yazılarımızdan arayın

sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2023 Pazar

Otokrat İlerlemecilik: Pozitivizm

 

POZİTİVİZMİN TEMELLERİ

Aydınlanmadan beri tüm Avupa’da din, a prioricilik ve tüm muhafazakar siyaset biçimleri çökerken ve bunların yerine bilim, rasyonelite ve pozitif bilgi gelirken neredeyse tarihte her zaman olduğu gibi tüm bu gelişimlerin sosyal düşünceye yansıması geç olmuştu. Bacon, Newton ve Galileo bilimde aristoculuğun ve erekselciliğin mezarına son çiviyi çakmış, spekülasyonlar yerine olgular, deney ve gözlem temalı yeni bir anlayış yerleşmişti. Deney ve gözlemin, olgulardan başka bir şeye sırtını dayamayan bu anlayış Avrupa'nın her alanında bir salgın gibi yayılırken, spekülatif fikirler özellikle siyasette yerlerini koruyordu, teolojik zihniyetteki bağnazlar bir yana, aydınların çoğu ise spekülasyonlar içinde yüzen kavramlara bel bağlıyorlardı. Kimisi, bunu değişmez doğa kanunlarına  ve metafizik, ''öz'' takıntılı, dünyayı insan düşüncesine bağımlı kılarak oluşturduğu ''diyalektiğe'' dayanarak yaparken, Jakobenler -Comte için- antik dünyadan devrşirilen ve Comte için yıkıcı olan, ayakları başa getiren ve ulusu kuru bir çıkarlar savaşına sürükleyen ''millet egemenliği'' takıntıları yüzünden binlerce insanı giyotine sürüklüyordu. Bunun karşıtı ise, ilkel bir Tanrısal gerekçelendirme ile toplumu zihin olarak geriye götüren, yozlaşmış ve çürük Monarşiden başka bir şey değildi. İkisi de ne olgucu, ne de ilerlemeci idi. Metafizikçiler sadece yıkar ve hiçbir şey yapmazken, Muhafazakarlar sadece mevcudu koruyor, bu da toplumda bir heyecan uyandırmadığı gibi ilerlemeye de engel oluyordu. Kısaca, Avrupa, özellikle Comte'un yükseldiği Fransız devrimi sonrası dönemde, hiç de iç açıcı değildi onun için.

Kısaca, Pozitivizm yükselmeden önce ortada pozitif bilgiyi ve bilimi bu kadar kutsayan başka bir görüş yoktu. Siyaset, bir retorik kavgası olarak parlementolarda yapılmakta ve din hala siyasete ve hukuka etki eder haldeydi. Kişisel olarak beni en çok etkileyen örnek Fransız devriminde sol tarafta oturan, dolayısı ile ilerlemeci olan ve sıkı bir liberal, Bastiat’ın hukuku ‘‘Tanrı’nın verdiği hakların korunması’’ olarak yorumlaması ve neredeyse sosyalizme olan tüm itirazlarını bu ilke üzerine inşa etmesiydi. Görünüyordu ki birçok alanda gerilediği zannedilen metafiziksel düşünce dimdik ayaktaydı. Comte ve Pozitivizm işte tam olarak bu durumu değiştirmeye çalışacaktı.


Fransa’da ortaya çıkan, Fransızca ''pozitivisme'' olan bu fikir, anlam olarak ‘Olguculuk’ a denk düşer. Kabaca deneyle açıklanabilen, gözlemlenebilen ve kanıtlanmış olana değer veren ve tüm bir mistik ve metafizik alana şüphe ile bakan bir duruştur. Felsefenin bilme değerini reddeder ve onu 'spekülatif' bulur, Felsefenin görevi daha çok, bilgi ağacı dediğimiz ve dünyayı kavramamıza olanak sağlayan bilimlere yardımcı olmak, onların farklı alanlardaki bakış açılarının toparlanması ve ayrı ayrı uzmanlık alanlarından bir ''dünya görüşü'' çıkarmak olmalıdır. Bilginin biricik kaynağının amiprik bilgiler, doğa bilimleri olduğunu savunulur. Onlar için ‘Bir şey varsa ölçülebilir (gözlemlenebilir), ölçülebilir ise modellenebilir (olgular arasındaki art ardalığın modellenmesi) ve eğer modellenebiliyorsa öngörülebilirdir.’ mottosu bilginin neredeyse tüm alanlarında tek kaidedir. Comte için din (geleneksel din) ve metafizik düşünce tamamen anlamsızdı ve insanlık için ayak bağıydı. Elbette ki insanlığın ilerleyişinde belirli katkıları olduğu açıktı, ancak artık miadlarını dolduran bu düşünceler Deney ve gözlemle, ampirik verilerle bağdaşmayan bu düşünceler basit spekülasyonlardı ve kesinlikle bize doğa, insan ve evren hakkında doğru bilgileri vermekte başarısızdılar.

 Dış dünya ile olan etkileşimlerimiz elde ettiğimiz ‘olgular’ ile sınırlı ise biz ancak ve ancak bu olguların oluşlarını ve o olguların diğer olgular ile etkileşimlerini, benzerliklerini inceleyebilirdik.  O halde bizler bilginin en kesin kaynağı olan deney ile kanıtlanmış ampirik verilerle elde edilmiş olguların etkileşimlerine, kısaca doğa yasalarına odaklanmalıydık. Bu doğa yasalarının ilişkilerini kavrayarak toplumların oluşumlarından beri devam eden kültürel, bilimsel ve siyasi süreçlerini analiz edebilir ve üstelik, bu ilerlemelerin hızlanmasına bu kavrayışımızla yardımcı olabilirdik. Bu anlayışta, bir şeylerin özünü kavramaya çalışmaya, masabaşında ve olgusal ilişkileri kavramaktan uzak bir zihinle belirli a priori ve metafizik spekülasyonlara dayanan prensiplerle dünyayı açıklamaya yer yoktu. Comte için bu zaten imkansız olmakla beraber, anlamsızdı da. Onun için asıl gerekli olan, kavrayacaklarımızın bizim yani büyük insanlık ailesinin ilerlemesini sağlamakta yardımcı olmasıydı. Bu ilerlemeye ise tüm bilimler belirli oranlarda katkılar sağlıyorlardı ve özellikle bunu birbirleriyle etkileşerek yapıyorlardı, tüm bilimlerin aynı yöntemle ilerlediği Comte'cu anlayışta tersi zaten imkansızdı. Kimya ve sosyoloji ilişkisini örnek verelim. Kimyada karşımıza çıkan maddenin korunumu yasası, maddelerin yok olmayıp yalnızca biçim değiştirdiğini ve bu değişimin dengeli bir şekilde gerçekleştiğini ortaya koyar. Comte’a göre bu yasa, sosyolojik düşünceye ışık tutmakta ve toplumsal değişimin dinamiklerini anlamamıza katkı sağlamaktadır. Tıpkı kimyada bir maddenin yapısının dönüşümü gibi, toplumlar da dönüşüm süreçlerinde varlıklarını korur, eski yapı unsurlarını yeni bir düzende yeniden şekillendirir. Bir devrim ya da büyük toplumsal değişim meydana geldiğinde, eski yapı ve değerler bütünüyle yok olmaz; aksine, yeni toplumsal düzenin içinde evrilerek başka bir formda varlığını sürdürür. Bu yaklaşım bize, toplumsal değişimlerin ‘yok oluş’ değil, yalnızca yeni bir yapıya ‘dönüşüm’ olduğunu gösterir. Maddenin korunumu yasasındaki gibi, sosyolojik olayların da bir nedensellik zinciri içinde birbirine bağlı olduğunu, geçmişteki toplumsal öğelerin gelecekteki yapılara evrildiğini görmemize olanak tanır. 

 Olguların gözlemlenmelerinden çıkan yasalar değişmezdi ve bu olguların değişmez ilişkileri ve düzeni pozitivistler tarafından ‘fenomenlerin yasaları’ olarak adlandırılırdı. Neredeyse bilginin tüm alanlarında aynı yöntemin kullanıldığı ve tüm bilgi türlerinin bir ''bilim ağacında'' toparlanabileceği gibi bütünlükçü fikirlerden yola çıkılarak ise evrenin ve doğanın, bunun yanında sosyal fenomenlerin ve bu fenomenlerin kaynağı olan insanların da ilerlemesi modellenebilir ve tasarlanabilir olduğu fikri ortaya kondu. Her şeyin bir ‘ordre’, bir ‘düzen’ ilişkisi içinde ilerlediği dünyada insanlık bundan ayrı değildi. Onun da ilerleyişinin, fenomenlerinin bir yasası vardı ve bu yasalar doğru bir halde anlaşılırsa onun ilerlemesi en verimli halde tasarlanabilirdi. Bilimin de görevi buydu. Toplumun bilimi olan sosyoloji de tıpkı doğabilimcilerin yaptığı gibi sosyal fenomenlerin yasalarını bulmalı, ilişkilerini incelemeli ve buradan hareketle insanın ilerleyişinin yönünü çizmeli, sonra ise bu ilerleyişin en verimli olacağı halde toplumsal düzenin yeniden tasarlanmasında yardımcı olmalıydı. Bahsedilen modellemenin ve yasaların keşfinin yöntemi ise toplumsal olguların ardışıklığını kavramak adına onu gözlemlemek ve bu gözlemlerden yorumlar çıkarmaktı. Tarihsel okumalar da bize gözlemleme şansımız olmayan dönemler hakkında ,bir sosyolog toplumların ilerleyişinin tarihini kavramadan onu değiştiremez ve inceleyemezdi de, alternatif bir kaynak sunuyordu. 

Pozitivistler Aydınlanmacılardan devraldıkları deney ve gözlem bayrağının yılmaz savunucuları olmuşlardır. Aydınlanma ile beraber dinin etkisi giderek zayıflarken ve her alanda insan öne çıkıyorken toplumsal hayatta da artık önemli olan şey ‘Tanrı’nın rızası’ değil, ‘insanın mutluluğu’ olagelmiş, neredeyse her alandaki tüm tartışmalar sekülerleşmişti. Artık insanlar incil yorumlarını değil, pozitif bilgilerden, deney ve gözlemden yola çıkarak oluşturdukları argümanları çarpıştırıyordu. Pozitivizm ise bu süreci hızlandırmış ve metafizik hakkında kuşkulanmaya başlayan insanoğlundan tüm metafiziği silmesini talep etmişti.

SOSYAL ALANDA POZİTİVİZM

Aydınlanma ile olan etkileşimlerine rağmen Pozitivizmin insanlık adına çizdiği yol tamamen farklıydı. Aydınlanma bireyi kutsamış, pozitivizm bireyi yok saymış ve toplumu sanki tek bir insanmışçasına organizma olarak incelemişti. Aydınlanma liberalizmi kutsamış ise Pozitivizm ise tam tersine otokratlığı ve düzenciliği kutsamıştı. Aydınlanma spontane düzene, barışçıl ve sivil topluma dayanan bir sosyal modele güvenirken Pozitivizm tam tersine uzmanların toplumu piyonlar gibi kullanarak doğru yola iletmesini istemişti. Aydınlanmacılar için Fransız devrimi insanların kendi kaderlerini ellerine aldıkları, özgürlüğün eşitliğin ve adaletin hareketi iken Pozitivizm için Fransız devrimi birkaç çapulcunun oyunundan başka hiçbir şey değildi. Onlar ‘düzen içinde ilerlemeye’ inanıyordu, gerisi birkatım haydutun kavgası olmalıydı. Bunu detaylandıralım.

Comte, Fransız Devrimi’nin iki ana gruba bölündüğünü savunur: devrimciler ve muhafazakarlar. Bu iki grup da Comte’un gözünde toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı, çünkü düzen ve ilerleme ilkelerini dengeli bir şekilde sağlayamıyorlardı. Muhafazakarlar düzenin teminatı olmayı savunurken, toplumsal yapıyı eski gelenekler ve din gibi dogmatik temeller üzerine kurarak toplumu sabit bir noktada tutma arzusundaydılar. Bu sabitlik, Comte’a göre, toplumsal ilerlemeyi ve evrimi engelleyen, teolojik aşamaya ait bir yaklaşımdı. Onun gözünde muhafazakarlar, toplumun pozitif aşamaya geçişini engelleyen gerici bir güçtü.

Diğer yandan, devrimciler ise, ilerleme adına düzeni hiçe sayıyor, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde yıkmayı hedefliyordu. Comte, devrimcilerin toplumun doğal evrimini dikkate almadan, ani ve düzensiz bir değişim talep ettiklerini düşünüyordu. Ona göre, devrimcilerin bu aceleci tavrı toplumun uyumunu ve istikrarını bozarak kaosa yol açıyordu. Aydınlanmanın devrimci özgürlük ve eşitlik söylemleri, Comte için düzensiz bir ilerleme arzusundan ibaretti; toplumsal yapının rasyonel bir temele oturmadan kökten değiştirilmesi ise, sadece kaos yaratacaktı. Düzen, onun için ilerlemenin önkoşuluydu. Comte, düzeni ilerlemenin önkoşulu olarak görüyordu, çünkü toplumsal uyum ve istikrar olmadan kontrollü, bilimsel bir ilerlemenin gerçekleşemeyeceğine inanıyordu. Üstelik, onun ideal düzeninde başta olacak uzmanlar topluluğunun toplumu sağlıklı şekilde analiz edip yönlendirilebilmesi için, düzen gerekliydi. Kaotik veya düzensiz bir ortamda bireysel çıkarlar öne çıkar ve toplum bilimsel yöntemlerle rasyonel bir şekilde gelişemezdi. Düzen sağlandığında, toplum kademeli ve kontrollü bir evrim sürecine girebilir, bu da anarşi ve çatışmalardan uzak, güvenli bir ilerlemeyi mümkün kılardı. Bir defa, öncelikle toplumda ortak bir değerler konsensüsü oluşturulmalıydı, düşünce yapıları ilerleme fikrine uyumlu hale getirilmeliydi. Bunların olmadığı bir devrim süreci sadece yıkacak, ama yapmayacaktı. Yaptıkları, zihinlerde bir hiç olacaktı.

Ya Comte ne istiyordu? 

Comte’un çözümü, Fransız Devrimi'nde karşı karşıya gelen bu iki ana grubun eksikliklerini gidermek için pozitivizmin 'düzen içinde ilerleme' anlayışına dayanıyordu. Onun gözünde, ne devrimcilerin kaotik ilerleme tutkusu ne de muhafazakarların eskiye bağlı durağan yapısı, toplumu bilimsel bir doğrultuda ileriye taşıyabilirdi. Pozitivizm, düzeni ve ilerlemeyi aynı anda hedef alır ve her ikisini de bilimsel bir temelde birleştirirdi. Toplumun uyumu, uzmanların rehberliğinde ve bilimsel yöntemler (olguculukla ve metafizik dünya görüşünün tasfiyesiyle) aracılığıyla sağlanmalıydı; ancak bu şekilde, toplum doğal bir evrim süreciyle ilerleyebilirdi. Comte’un çözümü, toplumu bir bütün olarak ele alıyor; bireyi tek başına değil, kolektif olarak toplumun uyumuna ve düzenine hizmet eden bir unsur olarak görüyordu. Onu, gündelik hayatın ve gündelik siyasetin ve Comte'un alerjisi olan demokrasilerin güdümünden çıkararak uzmanlar tarafından kendisinin insanlık ailesi ve onun ilerlemesindeki yerinden ve görevinden haberdar edilen, bunun için çabalayan daha ''yüce'' bir insan olmaya yöneltiyordu.

Pozitivizme göre, ilerleme ancak ve ancak sağlam bir düzen içinde gerçekleşebilirdi ve bu düzen, alanında uzman olanların otoriter bir yönetimiyle sağlanabilirdi. Bilim insanları, sosyologlar ve uzmanlar, toplumu rasyonel bir temelde yönetmeli ve bireylerin bilgi eksikliği nedeniyle hatalı kararlara sapmalarını önlemeliydi. Comte’a göre, toplum bir organizma gibi işlemeliydi; bu organizmanın her bir parçası, uyum içinde işleyişe katkıda bulunmalıydı. Bu bakış açısıyla, toplumdaki bireylerin birbirine benzer, uyumlu bir şekilde hareket etmesi gerektiği sonucuna varır. Burada, örneğin işçi ve patron çatışmasına yer yoktur, bu metafizik düzenden kalmadır ve organizmanın bu iki değerli parçası devletin başındakı uzmanların, kendilerine aşılanan ''insanlık ailesindeki işbölümünün yeri'' inancının emeği ve Comte'un önem verdiği, insanın maddiyatçı tarafını baltalayan ve toplumsal kesimlerin uzlaşımını onları daha maneviyatçı bir bakışa itecek olan STK'ların emeğiyle uzlaştırılacaklardır. Eğer toplumda çok farklı birey türleri olursa, 'ordre' yani düzen bozulacak ve gerçek anlamda ilerleme sağlanamayacaktı. Bu yüzden pozitivizmin dini olan insanlık dini (ki buna değineceğim) ve insanlık idealine dayanan işbirlikçi ahlaki değerleri benimsemeyenlerin toplumsal düzende yerleri olmamalıydı.

Pozitivizmin bu yaklaşımı, onu bir çıkmaza da sürüklüyordu; ne bireyin değerini öne çıkaran, liberal Aydınlanmacılar ile ne de metafizik ve dine dayalı eski düzenin savunucuları ile uzlaşabiliyordu. Comte’un pozitivizmi, Aydınlanma’nın bireysel özgürlük ve sivil toplum odaklı modelinden tamamen ayrışıyordu. Pozitivizmin hedefi, her bireyin serbest iradesiyle değil, toplumun bütün olarak otoriter bir düzen altında, uyumlu bir yapı içinde ilerlemesiydi. Bu modelde, bireyden beklenen, toplumun uyumuna katkı sunması ve kendi çıkarlarından vazgeçerek topluma hizmet etmesiydi. Pozitivizm için birey, toplumun evrimsel ilerlemesinde bir araçtan ibaretti ve bu sebeple bireyin tek başına önemi yadsınıyor, toplumun bir bütün olarak ilerleyişine hizmet eden bir düzen içinde yer alması isteniyordu."

 Comte, Marx'la da anlaşamıyordu. Marx’ın sınıf çatışmasına dayalı toplumsal analizini ve devrimci yaklaşımını sert bir şekilde eleştiriyordu. Ona göre Marx’ın çatışmayı esas alan görüşü, toplumda kaosa yol açar ve pozitif aşamaya ulaşmasını engellerdi. Comte, toplumsal ilerlemenin çatışma yerine, uyum ve iş birliği içinde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu. Marx’ın sınıfsız bir toplum hedefini de gerçekçi bulmuyordu; Comte’a göre, toplum doğal bir hiyerarşi içinde, yetenek ve bilgiye dayalı bir düzenle yönetilmeliydi. Pozitivist düşünceye göre her bireyin toplum içinde bir görevi vardır ve bu görevlerin dengeli bir biçimde, otoriter bir yapı içinde uyumla sürdürülmesi, toplumun düzenli ilerlemesi için elzemdir. Marx’ın sınıf temelli yaklaşımı, Comte’un bilimsel bilgiye dayalı, uzman rehberliğinde düzenli bir evrimle ilerleyen toplum modeline zıt düşüyordu.

“Batıyı anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. Biz sosyokratlar (Comtecu düzenin destekçileri) aristokrat olmadığımız gibi demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif çatışmaları yerine aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve toplumsal mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde muhalefet denilen şeye karşı daima derin bir nefret ve her türlü yapıcılara [pozitivistler] karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur. Tutucularımızın gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakındır.’’

Sosyokratların iddası önceden belirttiğim üzere toplumun yasalarını keşfetmek ve ilişkilerini incelemek, ilerleme yönünü tahmin etmek ve bu ilerlemenin önündeki tüm engelleri kaldıracak şekilde, zaten değişmez olan bu yöne gidiş süresini kısaltmak adına toplumu bir saatin dişlileri gibi yeniden tasarlamak, bozuk olan dişlileri atmaktı. 

Şimdi, Comte için toplumsal düzeni anlamak, kavramak ve değiştirmekte çok önemli bir öğe olan dinler, fikirlerin ilerleyişi ve zihinsel evrim sürecine dair düşüncelerine göz atalım.

Bahsedilen ilerleyiş sürecini ve bu ilerleyişin nasıl olacağını ise Comte şöyle tasarlamıştı: Üç Hal Kanunu

Comte için toplumların aşamalarını belirten yegane şey, insanların düşünüş biçimleriydi. Toplumları birer organizma olarak ele alan Comte için ise bu toplumlar belirtilen düşünceleri homojen bir biçimde paylaşmalı ve içinde bulundurmalı, bu inançlar toplumun ortak paydası olmalıydı. Tüm toplumsal örgütlenmeler ve yapılar ise elbette bu düşüncelerden bağımsız olamazdı ve bu düşüncelerin yansımaları olmalıydı. Antik Yunan demokrasisi elbette ki genel olarak inanılan demokrasinin bir tezahürü ve yaratımıydı. Comte için bu aşamalardaki geçişler insan aklındaki düşüncelerin değişmesinin bir ürünüydü ve bundan ayrı olarak sırf ve büyük çoğunlukla iktisadi, coğrafi sebeplerle açıklanamazdı. Ayrımlarına verdiği adlarda da buna değindiğini daha iyi anlayacağız. Şimdi üç hale bakalım

1.    

1-     TEOLOJİK EVRE

İnsan bu dönemde var olan ve yaşanan tüm olayların ve fenomenlerin, olguların doğaüstü güçler ve Tanrılar tarafından yapıldığına inanılır. Doğaya ilişkin olgular değişmez ardışık yasaların değil, hayat ve akıl sahibi iradelerin ürünüdür. Her olayın ve yaşanan tüm iyiliklerin ve kötülüklerin sebebi Tanrı’dır. Şimşek çakıyorsa Tanrı kızgındır, bu sene ürünler bereketliyse tanrı ödüllendirmiştir. Kısaca var olan her şeyin açıklaması Tanrı’da aranır. İnsanlar olguların ilişkileri veyahut varoluşlarını akıllarına dayanarak veyahut deney ve gözlemle açıklamak yerine ilahi buyruklarla, kutsal kitaplarla açıklarlar. Felsefe Tanrı’nın ne dediğini anlamaya, iktisat kutsal kitaplarda nelerin emredildiğine ve siyaset ise Tanrı’nın neler buyurduğu ve yönetimde kimi uygun gördüğüne dayalıdır. İrrasyonelite, hayal gücü ve duygular güçlü haldedir.  Kuralların hepsi dine dayalıdır.

Bu dönem ise kendi içinde tekrar üçe bölünür: fetişizm, Çoktanrıcılık ve Tektanrıcılık

Fetişizmde insan aklına dair hiçbir emare yoktur, evreni ve insanı anlamak için takılan gözlükler tamamen büyüsel ve duygusaldır. Katıksız bir mistiklik vardır. Çoktanrıcılıkta ise insan aklına dair emsaller bulunabilirken hala daha duygu yoğunluklu bir anlayış bulunur, ancak nedensellikler daha net halde kurulur. Örneğin artık denizler kudurduğu zaman bu olgunun Tanrılar ile ilişkisinin olduğu net halde anlaşılır. Tektanrıcılık ise daha ileri bir noktadır. Çoktanrıcılık insan şekilciğine karşılık Tektanrıcılık akıl yürütmelerin etkisinin artması ile ‘Tanrılar çok daha güçlü ve büyüklerse insanlarla benzeşmeyeceği’ fikri güçlenmiş ve Tanrılar ‘en yüce, mutlak güce sahip ve insana benzemeyen’ bir hale büründürülmüştür.

İnsan, bu dönemde çocukluk halindedir, anlayamadığı her şeyi doğaüstüne atfetmiş, soyutlamalar ve değişmez fizik yasalarına başvurmak yerine nesnelere kutsal güçler atfederek bunu yapmış ve metafiziğin aksine bunu akıl yolu ile değil, sezgi ve duygularına dayandırmıştır.

METAFİZİK EVRE

 Comte için tüm evreler birbiri ile bağlantılır demiştik, burada ise çoktanrıcı dönemde rolü artan aklın rolü daha da artarak artık evren kişiselleştirilen, insan formunda olan, hayat ve akıl sahibi Tanrılardan ziyade ‘doğa’ gibi soyut kavramlar ile açıklanır. Örnek verecek olursak artık ağaçlara orman perileri hükmetmez, somut bedenlerin içinde var olup bir anlamda onlara can veren ancak onlardan farklı olan bir güç, bir kuvvet onlara hükmetmeye başlar. Bu Aristo için ‘bitkisel ruh’ olmuştur. Artık nesneler yaptıkları her şeyi, özlerinde olan veyahut içsel bir erdem dolayısıyla yapmaya başlar. Aslında bu kurgular Tanrı açıklamalarından farklı olsa dahi tekrardan doğanın sanki bir bilinçli varlıkcaymışcasına algılandığını fark ederiz. Mesela Aristo için doğa ‘en iyiyiye eğilimli’dir. Bir cisim düşüyorsa o cisim, ‘doğal yerine’ ulaşmak istiyordur.

İnsan artık Tanrıya başvurmak adına zihnine başvurarak birtakım benzetmelerle ve nesnelere bazı erdemler ve eğilimler atfederek doğayı açıklamaya çalışır. Burada insan zihninin saltlığı, a priori bilgilere olan güven de giderek artar. Bu soyut güçler elbette bazı deneysel temellere ve gözlemlere dayanmasına rağmen son noktayı amprik verilerin yorumlanması değil, insan aklının soyutlamaları koyar. Bu dönem teolojik dönemden daha sistematik olmakla beraber politik alanda doğal haklar gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlar ve liberaller değerlerin doğumu gerçekleşir. Açıklamalar hem sosyal hem de doğa konularında spekülasyonlara sırtını yaslar. Bu döneme insanlığın gençlik dönemi diyebiliriz.

POZİTİVİST EVRE

Bu dönemde ise dünyayı açıklama gücü tamamen deney ve gözleme geçer. Hume’un nedensellik eleştirilerinin etkisi ile kesin ve doğru mutlak nedenleri aramaktan veyahut emin olunarak yapılan metafizik soyutlamalardan ziyade olguların birbirleri ile olan ilişkileri, birbirlerini takip etmeleri, kısaca olguların yani fenomenlerin değişmez ilişkileri incelenir. Artık açıklamalar salt zihin ile veyahut salt akıl ile oluşturulan spekülasyonlardan ziyade bilime ve amprik verilere dayanır. Artık sosyal hayattaki düşünme şeklinde baskınlık da soyutlamalara ve spekülasyonlara daha yatkın olan, aprioriciliğe sırtını daha fazla yaslayan felsefeden ziyade amprik veriyi maksimize etmeye çalışan bilime geçer.

Çoktanrıcılık tektanrıcılığa ve tektanrıcılık metafizik döneme, metafizik dönem ise her seferinde daha da sistematikleşen ve açıklamaları çok kaynaktan tek bir kaynağa dayandırma eğilimi göz önüne alınırsa pozitivist evreye yol açmıştır. İnsanlar artık fenomenlerin içsel anlamlarını veyahut kaynaklarını aramaktan ziyade tüm bu fenomenlerin nasıl bir ilişkide olduğunu keşfetmeye çalışmıştır. Bunlar da elbette ki yasalarla açıklanır ve elbette ki bu yasalar metafizik spekülasyonlar ve teolojik kutsal kitap yorumlarından ziyade bilime dayanmalıdır.

İşte tüm toplumlar bu evreleri geçirmek zorundadır ve hepsi de sonunda kaçınılmaz olarak deney ve gözlemin, bilimin hakimiyetine yani pozitivist evreye varacaklardır.

SEKÜLER BİR DİN: İNSANLIK DİNİ


Fransa'da bir İnsanlık Dini kilisesi.
 Geleneksel dinlerin artık miadını doldurduğunu düşünen Comte, başrahip olduğu insanlık dinini geliştirmeye karar verdi. 

Comte’un İnsanlık Dini fikri, toplumun teolojik, metafizik ve pozitif evrelerden geçişiyle şekillenmişti. Teolojik evrede toplum, doğaüstü güçlere dayalı inanç sistemleriyle düzenlenirken, metafizik evrede ( aydınlanmacı din yorumları ve deizm onun için bu dönemin dinleridir) soyut düşüncelere dayanan ideolojiler öne çıkmıştı. Ancak bu aşamalar toplumsal uyumda yetersiz kalmış, çatışmalar ve ayrılıklar yaratmıştı. Pozitif evreye ulaşıldığında ise, toplumun artık bilim ve akıl temelli bir düzenle uyum içinde ilerlemesi bekleniyordu; ancak Comte, bu düzenin sağlanması için bir manevi bağa, yani bireyleri bir arada tutacak yeni bir inanç sistemine ihtiyaç duyulduğunu düşünüyordu.

Ona göre, geleneksel dinler artık toplumun düzenine katkı sunmuyor; aksine, bireylerin arasına ayrılıklar sokarak toplumsal yapının bütünlüğünü tehdit ediyordu. Yeni çıkan deizm gibi inanç biçimleri ise insanları ritüeller ve organizasyonlarla birleştirmediği gibi, maneviyat açısından da yetersiz kalıyordu. Bu nedenle, toplumu hem manevi hem de örgütleri aracılığı birleştirecek ve bilimsel düşünceye dayalı bir düzen içinde tutacak, geleneksel inanç temellerinden arınmış, ancak manevi açıdan tatmin edici ve huzur verici bir güce sahip inanç sistemine ihtiyaç vardı. İnsanlık Dini, bireylere insanlık tarihini ve kolektif evrimi kutsal bir değer olarak sunarak, toplumda bir uyum ve dayanışma hissi oluşturmayı hedefliyordu.

Bu fikir, bireylerin toplumsal yapıda ve toplumsal yapıyla kendilerini bulduklarını öğütleyerek, kendilerini 'büyük insanlık ailesinin' bir parçası olarak görmelerini amaçlıyordu. İnsanlık Dini’nin sembolleri, ritüelleri ve normları aracılığıyla, insanlar tek bir organizmanın uyumlu parçaları olduklarını hissedecek; toplum için fedakarlık yapma bilinci geliştireceklerdi. İnsanlık Dini, toplumun birlikte hareket etmesini sağlayan, onu bir arada tutan bir yapıştırıcı görevini üstlenmeliydi. 
Comte, bu manevi bağ olmadan toplumun düzen içinde evrimleşemeyeceğini, bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket ederek toplumsal yapıyı zayıflatacağını düşünüyordu. Üstelik, Comte için insanda duyguların ve maneviyatın yeri maddiyatçılıktan daha ağırdı, dolayısı ile bir din her zaman gerekli idi. Böylece İnsanlık Dini, bireyleri aynı değerler ve ritüeller etrafında birleştirerek, onların kişisel çıkarlardan sıyrılmasını ve toplumsal uyuma katkı sunmalarını, onların doğal olan manevi ihtiyaçlarını tatmin de ederek sağlayacaktı.

 Bununla beraber, insanlık dini sadece araçsal bir değere sahip değildi, Comte öncelikle insan doğasını kucaklıyordu ve ilk günah düşüncesine yabancı olan inancında birçok insana kendilerini özgürce tanıma fırsatını veriyordu, kişinin manevi dünyasında bireysel anlam arayışını insanlığın kolektif evrimine bağlayarak derin bir aidiyet hissi yaratıyordu. Geleneksel dinlerdeki doğaüstü manevi deneyimlerden farklı olarak, bireyi insanlık tarihinin ve geleceğinin parçası olarak konumlandırıyordu. Bu da kişinin yalnızlık duygusunu hafifletirken, kendini daha büyük bir amaca adama tatmini sağlıyordu. Böylece insan, yalnızca bireysel varoluşunu değil, insanlığın uyumlu ve ilerleyen bir bütünün parçası olma duygusunu deneyimleyerek manevi bir güç buluyordu.

Alperen Özali, 4.02.2023

Kaynakça

Kalelioğlu, U. B. (2019). AUGUSTE COMTE’UN İNSANLIK DİNİ KURGULAMASINDA ÜÇ HAL KANUNUNUN ROLÜ VE POZİTİF DİNİN NİTELİKLERİ . Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (3) , 535-544

Varel, A.(2017). Pozitivizm ve siyaset: yöntembilimsel bir eleştiri. Amme İdaresi Dergisi, 50(3), 1-25.

Söğütlü, İ. (2008). İki Farklı Epistemoloji İki Farklı Siyaset: Rasyonalist ve Ampirist Siyasetin Felsefi Kökenleri . Liberal Düşünce Dergisi , (52) , 197-214

 Wernick, A., 2000, Auguste Comte and the Religion of Humanity: The Post-Theistic Program of French Social Theory, Cambridge: Cambridge University Press.

Mill, J.S, Auguste Comte ve Pozitivizm,(Çev, Enfal Erkan),  Fol Kitap,2021

15 Kasım 2022 Salı

Bir hayalet dolaşıyor… Sanatın hayaleti!


Sanatın birçok tanımı yapılabilir, üzerine tonlarca şeyler yazılabilir ancak bir şey açıktır : Sanat, insanın kendini ve zihninin kirli veyahut temiz tüm kıvrımlarını en dolaysız ve açık biçimde ifade ettiği yerdir. Sanat, bir ifade ve anlatış şeklidir. Bazen toplumun bastırdıkları, bazen de iş, okul sırasında insanın Fouculdiyen bir tabirle kendini disipline ederek söyleyemediği, yazamadığı ve çizemediği tüm kıvrımlarının yegane ifadesidir. Sanatın olmadığı yerde, insanın yaşaması için herhangi bir sebep yoktur. Peki, sanat bir ifade şekli ise bu ifade şeklinin çağdan çağa, dönemden döneme hatta mekandan mekana değişmemesi mümkün müdür, elbette değildir! 1950’lerin blues’unun yanına savaş sonrasındaki isyankar gençlik, Vietnam savaşı gelince ortaya Rock çıkmıştır.Bir süre sonra Rock da yeterli ifade şekli olamamış, yaşamlarını özgürce sürdüremedikleri, bir çeşit panopticon veyahut gözetimler diyarında olduğunu anlayan oyun hamurları(!) sistemin paslı çarkları olan gençler Punk

’ı ortaya çıkarmıştır. Sanat sadece bir eğlence şekli değildir, veyahut sanat camiasındaki değişimler rastgele yaşanmamaktadır. Siz gerçekten de sanatın dinamik akışını engellemezseniz, ortaya tamamen doğal şekillerde oluşmuş ve doğal olduğu kadar da komplike olan  bir su yolları resmi ile karşılaşacaksınızdır. Ancak bunun için gerçekten de sanatı özgür bırakmalısınızdır.

Sanata verilen günümüzdeki özgürlük, pek lafta kalmaktadır. Tüm yaşlı ve bir yüzyıl önceden kalmış bir zihin yapısına sahip eleştirmenlerimiz, şirketlerimiz ve otoritelerimiz için sanat ‘’özgür’’ olmalıdır, buraya kadar aynı fikirdeyiz; ne hoş. Ancak birden bir sözcüğü duyarsınız: ‘ama’… artık yol değişmiş, araba özgürlük caddesinden ‘disiplin’ sokağına sapmıştır. Sanat özgürdür, ama: Pek suya sabuna dokunmamalıdır, toplumsal yapıları eleştirmemelidir, gelenekseli yıkmaya çalışmamalıdır, eleştirmenlerin nuh nebiden kalma yaşam tarzlarına uyumlu, çok ağzıbozuk da olmamalıdır. Punk giyinişli sevgili sanatımızı bu otoriteler yavaş yavaş ‘iyi aile çocuğuna’ döndürmeye başlarlar. Bu işlem öyle biter ki, ortaya bir ‘’kaza’’ ortaya çıkar.  Sanatımız ne özgürdür, ne de değildir… Özgürlüğü Panopticon içindeki bir mahkumun özgürlüğü kadardır. Ne şükür ki bay ve bayan özgürlük sevdalıları (!) tarafından kendisine yemek yeme, su içme ve çok suya sabuna dokunmadan sanatını icra etme özgürlüğü tanınmaktadır. Sanatımız tabi ki bunlara razı olur, ne de olsa alternatifi yoktur.. Zaten birkaç istisna hariç de özgürdür.. En azından buna inandırmaya çalışır kendini. Küf kokularının dolaştığı ve ortaya çıkan şeyin duyguların ve fikirlerin ifadesi yerine eskimiş, garip bir kedi miyavlamalarının olduğu bir hapishanede özgür bir ‘mahkum’ olduğuna inandırmaya çalışır. Ancak sanatımız kendini kandırmaya çalışıp tüm bunları yaparken birkaç metre yukarıda gözetlendiğini bilir, en ufak bir ‘’yanlış’’ında başına neler geleceğinden haberdardır. Yanlışı yapar, disiplin düdüğü öter, sanat korkar, gardiyan koşar, birkaç eleştiri fırlatır yüzüne : ahlaksızdır! Sorumsuzdur! Böyle müzik/resim mi olur! Geleneklere saygı duyulmaz mı! Böyle bir senaryoda özgürlükten bahsedilebilir mi? Bu özgürlük giyotine yollanan bir mahkumun ölme özgürlüğü kadar olabilir. Sanat bu düzlemde ne çağını, ne kendini  ne de zihin dünyasını ifade edebilir. Ona bir şeyler musallat olmaktadır. Usta, çırağının özgürlüğüne karışır hale gelir. Gerçekten de Sanat şatosunda bir varlığın hayaleti dolaşmaktadır, peki o nedir ?

Sanatın duyguların ve fikirlerin ifadesi olduğunu tekrardan hatırlatmaya gerek yok, ancak gerçekten de duyguların ve fikirlerin ifadesi haline gelmesi için ona hiçbir kuvvetin musallat olmaması gerekir. Ancak sanatı kısıtlamak isteyen herkes bir bakımdan bunun da farkındadır, zaten onların derdi bir şeylerin ifadesi hiç olmamıştır. Denetleyiciler, taraftarları sanatçıların sözünden incinmesin ister, sansür üstüne sansür uygulamaya çalışırlar. Kayıt şirketleri hayatı pembe dizi olarak algılamaktan herhangi bir grubu dinlemez bile, eleştirmen birini yerden yere vurarak egosunu tatmin eder veyahut nuh nebiden kalma estetik anlayışını onlara dayatır.

Halbuki her çağın insanı tamamen ayrı, tamamen biriciktir. İnsanlar teker teker dahi hepsinin estetik ve zevk anlayışı biricikken sizce ayrı çağın insanları aynı estetik anlayışlara sahip olabilir mi? Bu imkansızdır. Duygular ve fikirler, yaşanılan çağa ve zamana göre şekil alır demiştik, işte bu yüzden her çağın nasıl bir zeitgeist’i varsa ayrı bir sanat anlayışı da vardır. Bu yüzden de eski çağların insanının ‘’yeni’’yi eleştirmesi imkansız, bu eleştirilere kulak vermek de absürttür. 19.yüzyılda protestan ahlakı ile, viktöryen toplumda yetişen bir insan nasıl olur da 70’lerin İngiltere’sinde, orta sınıf bir aileden çıkma ve hayatı boyunca liberal bir toplumda yaşayan, hedonizmi arayan bir genci eleştirilebilir? Onunla aynı çevreden gelmemiştir, aynı duyguları tatmamış ve aynı fikirleri tatmamıştır. Onunla ayrı gemilere bindikleri gibi, ‘zevk’ rotaları da apayrıdır. Bu durumda nasıl olur da bu insan bir diğerine gitmesi gereken rotayı tarif etmeyi çalışır? Birçok eleştirmenin bunu oturup düşündüğünü zannetmiyorum. Çünkü onlar haklıdır, nasıl olur da birkaç anarşist punkçı onlara sanat dersi vermeye kalkışır.

