliğin içindeki güzelliği ve büyüklüğü de açığa çıkarır.

 Parçalar saçılır, rastgele dağıtır o tohumları doğa, tarlası olan tüm dünyaya; yeni çocukları ve kurbanları ölüm zincirleri üzerinde var olduklarını bilmeden dünyaya gelsin,  tekrar rüyalar görsün, hayaller kursunlar ve en sonunda da kaçınılmaz suskunluğu tatsınlar diye.

İşte böyle, yani senin anlayacağın saf ve duygusal, ne yazık ki kurban rolünde olan dostum:  doğa, yıkımla birlikte yeniden doğar, kendini yeniden var eder . Yıkım, varoluşun sonsuz döngüsünde, doğanın en sanatsal yanıdır ve şimdi, ben senin üstünde uygulayacağım bu sanatı.

Sinek, örümceğin acımasız kelimelerini duydukça içini kavuran bir dehşetin pençesine düştü. O, doğanın sessiz, zararsız bir parçası olarak, bu denli karanlık bir sona nasıl
sürüklendiğini anlamıyordu. İçinde büyüyen korku, örümceğin her kelimesiyle daha da derinleşiyor, varlığını bir kabus gibi sarıyordu. Yıkımın kaçınılmaz olduğunu duydukça, ruhunu teslim etmeyi reddeden bir inatla, son bir umut kıvılcımı aradı. Bu son çırpınış, doğaya seslenişiydi; hayatı boyunca sadık kaldığı erdemin, ona en azından küçük bir ödül sunmasını diliyordu. Ama bu dilek, boşlukta yankılanan bir çığlıktan öteye gidemedi.

Zaman geçtikçe sineğin içindeki umut cılızlaştı, tıpkı durmak bilmeyen bir çığ gibi, erdemin sesi de yavaşça sustu. Kanatları, çaresizce örümceğin ağında çırpınıyor, kaçış için son bir güç topluyordu. Ancak bu çırpınış, yalnızca erdemin sessizliğini, doğanın kayıtsızlığını duyuruyordu. Her çırpınış, umutla bağıran bir sesken, zamanla zayıflayan ve sessizleşen bir hıçkırığa dönüştü.

Sinek, doğanın ona sırt çevirdiğini anladığında, erdemin de onu terk ettiğini hissetti. Kendini bu terk edilişin boşluğunda buldu, etrafındaki her şey soluk, uzak ve anlamsız hale geldi. Kanatları artık boşuna çırpınıyordu; her çırpınış, sineğin çaresizliğini daha da derinleştiriyordu. Bacakları da aynı akıbeti paylaştı, önce çaresizlikle titredi, sonra ise teslimiyetle sessizce kıpırdamaz oldu. Her hareketi, sineğin acısını daha da arttırıyor, her kasılma, varoluşunun anlamsızlığını ve bu büyük döngüde doğanın kendisine alay edercesine biçtiği rolü bir kez daha yüzüne çarpıyordu. 

Sonunda, sinek, doğanın kayıtsızlığına, erdemin sessizliğine ve kendi çaresizliğine boyun eğdi. Tüm gücünü kaybetmiş, kanatları ve bacakları artık hiç hareket etmiyordu. Sessizlik, onu teslim almıştı. Hayatı, gözlerinin önünden bir sis gibi geçti. Yaşamı boyunca yaptığı her küçük hareket, her erdemli davranış, şimdi ne kadar da boş, ne kadar da anlamsız geliyordu. Sinek, sonunun kaçınılmaz olduğunu kabullenmek zorunda kaldı.


 Örümcek, bir yırtıcının soğukkanlılığıyla sineğin üzerine atıldı. Gözleri ağır ağır kapanırken ve örümcek onun incecik bedenini ağında yavaşça sararken bir zamanlar ona can veren, umut veren her şey solup gitti. Kanatları ve bacakları, bu son kabullenişle tamamen durdu. Artık çırpınmak yoktu, yalnızca karanlığın yavaşça üzerine çökmesi kaldı. Sinek, son nefesini verirken, doğanın zalim döngüsüne, yıkımın kaçınılmazlığına boyun eğdi. Sessizlik, onu tamamen sardı ve sinek, karanlık içinde kayboldu.

Örümcek, avını afiyetle yedikten sonra ağında dinlenmeye çekildi. Doğa, yine kendi bildiğini okumuştu; merhametsiz ve kaçınılmaz olan süreç, işlemişti. Doğa, ölümünü ve erdemin onu terk edişini izlediği evladını kabul etti toprağın altında, masumluğundan beslenen çığlıklarının tükenişi ve sonsuz suskunluğuyla alay edercesine, belli belirsiz bir yer verdi ona. Orada, bu kaotik döngünün kanıtı olarak yatmasını istedi. Belki, tüm bu çırpınışlarının sonunda bu yeni yuvasında huzur bulabilirdi vücudu.

Marquis de Sade, kalemini bir kenara bıraktığında yüzünde soğuk bir tebessüm belirdi. Kağıdı aldı, kütüphanesinin bir kenarına koydu. Karanlık ve Kasvetli şatosunun bu odasında, grotesk tabloların bulunduğu bir duvar kenarında, erdemin bahtsızlığı ve erdemsizliğin mutlak galibiyetinin belgesi dinlenmeye konulmuş oldu.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder