yazılarımızdan arayın

Doğu-Batı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğu-Batı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2023 Pazar

BATININ MAKİNESİ İLE YETİNMEK YAHUT BATI’NIN NELİĞİ ÜZERİNE

 


Felatun bey ile Rakım efendi Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayınlanmış bir romandır. Edebiyatımızda, ‘batıyı kavramayan züppe’ karakter tiplemesi üzerine yoğunlaşan Ahmet Mithat efendi, roman boyunca bize Batı’nın düşün dünyasını kavramayan ancak şekil itibari ile son derece Batılı olan Felatun Bey’in örnek alınmayacak davranışlarını, gösterişinin arkasında sadece derin bir boşluğun olduğunu ancak, kendi kültürünü koruyan ve benimseyen, ancak Batı’nın ‘iyi’ yanlarını alan Rakım Efendi’nin çevresi tarafından takdir edilen, kendini geliştiren ve ne kadar kültürlü bir insan olduğu anlatılır. Romanın efendisi Ahmet Mithat, sanki Felatun’u ve dolayısı ile ‘katıksız batıcılığı’ lanetlemiş; bir sentezin ürünü olan Rakım Efendi’yi ise kutsamıştır. Roman, bize açık bir mesaj vermektedir. Bu mesaj, Batı uygarlığının fennini, Doğu uygarlığının ahlakını almak üzerinedir. Zira, Ahmet Mithat Efendi’nin zihin dünyasında olması gereken uygarlık bu şekildedir. Kendisi Avrupa’ya ziyarete gittiği vakit makineleri görür, fabrikaları ziyaret eder ve şoka uğrar. Doğduğu andan itibaren medeniyetinin dünyanın en ileri medeniyeti olduğu ve tüm inançlarının hakikat, devletinin ve toplumunun pratiklerinin de bu hakikatin birer gölgesi, yansıması ve Tanrı'nın gölgesi (Zıllullah) olduğuna inanan bir insanın, kendilerinden çok daha alçak, kötü ve yanlış inançlara saghip olduğuna inandığı bir

Batılıların gözünden Osmanlı tasviri

toplumun bireylerinin ondan çok daha tatminkar bir hayat sürdüğüne tanık olunca elbette ki şok olması normaldir ki bundan sonra, kendi medeniyeti hakkında bireyin içinde bir çatışma başlar.  Batı kendilerinden çok daha ileri tekniklerle geleceğe doğru yürümektedir. Ancak, Paris sokaklarına çıktığı vakit, bu kendi kültürünü sorgulayan ve kederli Mithat bey, birden kültürünün güzelliğini tekrar hatırına getirir. Fransız kadınları ve erkekleri pek yakınlardır! Bu ise ona göre ahlaksızcadır. Ahlak yargılarını koymak, hele ki ahlaki iyiliğin insanın (well-being) tatmin oluşundan farklı bir şey olduğuna inanan genel bir semavi din inanışına tabi biri için çok daha kolaydır. Batı ne kadar tatminkar yaşarsa yaşasın kendi mistik dünyasındaki iyi anlayışı insanı tatmin eden şeyden çok uzak olan bir Doğulu zihnin olgusal karşılaştırmalardan, bu dünyadan alınan zevkten ve mutluluğun  karşılaştırılmasından uzaklaşarak karşıya ahlaksız damgası vurması elbette çok kolaydır. O inanmıştır ki bu Batı evet bizden daha kaliteli ve mutlu yaşar ancak, ahlaksızdır! O halde Batı’nın fenni, Doğu’nun ahlakı ideal bir uygarlığı yaratacaktır. Ya bu böyle midir? Bu tezi incelemek için, uygarlık nedir bunu sormak gerekir.

Uygarlık, bir ulusun maddi ve manevi varlıklarının tümüdür. Uygarlıklar, kendi aralarında bazı detay derecede farklar olsa da genelde belli bölgeler üzerinde hakimiyet kurarlar. Bu hakimiyet sadece iktisadi üretim şekillerini veyahut hiyerarşik oluşumları kapsamaz, Her uygarlığın belli bir düşün dünyası temeli ve ilkeleri vardır ve bu temeller ve ilkeler o uygarlığın hakim olduğu alandaki insanların zihinlerinin en kuytu dehlizlerine dahi hakimiyet kurar. Bir Batılı ile Doğulu'nun x durumuna koyduğu yargı apayrıdır, bu iki zihnin değerlendirme kriterleri birbirinden çok uzaktır. O halde bu tanıma uyan 2 uygarlıktan bahsedebiliriz. Doğu ve Batı. Burada Doğu ve Batı’dan kastım bir coğrafi konum değil, iki farklı ve birbirinize uzak düşün dünyasıdır. Her uygarlık, kendini bir felsefe ve motivasyona yaslamaktadır. Öyledir ki, bu motivasyon onların motoru olduğu gibi nereye yürüneceğini gösterecek bir kutup yıldızı gibidir. Bu iki kültürün temelleri ise birbirine zıt şekilde farklıdır. Batı, rasyoneldir Doğu ise İrrasyonel ve mistik. Rasyonelite ve irrasyonelitenin kaynakları da temelden ayrılmaktadır. Bundan dolayı, bu iki felsefenin kuracağı kültürler de apayrı karakterde olacaktır.

Bu iki kültür, sadece ayrı olmakla kalmaz, temelde asla uzlaşamazlar. Çünkü biri akla, deney ve gözleme, diğeri ise mistisizme dayanır. Rasyoneliteye ‘açık hakikat’ adlı hediye paketi verilmemiştir, bunu onlar akıllarını ve gözlem yeteneklerinş sonuna kadar kullanarak, tartışarak ve doğadaki fenomenleri inceleyerek bulmak zorundadırlar. Deney, gözlem ve akıl onlar için tek rehberdir zira diğer hiçbir yöntem kanıta dayalı ve objektif değildir, tartışılmaya açık değildir. Keyfilerdir ve çeşitli kaprislere ve illüzyonlara dayalıdırlar. Tartışılmaya ve yanlışlanmaya açık olmayan kuramlar ise onlar için spekülasyondan öteye


gidemez, kanıt yoksa değeri yoktur. Üstelik, insanın ve onun oluşturduğu her kuramın kusurlu olacağını bilen bu insanlar, kanılara dayanılarak üretilen kuramlardan kuşku duyarak onları her zerrelerine kadar sorgulamaktadırlar. O halde, Rasyonel düşün dünyası her zaman ve her an evreni ve insanı akıl yolu ile anlamaya çalışan, hakikati bulduğunu asla iddia edemeyen, - her ne kadar ona her deneysel yöntemi izlediğinde daha çok yaklaştığını anlayabilecek olsa da- kuşkuya dayalı ve tam da bu yüzden üzerine her zaman tartışılarak ve yazılan her metin zerresine kadar tekrar ve tekrar parçalara bölünüp incelenerek atılan argümanların açıkları tamir edilebilen veyahut verimsiz olanları yenileyebilen bir yapıdadır. Onların uygarlık temeli tekrar ve tekrar tartışmak, gözlem yapmak, hipotez kurmak ve onları sorgulamaktır. İşte bu yüzden Rasyonelite dinamiktir, deneyler ve gözlemlerden belirli çıkarsamalar yapan bu düşün dünyasında, sezgilere ve 'kesinci ve baştan verili hakikatlere'; durgun insan ve evren modellerine yer yoktur. Her zaman daha az yanlış kuramı aramakta, her an eski anlatıları incelemekte, kusurları olanları elemekte ve yeni modeller kurmakta, bunların da sorgulanmasını istemektedirler.

Bir yandan da Rasyonelliğe dayalı anlayış, insan ihtiyaçlarına dayalıdır ve yine bu kuşkuya dayalı metodla atılan önceki argümanlar sorgulanarak insan ihtiyaçlarını daha çok tatmin edecek çok daha fazla yeni yönetim biçimi bulunabilir. Kısaca kuşkuya, deney ve gözleme ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzerine yoğunlaşan rasyonelitenin düşün dünyası kaynar bir kazan gibidir, attığı her adım felsefe mahkemesinde yargılanır; binasına koyduğu her temel filozof ve bilim adamı müfettişler tarafından tekrar tekrar denetlenir ve hatta binanın bitmesine çok az kaldığı halde eğer bir filozof ‘bu bina şu şekilde yapılırsa insan ihtiyaçları daha çok tatmin edilir’ derse, binası dinamitlerle yıkılır.  Rasyonelliğin yeri münazara kürsüleridir.

Mistik bir yapıda olan Doğu Medeniyetinde ise işler böyle yürümez. Doğu, sezgiye ve aklı dışta bırakan iman modeline dayalıdır. Hakikatin, kendisine sezgisi ile kesin bir şekilde verildiğini baştan kabul eden bu modelde açık tartışmalara yer yoktur, deney ve gözleme ise hiç gerek yoktur. Kesin bir hakikati baştan kabul eden bu insanlar için deney ve gözlemin anlamı nedir? Evren onlara tüm haliyle açıklanmıştır. Ortada bir muamma yoktur, o halde kişilerin hatalı kuramlar geliştirebileceği ve bu yüzden onların kuramlarının her an sorgulanması ve çürütülmeye çalışılması gerektiği motivasyonunu temel alan deney ve gözlem zaman kaybından ibarettir. Hayatın anlamı, nasıl yaşanması gerektiği için de tartışmalara yer yoktur. Çünkü onlar, doğdukları andan itibaren atalarının anlatısı ile şekillenen sezgilerinin onlara ‘hissettirdiği’ bir sorgulanmayan hakikatin onlara en iyi yaşam tarzını verdiğine hemfikirdirler. Kaprislerinin ve keyfi olarak konulan ilkelerle yaşamlarını sürmekte ve bir ömrü bunun peşinde sürmektedirler. O zaman, daha az kusurlu kuramları bulmak adına tekrar tekrar gözlemler yapmaya ve tartışmaya lüzum yoktur. Üstelik zaten bu medeniyetin kaynağındaki sezgisel yöntem(?) herhangi bir yönteme, tekniğe ve nesnel ölçütlere sahip olmadığı için tartışmaya açık olmadığı gibi, iman

1800'lerde Kahire'de yaşam, nargile içen insanlar.

kavramları da akıl yolundan değil ancak sezgi ile oluşturulduğundan dolayı yenilenemez ve geliştirilemez haldedir. Zira yenilenebilmek için öncelikle eski kuramda birtakım açıklar bulmak gerekir ki, bunlar adına rasyonel yöntem zorunludur. Yönteme uyulup uyulmaması veyahut yöntemin baştan sorgulanması gerekmektedir tüm bunlar adına nesnel, yanlışlanabilen ve deneye dayanan; keyfi ilke ve kaprislerden uzak bir düşün dünyası lazımdır. Eh, hepsi içinde evrendeki bilinmezliğe karşın bir merak lazımdır. Doğu’da ise bu yoktur, hatta fazla merak sadece kediyi değil; bazen insanın da canını alabilir. Böyle bir uygarlık temelindeki toplum, inşa ettikleri mutlak hakikat şatosunun sıcak köşelerinde kahvelerini yudumlayacaktır, toplumları durgundur, üstüne tartışacak bir şey olmadığı için münazara kürsüleri boştur. Böyle bir toplum, deney gözlem ve her zaman kuramları gözden geçirmediği için eski adetlerdeki veyahut teknik bilgilerdeki açıkları bulmaktan da mahrum kalacak, konfor alanından çıkamayacaktır.

Nitekim, tarihte de böyle olmuştur.

Batı’nın düşün dünyası için İngiliz Empiristlerinden (deneycilerinden) Bentham’ı örnek verebilirim. Onun zihninde insanın bilgi kaynağı deney ve gözlemden ibarettir. Bizlere en kesin bilgiyi bu 2 araç verecektir. Böylelikle bilginin kaynağını deney ve gözleme bağlayan Bentham, mistisizme ve saf sezgiye dayanan bilgileri tartışılamaz, belirli olamayan ve doğrulanamayan ve üstelik kanıtlanamaz olarak görür ve bu araçların bilgiye kaynak olamayacağını vurgular. Böylelikle o, mistiklik ve saf sezgi gibi tartışılamayan sezgi kaynaklarını reddederek ortaya bir tartışma ortamı atmıştır zira deney ve gözlemlerimize dayanan iddialarımız yanlışlanabilirdir. Örneğin ben kahve içmek insanı mutlu edecektir diyorsam gözlemlenme şansına sahip bir iddia ortaya atmışımdır ve bu konu hakkında birçok insan deneyler yaparak bu iddiamı doğrular veya yanlışlar, ben yanlışlanabilen ve deneye dayanan bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım. Bu sayede birçok insan x konusunda çeşitli iddialar ortaya atacak ve bunları tartışmaya, eleştirmeye başlayacaktır ki böylelikle zengin bir kültür ortamı oluşacaktır. Ancak bunun tersi şekliyle, mesela ubuntu adlı mistik bir varlığın bir emri ve öğüdü sayesinde kahve içmenin kimsenin gözlemleyemese dahi bir tür mistik bir mutluluk vereceğini ve bilimsel anlamda bunun kimseye tatmin vermese hatta kalp krizi geçirmemize sebep olsa dahi hala daha bunda gizli birtakım anlamların olduğu ve bunu yapmayan


insanların da çok kötü şeyler yaşayacağı ve hatta buna uymayanların yakılarak öldürülmesi gerektiğini iddia edersem, bu tamamen keyfi ve mistik bir iddia olarak kalır. Bunu ölçmenin bir yolu yoktur, bunu denesek ve lahve içmekten kesin anlamda zarar görsek dahi bu kişi hala daha gizli birtakım şeyler olduğu fikrinden vazgeçmeyecektir. Üstelik bu iddia olgusal temelde bir karşılık bulmadığından deney ve gözlem yoluyla ölçülemeyeceği gibi mistikliği sebebi ile rasyoenlite ve aklı da devre dışı bırakmıştır. Böyle bir iddia Bentham için kişinin belki bir yalanı, belki psikolojik bir probleminden kaynaklı olabilir ancak hiçbir kanıta ve gözleme dayanmadığı ve temellerini buradan almadığı için spekülasyondan öteye gidemez. Elimizde bunu ciddiye alıp hayatımızı bizi açıkça tatmin etmeyen bu iddiaya göre yaşamak için hiçbir sebep yoktur.

  Bu detaylı örnekten sonra konuya dönelim, ''ben bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım'' demiştim, işte o zaman anlarız ki hiçbirimiz yanılamaz değilizdir ve birçok iddiamız yanlışlanabilirdir, bilgiye ulaşmak için yegane kaynağımız da araştırmalar ve düşünce deneyleri ile yanlışlanabilecek deney ve gözleme dayalı iddialardan oluşuyorsa; o halde gelin, iddialar ortaya atalım ve tartışalım ki doğruyu bulalım. İşte özgür bir sosyal ortam oluşmuştur. Bunun yanında kaynağını deney ve gözlemden alan bir ahlak kuramı kurmaya çalışan Bentham, sezgi kaynaklı ahlakı reddetmiş ve ahlakın kaynağının hazzı arttırmak ve acıdan uzak olmak olduğunu ortaya atmış, herkes için potansiyel olarak en yüksek mutluluğun hedeflenmesi ve bunun için de teker teker bireylerin hem kendi mutlulukları hem de teker teker bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun mutluluğu için özgürce mutluluk kaynaklarını aramaları gerektiğini yazmıştır. Böylelikle insanlar hem toplumsal hem de ekonomik alanda insan mutluluğunu arttırmanın  yollarını aramıştırç.

Bunun tersi olarak da dünyanın birçok bölgesinde akıl, deney ve gözlemden ziyade saf sezgilere ve mistisizme sığınan topluluklar örnek verilebilir. Buralarda bir tartışma ortamı gözlemleyemeyiz, zira bilgi kaynağı sezgidir. Sen x i, ben de y yi sezdiysem ve sezgi

Konfüçyüsçüler

dediğimiz şey dolaysız bir algılama ise, biz birbirimizi nasıl eleştirip tartışabiliriz? Muhtemelen birbirimizi sezgilerimizin kirlenmesi ile suçlayacağızdır, zira bu sezgi ile elde ettiğimiz bilgilerin mutlak olduğuna inanırız. Böyle bir temele sahip bir iddiaya örnek olarak ise yukarıda bir kahve örneği vermiştim, bu örnekle beraber kafanızda daha iyi bir şekilde iki düşün dünyasının karşılaştırmasını yapabileceğinizi düşünüyorum. Kısacası, bu toplum durgun bir toplum olacaktır. Bir sosyal değişim ortamı görülemez. Burada ahlakın amacı ise akıldan ziyade sezgi ile kurulu, temellerini geleneklere dayamış haldedir.

 Batı, Newton fiziğini yüzyıllarca kabul ettikten sonra onun eksik yönlerini tamamlamış ve evren hakkında bilgilerini genişletmiş iken, Doğu ne yazık ki bunu yapamamıştır.

Bu iki medeniyet, dünyanın doğru algılanması adına birtakım tezler sunmuştur ki bu tezlerin sentezlenmesi imkansızdır. İngiliz empirisistinin deney ve gözlem kaynağı ile elde ettiklerine bir Hindu  siz kendinizi olgusal dünya ile kısıtlıyor ve kirli kalplerinizden dolayı bizim 'gizli anlamlarımızı' bulamıyorsunuz diyecek, Hindu’nun sezgisi ile elde ettiği ve hakikat olduğunu iddia ettiklerine ise İngiliz evren hakkında temelsiz, keyfi ve kaprislere dayalı bir önerme diyecektir. 

Elbette ki Doğu ve Batı kültürünün birçok özelliğini alan bu topraklar, sanat ve kültür alanında bu eşsiz mozaiği ve İskender’in Doğu ve Batı sanatının sentezi olarak düşlediği yapıyı korumalıdır. Ancak Modernleşmek konusunda ve sosyal bilimler alanında, felsefi bir zeminde Ahmet Mithat Efendi’nin hayali imkansız gözükmektedir.

Batı’nın teknolojisinin sebebi onun bilgi kaynakları ve ahlakıdır. Bunlardan sadece teknoloji kısmını almak, sürdürülebilir bir ilerleme adına yetmeyecek ve yanında Batı’nın ahlakı olmadan yapılan şey sırf bir teknik ithalden öteye gidemeyecektir.

Alperen Özali, 2023 Mart