yazılarımızdan arayın

yeni ateizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeni ateizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ocak 2023 Pazar

Bilim, dini iddiaları test edebilir mi?

 

İnsanlığın tarih boyunca en çok konuştuğu, tartıştığı ve hatta uğruna birçok insanın ölümle karşı karşıya geldiği konu, Tanrı’nın varlığı olabilir. Zira bilginin kaynağının, yönetim şeklinin sadece hayat, ampirik veriler ve akıl mı, yoksa aşkın bir Tanrı’dan ve göklerden mi geleceği insanın tüm algılarını baştan aşağı değiştirecek ve hatta bazı dinler adına kimin yaşayıp yaşamamasını belirleyecektir. Böyle önemli bir konu hakkındaki yapılan tartışmalarda ise birkaç yıl öncesine, Yeni Ateizm dalgası yayılına kadar hakim olan bakış açısı şuydu: Bilim ve din, birbirinden iki ayrı alandı ve bilimin Tanrı hakkındaki tartışmalarda olumlu veya olumsuz bir yeri olamazdı. Peki, bu gerçekten böyle miydi? Victor Stenger ve Christopher Hitchens ve daha birçok yeni ateist için kesinlikle değil! (Not: Burada mercek altına alınan Tanrı, semavi dinlerin Tanrı'sıdır.)

Birçok yeni ateist bu görüşte olsa ve kamusal alanda birçok söylem ortaya koysalar da, bu konuda en iddialı olan kişi Victor Stenger’den başkası değildi. Kendisinin yazdığı ‘Başarısız bir hipotez: Tanrı’ kitabının tamamı, bu iddia ve onun derinleştirilmesi üzerine kuruludur ki, bugün inceleyeceğim kısımlar da bu kitaba aittir.

 Yeni Ateizmin 4 atlısı.


Stenger, kitabına tarih boyunca Tanrı tartışmalarının Felsefe ve hatta felsefede de ‘Tanrının sıfatlarının çelişmesi/çelişmemesi’ ‘Aşkınlık’ veyahut ‘ontolojik delil’ gibi oldukça esnek, yapılan tanımlar gereği iki tarafın da birbirini kolayca anlamamazlıktan geleceği, birçok defa yeni tanımlamalar ile teologların önceki itirazları görmezden gelebilecekleri ve genelde apriori ve mantık çözümlemelerine dayalı bir alanda yapışıp kaldığından bahseder. Bu sırada ise bize ‘çok daha kesin ve açık’, deneysel ve gözleme dayalı veriler sunan ve sosyolojiden fiziğe evreni ve insanı anlamakta tam bir güven duyduğumuz bilim bu tartışmalardan uzak durmuş ve suskun kalmıştır.

Oysa ki, ayrı alanlar içinde olarak kabul edilen din ve bilim, birbirleri ile çakışan alanlarda iddialarda bulunabilirler. Örnek verecek olursam, Alpereniler adlı bir din kurdum diyelim ve şöyle bir iddiada bulunuyorum: ‘Her gün 10 bardak acı filtre kahve içmek, seni bu dünya hazzın doruğuna ulaştıracak ve sağlıklı kılacaktır.’ Sizce, ben burada dini bir iddiada bulunurken bilimin alanına girmemiş mi oldum? Hayır, tam tersine olgular ve doğal dünyamız hakkında açık bir önermede bulundum. Eğer ben, hakikatleri söylediğimi iddia ediyorsam bu iddia doğru olmak zorundadır ve eğer yanlışlanırsa, ben kendimle çelişirim. Bu iddia ise basitçe bilim tarafından test edilebilir. Eğer gerçekten kahvenin insan üzerinde benim iddiam doğru değilse benim hakikatleri bilme iddiam, iki bilim dalı olan psikoloji ve nörobilim tarafından yanlışlanacaktır. Kısacası, olgusal dünya hakkında her önermede bulunan varlığın iddiaları bilim tarafından test edilebilirdir ve bu testlerin sonuçları, eğer onların hakikati bilmek gibi iddiaları varsa, bu iddiada bulunan dinlerin doğruluğu veya yanlışları hakkında kesin bir sonuç ortaya koyar. Yani bu iki alan, sanıldığı gibi ayrı değildirler ve çakışırlar.

Bir inananın dininin bu şekilde yanlışlandığını varsaydığımızda sonucunda ilk söyleyeceği şey muhtemelen ‘Tamam, ancak ne olursa olsun birinin kaynağı akıl diğerinin ise vahiy/sezgidir, biri diğeri hakkında bir doğrulama ya da yanlışlama yapamaz’ olacaktır ancak günümüzde her dinden insan ‘ampirik verilerin Tanrı hipotezinin desteklediği’ ‘bilimin din olmadan hareket edemeyeceği’ gibi iki alanı neredeyse tamamen birbirleri ile kardeş hale getiren söylemlerde bulunmaktadırlar. Ancak benzer bir iddia ateistlerden geldiği zaman genelde ‘bilime tapmak’, ‘felsefi cahillik’ gbi suçlamalara maruz kalmaktadırlar.


Özellikle ‘bilimin din ile uzlaşması’, Semavi dinleri daha yakından ilgilendirmektedir. Çünkü hem İslam, hem Hristiyanlık hem de Yahudilik dinlerindeki Tanrı algısı sadece bir tetikleyici değil, Stenger’ın deyişi ile ‘Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın Tanrısı, atom çekirdeğinde bulunan kuarkların birbirleriyle etkileşiminden en uzak galaksilerdeki yıldızların evrimine kadar evrenin her nano-metreküpündeki her olaya her nanosaniyede


müdahale eden bir Tanrıdır.’ Yani kısacası, gözlemlenebilir dünyamız hakkında birçok iddiada bulunmaktadırlar.

Peki, ya Stenger’ın dinden çok daha büyük bir önem biçtiği bilim nedir? ‘‘Göz ve aletler aracılığı nesnel gözlemler yapmak ve bu gözlemleri betimleyen modeller kurmaktır:’’ Tabi ki bilim, sırf anlık gözlemlere dayanmaz; bunu maksimize etmek peşindedir. Bir hipotez ortaya atılır ve daha sonra bu hipotez deneyler ile tekrar tekrar sınanır.

 Tanrı ise, aslında bu hipotezlerden biridir ve ortadaki iddia da açıktır. Evren hakkında söz konusu fenomenler, bilimsel olarak açıklanamaz -sadece bugün için açıklanamaz değil, sonsuza kadar açıklanamayacağı iddia edilmeli ki buradan kesin, sonsuz bir tanrıya ulaşılabilsin, diğer türlüsü bir kuşkuculuktan öteye gidemezdi- ve doğal betimlemeler, bilimsel yöntemler ile anlaşılamaz. O halde burada maddenin dışında bir şeyler, bir ruh olmalıdır. Örnek olarak fizik yasaları öyle ince ayarlanmıştır ki, bunlar doğal yollardan ortaya çıkmış olamaz. Bir doğaüstü güç bulunmalıdır. Anlaşılacağı gibi bu açıkça varolan ve gözlemlenebilen evren hakkında ortaya atılmış bir iddiadır, doğruluğu için evren gözlemlenmelidir. Bu tür iddialara karşın Stenger, bilimsel hipotez sınama yöntemini izler. Yani ‘’eğer Tanrı hakkındaki şu iddialar doğru ise, biz doğada şu fenomenleri gözlemleyebiliriz’’ iddiasını sınayacaktır. Bununla beraber bir bilimsel iddia test edilirken en doğru sonuç için şu ilkeler gözlemlenebilmelidir.

1.    1. Çalışma protokolleri tüm hata olasılıklarının değerlendirilebileceği şekilde açık ve kusursuz olmalıdır.

2.     2.Sınanan hipotezler, veriler alınmaya başlamadan önce açıkça belirlenmeli ve süreç ortasında veya verilere bakıldıktan sonra değiştirilmemelidir.

3.     3. Çalışmayı yürüten, yani verileri alan ve analiz eden kişiler bu işi sonucun ne olması gerektiğine dair hiçbir önyargı taşımadan yürütmelidir.

4.    4. Sınanan hipotez, kendi yıkımının tohumlarını içinde taşımalıdır. Hipotezi yanlışlayabilecek mümkün deney sonuçlarını sağlama yükü hipotezi öne sürenlere aittir. Böylesi bir yanlışlamanın gerçekleşmediğini kanıtlamalıdırlar. Yanlışlanması mümkün olmayan bir hipotezin hiçbir değeri yoktur.

5.     5. Önceki ölçütleri geçseler bile, rapor edilen sonuçlar bağımsız deneylerde tekrarlanabilecek yapıda olmalıdır.

Tüm bu hipotezlerde, ispat yükü mevcut gözlemlenebilen evrenin açıklamalar adına yeterli olmadığını söyleyen ve tüm bu olgusal dünyanın ardında farklı bir şeyin, sonsuz bir güç gibi açıkça gözlemlenemeyen varlığın olduğunu söyleyen teizm taraftarlarındadır. Eğer bir Ateist evrenin herhangi bir doğaüstü güce ihtiyaç duyulmadan sadece olgusal, gözlemlenebilir dünya ile açıklanacağını söyler ve bunda da başarılı olursa, teizm hipotezine gerek kalmayacak ve yanlışlanacaktır. Zira iddia, doğal dünyanın yeterli olmadığı yönündedir. Ateizm açıkça daha basit, anlaşılabilirdir ve daha az varlığı varsayar. İspat yükü bakımından çok daha rahat bir pozisyondadır. Bu ise bilimsel bir hipotez olarak teizmin üzerine ağır bir yük yükler ki muhtemelen birçok teoloğun bilim ve dini ayrı tutmak istemesinin sebebi budur.


 Teizm sadece verilen örnekelerdeki bilimsel açıdan ‘’kesinlikle test edilebilir’’ iddialarda bulunmakta kalmaz, yine gözlemlenebilecek ve deneysel, gözlem yöntemleri ile test edilebilir olan şu şekilde  hipotezler oluşturur

1. Tanrı evrenin yaratıcısı, koruyucusu ve gözetenidir.

2. Tanrı evrenin yapısının mimarı ve doğa yasalarının yaratıcısıdır.

3. Tanrı olayların akışına istediği zaman müdahale edebilir buna, örneğin insanın yakarışları karşısında kendi yasalarını çiğnemek de dahildir.

4. Tanrı yaşam ve (insanların diğer yaşam formlarına göre özel olduğu) insanlığın yaratıcısı, koruyucusu ve gözetenidir.

5. Tanrı insanları, bedenlerinden bağımsız olarak var olan ve kişinin karakteriyle benliğinin özünü taşıyan ebedi ve gayri maddi ruhlarla donatmıştır.

6. Tanrı, ahlakın ve özgürlük, adalet veya demokrasi gibi diğer insani değerlerin kaynağıdır.

7. Tanrı tarih boyunca hakikatleri kutsal yazılar ve seçtiği kimselerle doğrudan iletişim kurmak vasıtasıyla vahyetmiştir.

8. Tanrı, mevcudiyetine dair delil bulmaya açık hiçbir insan varlığından kendini kasten gizlemez.

Bu tür iddialar ise ne bilimin alanının dışındadır, ne de test edilemezdir. Tüm bu görülen iddialar tıpkı sosyoloji veyahut psikoloji alanındaki bir hipotezden farklı değildir. Yaşadığımız evren ve olgusal dünya hakkında kesin ve doğru olduğuna inandıkları iddialarda bulunurlar ve tekrar edeceğim gibi, bilimsel yöntemlere dayanılarak bu iddiaların test edilmesi onların doğru veyahut yanlış oldukları kesinlikle ortaya çıkartacaktır. Örneğin yapılan gözlemler ve incelemeler sonucu x dininin gerçekten de insani değerler ile uyuşan bir yanının olmadığı ve onun ‘bu dünyada benim emirlerime uyarsan mutluluğun doruğuna ulaşacaksın’ iddiasının yapılan sosyolojik, psikolojik ve nöröbilim deneyler ile uyuşmaması (mesela bu emirleri uygulayan inananların bunalımlara sürüklenmesi veyahut bu emirlere uymayan bireylerin çok daha tatmin olmuş bir hayat sürmeleri, toplumların çok daha mutlu olup daha yüksek seviyede refah sahibi uygarlıklar kurmaları, kısaca Tanrı’nın mutluluğun doruğunu inanmayanların aşmaları) bu dinin hipotezini açıkça yanlışlar ve onu başarısız kılar.  Basitçe, eğer Tanrı varsa ve her şeyi biliyorsa bu iddialar doğrudur ve bu iddialar da olgusal dünya ile ilgilidir, eğer bu iddialar doğru ise ve olgusal dünya ile ilgiliyse bizler de bu iddiaların doğruluğunu deney ve gözlemle, olgusal dünyayı en açık şekilde anlama ve betimleme yöntemimizle test edebiliriz ve bu iddiaların doğru/yanlış olmaları onların hakikat olup olmadıkları hakkında kesinlikle göz önüne alınması gereken bir ölçüttür.