‘ Şu müziğe bak, nasıl gürültülü! İnsanların kıyafetleri nasıl agresif, sanat anlayışları ne kadar avam!’

’19.yüzyılın hayaletleri olamadığımız, özgün bir anlayışımıza sahip olduğumuz ve çağımızı hissettiğimiz hepsinden de öte biricik karakterimizi masabaşında, zihin yapısı 70 yıl öncesine dayanan sizlere kurban etmediğimiz için utanç duyuyoruz bayım!’

Punk’a bakın, gürültülüdür: Sanayi şehirlerini, yolları, çevresi gazlardan dolayı islenmiş olan kaldırımların ilahisidir. İsyankardır, yıllarca hazlarıyla yaşamanın ayıp olduğunu, yerleşik gelenekleri ihlal etmemeleri gerektiği ve hepsinden öte ‘el ne der’ diye yaşayan insanların çocukları birden ‘biz bireyiz, özgürüz ve mutlu olmak istiyoruz, eski yaşamlarınız bizi ilgilendirmiyor!’ demeye başlamıştır. Klasik müziğin kurallarına uymaz: Hayatları boyunca ellerine kurallar verilen müzisyenler artık istedikleri gibi çalarlar, tamamen doğaldır. Giyimleri unique’dir: Bireyselliğin ve farklılığın, bir kimliğin zihinden taşan ifadesidir.

Bunu anlayabilmek için ise bu yüzyılı anlamak, bu çağın insanı olmak lazım gelmektedir. Sanat bir argümantasyon alanı değildir, ortak bir alan aramaz. Yanlış/Doğru dikotomisine dayanmaz. Dayanmaz ki özgürdür, aklı da aşmıştır artık. Eğer siz onu serbest bırakırsanız o her zaman olduğu gibi çağı hissettirmeye devam edecektir.

 Peki neden son 30 yılımız aynı müziklerin ısıtılması ile geçmiştir, veyahut artık neden müzik çağı tanıtamaz?

Son 30 yıldan beri, Neoliberalizm ortaya çıktı, birçok azınlık yeni haklar elde ederken ekonomi tamamen değişti, piyasalar her şeyi sermayelize edebildi. Sivil toplum etkinleşti, Dünya çok daha fazla çokkültürlülüğe, tercih özgürlüğünü konuşur hale geldi. Doğru/Yanlış dikotomileri sorgulandı. Marksizm çöktü. Teknoloji biçim değiştirdi. Devletler insanların hayatlarında çok daha farklı pozisyonlar almaya başladı. Geleneksel refah devleti yapısı yıkıldı ve sanat şirketler tarafından kontrol edilir hale geldi. İnternet devrimi yaşandı. Sanayi 4.00 geldi.

Yani bir insan hayatında sayamayacağım kadar değişiklik yaşandı. Madem öyle insanın ifadesi olan sanat neden durgun. Neden insanlar hala daha retrowaveler ile 80’leri tekrar tekrar deneyimlemeye çalışıyor? Bu çağın ifadesi kesinlikle bu değil. Ya da tüm dünya politize bir haldeyken rock politik konulardan tamamen çekilip birkaç zengin evladının kum havuzu pozisyonuna kondu? Yeni bir rock ve metal türü neden çıkmadı? Yani kısaca sorumuz:

Eğer sanat çağın insanının ifadesiyse, insan neden son 30 yıldır kendini ifade edemiyor,

Zaman ve Gelecek ÖLDÜ MÜ ?

Son birkaç yılda yayınlanmış herhangi bir albümü 90’lara götürüp insanlara dinletin, insanlar şaşırmazdı. Aynı melodi, aynı sözler ve aynı tasvirler. Sanki ikisi aynı fabrikadan aynı kalıplarla farklı zamanlarda çıkmış gibidirler. Bu çağa özgün herhangi bir şey bulamazsınız. Ancak bir de 60’ların rock’ı ile yetişmiş birine Sisters of Mercy- Lucretia My Reflection parçasını dinletin, 30 yılda her şey daha karanlık, daha depresif, daha varoluşsal ve daha gotik hale gelmiş ve bunun yanında tekno öğeler daha fazla yer almaya başlamıştır. Çağ sanki özet geçilmektedir. O aklından bir şerit gibi geleceği geçirecek ve gelinen noktayı anlayacaktır. 21.yüzyılda insan bundan yoksundur, insanlık bir doğum sancısı içindedir.

Bir diğer yandan müzik tamamen de-toplumsal hale gelmiştir. Şu iki şarkıyı karşılaştıralım:

Don't blame me, love made me crazy

If it doesn't, you ain't doin' it right

Lord, save me, my drug is my baby

I'll be usin' for the rest of my life(1)

 

God save the queen

The fascist regime

They made you a moron

A potential H bomb(2)

 

Biri tamamen toplumsal ise diğeri de o kadar yüzeysel ve kişiseldir. Eğer müzik insanların bir kimlik dışavurumu ise acaba son 30 yılda toplumsal sorunlar rafa mı kalkmıştır? Tam tersine İnternet sayesinde gün yüzünde olmayan sayısız sorun tartışılmaya bailanmıştır. Yani sorunlar gene kafamızın bir köşesinde dururken biz bunları söze dökemez haldeyiz. Bazıları Pop için ‘bu da sadece başka bir kimliğin ifade şekli’ diyebilir. Ancak kimlik, sizce çevreden bağımsız olabilir mi? İnsanlar birbirleriyle alakaları olmayan yıldızlar değillerdir, tamamen etkileşim halindedirler. Yani içinde bir toplumsal sorunu, konuyu barındırmayan bir kimlik bulmak mümkün olmadığı gibi bunların olmadığı bir ifade ediş şekli bulmak da ne sosyolojide ne gündelik hayatta karşılaşılan herhangi bir toplulukta ya da bireyde mümkün değildir. Üstelik eğer gerçekten Pop yeni bir ifade ediş şekli olabiliyorsa son 30 yıldır tek yapılan şeyin eski müzik yapma şekillerini kendini modifiye etmesine ne demeli ? Veyahut insanların retro akımlara kaçışlarına. Ortada bir şeyin yapılamadığı, bir anormallik olduğu açıktır.