Alperen Özali, 29.01.2023

 

Kaynakça ve daha fazlası adına

Stenger, Victor J., Başarısız Hipotez Tanrı, (Çev.) Algın Sezgintüredi, Aylak Kitap, 2011

Yeni Ateizm Nedir : https://iep.utm.edu/n-atheis/

 Stenger, Victor. The New Atheism: Taking a Stand for Science and Reason (Amherst: Prometheus Books, 2009)

27 Kasım 2022 Pazar

Sam Harris'in utiliteryenizmi, Doğalcılık yanılgısına karşı!

 

Konuyla alakalı olanların bildiği gibi, Yeni ateistler felsefe cahili olarak pek çok zaman yaftalanmaktadırlar. Peki ya gerçekten böyle midirler? Bu değerlendirme size kalsa da bugün bir yeni ateistin ahlak anlayışının önemli bir eşiğini inceleyeceğiz. Burada Sam Harris’ten ve onun ‘Ahlaki Coğrafyası’ndan, bir bakıma geliştirdiği bir tür neo-utiliteryen ahlak anlayışının kısaca ne olduğundan ve Moore’un doğalcılık yanılgısını nasıl aşmaya çalıştığından bahsediyor olacağım. İyi okumalar.

Öncelikle Harris’in ahlak anlayışını kısaca özet geçelim. Kendisi, utiliteryen olarak tanımlanabilir: Kişi, doğduğu andan itibaren hazza gider ve acıdan kaçmaya çalışır. İnsan ise istenç üzerine kuruludur ve potansiyel maksimum acıdan her zaman kaçtığı gibi, her zaman potansiyel maksimum hazza ve mutluluğa ulaşmaya çalışır. Hepimiz, karşımıza olabilecek en acı verici hayat senaryoları geldiğinde irkilir, olabilecek en tatmin edici hayat senaryoları geldiğinde ferahlamış hissederiz. O halde bu istencimizi maksimize etmekten bizi alıkoyan şey nedir? Hiçbir şeydir ve bu istencimizi maksimize etmeliyizdir ve bu istenci maksimize etme yolları arasında tartışmalı konular olduğu gibi, kesin olarak kötü yollar da vardır. Mesela çocukları bir ceza yöntemi olarak dövmek, potansiyel acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İşte bu tür bazı kesin olarak acıyı maksimize eden durumlara objektif olarak ‘kötü’ diyebiliriz. Bir yandan da, potansiyel mutluluğa farklı yollardan gidenler ancak hepsinin de gittiği yoldan memnun olduğu durumlar vardır. Harris, bu durumları anlatmak adına ‘Ahlaki coğrafya’ kavramını kullanır. Bu coğrafyada, tavan kısmı maksimum potansiyel mutluluk, tabanı da maksimum potansiyel acı olarak nitelendirelim. Böyle bir alanda, potansiyel mutluluğa aynı veya benzer derecede yakınlaşan ancak farklı yerlerden yükselen kısımlar olduğu gibi, potansiyel kötülüğü net olarak maksimize edeceğinden emin olduğumuz farklı kısımlar da vardır.

Harris'in ahlaki coğrafyası

 

Harris kitaba bu tür konularda pek çok zaman yaptığı gibi çarpıcı bir örnekle başlar. ‘Kanun’ adlı bir Arnavut geleneğinden bahseder, bu geleneğe göre eğer bir adam birini öldürürse onun öldürdüğü kişinin ailesi katilin ailesinden herhangi bir erkeği öldürebilir. Harris burada şunu sorar: Burada Arnavutların verimsiz bir toplumsal yapı kurduklarını söyleyebilir miyiz? Değer olarak bizden aşağı seviyede midirler? Bilim b
u konuda ne der?