 Sanat sadece doğum sancısı çekmiyor, aynı zamanda hantal da.

21.yüzyıl sanki birinin elleriyle 20.yüzyıla hapsolmuştur, acayip bir sona gelinmişlik ve tükenmişlikle yaşamaya çalışan bizler bir yerlinin uçak görünce totemlerine koşması gibi bu gerçekle yüzleştiğimiz zaman çareyi 80’leri ve 70’leri tekrar tekrar geri üretmekte duruyoruz. Halbuki kesinlikle 40 yıl öncesi bizi tarif edemiyor. Tarih durdu.

Tarihin burada durmasının sebebi elbette ki insanların artık yeter sıkıldık demesi falan değil, nasıl ki tarih boyunca eleştirmenler yeni bir akımın çıkmasına ket vurduysa bayrağı da şimdi kayıt şirketleri ve kar arayışı almıştır.

Müzik, 80’lere kadar devletin ya da sivil toplumun gözetiminde yapılan, bazı öğeleriyle beraber parasal hale gelmiş olmakla beraber kesinlikle kapitalize olmamış bir alandı. Bir akım iddiasıyla ortaya çıkanların daha satış yapmadan devletten ya da derneklerden destek ‘almamaları manşetlikti’. Nasıl olsa bu bir ticaret alanı falan olamazdı!

80’lere kadar.

80’lerden sonra kültürün ve müziğin ısıtılan bir yemeğe dönmesinde parasallaşmanın katkısı büyüktür. 80’ler neoliberalizmi ile Devlet ekonomiden çekildiği ve sosyal devlet gerilediği gibi, sivil toplum ve sendikalar da bizzat devletin düzenlemeleri sayesinde onun yerini dolduramamış ve bu özellikle kar kaygısı olmayan sanatçıları vurmuştur. Artık onlar da ‘evlerine ekmek götürmek zorunda olan’ 9-5 çalışanları haline gelmektedir. Artık önemli olan tatmin veya haz almak değil, satış rekorları kırmaktır. Daha doğrusu sistem estetik anlayışınızı böyle güncellemeye zorunlu tutar sizi.

Her akımın bir ilk dalgası, başarısız denemeleri vardır. Siz yıllarca kendisini bambaşka tanımlamış olan bir insanı ne kadar iyi tanımlarsanız tanımlayın ilk önce garip bakışlar ve yuhalanmalar ile karşılaşırsınız. Yani yeni bir akımın var olması için eskisinin dinamitlenmesi, bir ‘struggle’ gereklidir ki bunun için de zaman lazımdır. Piyasa ise bunu tanımaz. Bir sonraki albümünüzü evsizlerle yapmak istemiyorsanız sevilen bir akımı yeniden ısıtmak kesinlikle yenisini çıkartmaktan daha hoştur.

Yani gelecek artık ölmüştür, onu öldüren de bizlerizdir.

Peki ya neden çok daha de-toplumsal hale gelmiştir? Bunun sadece ekonomik bir açıklaması olacağını zannetmiyorum. Tarih boyunca refah arttıkça entelektüel olarak tarif edilen alanlarla daha fazla uğraşılmıştır. Son 30 yıl insan refahının en hızlı arttığı dönemdir. O halde bugün neden tersi yaşanmaktadır?

TOPLUMUN ATOMİZE OLUŞU

Bunun da cevabı, ‘’sanatın su yollarını engellemeye çalışan’’lar üçgeninin son kenarı olan denetleyiciler ve suya sabuna dokundurmaya niyetli olmayanlardır.

Son 30 yıldır toplumun ‘atomize’ edilmesini izler hale geldik. Bunu en çok psikoloji alanında yaşıyoruz. X kişisi y sorunundan dolayı bunalıyor mu? Ya genlerinden ya da tamamen kişisel yapılardan kaynaklıdır. Herhangi bir toplumsal analiz yapılmaz. Bu bireyin toplumla olan ilişkisi mercek altına alınmaz ve onu nelerin bastırdığı incelenmez. Bu yüzden çözüm de bulunmaz. Modern psikoloji bireyin, toplumun sorunlarını çözümlemek için değil ancak toplum dişlisinin ‘bozuk çarklarını’ yeniden işler hale getirmeye kuruludur. Artık terapi yapılmaz, bireye kimyasallar verilerek kendini bastırması talep edilir.

Yapılan terapiler bile atomize bile de-toplumsaldır. Bireye uysal olması ve şikayet etmemesi tavsiye edilir. Ancak böyle bir tavuskuşu çözümü neyi düzeltir? Peki ya çözüm ne kadar umurlarındadır?

Kısaca modern zamanın yansıması olan psikolojide bireye sorunlarını dile getirmesi değil bastırması, toplumsal sorunları incelemesi değil uysal olması ve atomize olması tavsiye edilir. Bu da insanın kendi kimliğini ifade ediş şekli olan müziğe yansır.

Artık bunalımlar kişiseldir. Kızın intiharı istemesi onu hayatı boyunca satranç tahtasındaki piyon gibi kullanan insanlar değildir, veyahut kimse ona yanlış bir hayat anlayışı aşılamamıştır. O bunalmıştır çünkü erkek arkadaşı onu terk etmiştir. Bu kadar.

Artık insanların erdemsizlik diye adlandırdığı her şeyi şeytanı da sembolleştirerek kucaklayan Black Metal yoktur, kız-erkek ilişkilerinden öteye gidemeyen ucube bir metalimsilik vardır. Ses aynıdır, ancak anlam ölüdür.

 Eğer olur da kazara toplumsal yapılara dair bir şarkı ortaya çıkarsa da, mesaj öyle basit ve anlamsız haldedir ki, ya dalga geçilir ya da ifade edilen durum pembe dizi izleniyormuşcasına estetize edilir. Bu zaten ölmekte olan sanatın kimliği ifade ediş yönünün tabutuna çiviyi çakar.

Toparlayacak olursam Günümüzde ortada bir sanat yoktur, sadece onun hayaletleri etrafta anlamsız bakışlarla dolaşmaktadır. İnsanlık herhangi bir yeni ifade ediş şekli yaratamamıştır. Sanatın gelişmesinin birinci şartı olan ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesi ile itina ile darmaduman edilmiş ve gelecek ölmüştür.

Punkçılar ve Post-Punkçılar ‘There is no future’ diye bağırırken her şey için çok geç bile olmuştu.

Herhangi bir eleştiri, öneri için yorumları kullanabilirsiniz. Popçu tayfayı bekliyorum :)

(1)Taylor Swift- Don't blame me  

(2)Sex Pistols- God save the queen