Birçok insan için bilim bu konuda susmalıdır. Bilim adamları sadece olguları inceleyebilir, bizlere nasıl düşünmemiz gerektiğini söyleyemez der çoğu insan. Ancak Sam Harris için ahlaki sorular bilinç sahibi canlıların esenliği ile alakalıdır. Örnek olarak bir insan nasıl mutlu olabilir gibi bir soru sorduğumuzda karşımıza psikoloji bilimi çıkacaktır. Veyahut insanlar nasıl toplumsal yapılar kurarak mutlu olabilir sorusu Harris için sosyolojinin alanına girecektir. Sonuçta mutluluk ve haz hisleri, duyguları kimyasaldır ve bu kimyasallar bazı durumların bir araya gelmesinden oluşur. Bu durumları ve bu durumların beyinde yaptığı etkiyi ise bilim inceler.

Örnek olarak Afganistan’ı inceleyelim, böyle bir ülkede yaşanan kaos ve tehdit altında olma hissiyatı insanları kesinlikle mutlu edemeyecektir. Bu ise bilimin konusudur. Bilim için de Afganistan’ta yaşamak mutlu olmak için pek verimli değildir.

Ancak tabi ki bu açıklama için bazı öncülleri kabul etmek gerekir. Mesela mutluluğun sadece beyinde bulunan kimyasallar ile alakalı olduğu, ya da utiliteryen bakış açıları gibi.. Harris ise bu öncülü şöyle tanımlar: ‘İnsanın esenliği, tümüyle dünyadaki olaylara ve insanın beyninin durumuna bağlıdır.’ Yani Harris mutluluğu tamamen kimyasal bir durum olarak ele almaktadır ki işte tam da buradan sonra artık bilim hüküm koyacak hale gelir. Eğer bilim mutlulukla alakalı hormonların x durumunda ortaya çıkmadığını ortaya koyarsa, Harris için artık bu x durumu ahlaki değildir.

Harris için ahlaki olarak utiliteryen konumda olan insanlar için elbette içinden çıkılmaz durumlar vardır ancak bir durumda kesin bir cevap bulamamak o konuda hiçbir cevabın olmadığı anlamına gelmez. Öğrencilerin dövülmesini ele alalalım, bu ceza türü ABD’de hala yaygındır ve savunucuları için bu ‘bir çeşit ahlaki çoğulculuğa saygı’ gösterme biçimidir. Eğer ahlak içinden çıkılmaz bir konu ise ve birçok durumda birçok görüş çatışıyorsa, yani tamamen bir gri alan varsa neden bu konuda farklı görüşler bir arada yaşamasın? Bu görüşler elbette size garip gelebilir, ancak ahlakın tamamen karışık felsefi tartışmalara gömüldüğü bir ortamda bu garip anlayışlara karşı çıkmanız kolay değildir. Ancak Harris için tek bir soru vardır:

‘Dayak, öğrencilerin bilişsel seviyelerini ilerletebilir mi, hayır; tamam, o halde bu davranışı tasfiye etmeliyiz.’

Onun adına cevap bu kadar basittir.

DOĞALCILIK YANILGISI

Şimdi ise Harris’in ve Utiliteryenlerin kurduğu, doğaya ve insanın haz ve mutluluk istencine dayalı taşlarla ördükleri kaleyi yıkacak 1 numaralı itiraza denk geliyoruz: Doğalcılık yanılgısı

Doğalcılık Yanılgısı, Moore’un ‘Principia Ethica’da ortaya attığı bir kavramdır. Moore şunu sorar: ‘İyi nedir ve nasıl tanımlanabilir?’ Onun için bu ahlak felsefesinin en temel ve en önemli sorusudur. Çünkü ‘iyi nedir’ bir etik anlayışın temeli olacaktır ve bu temeli çürük olan her bina ise ne kadar görkemli olursa olsun sorulan tek bir ‘neden’ sorusunda baş aşağı yıkılacaktır. İyi nasıl tanımlanabilir? Onun için tanım, genel anlamda bir kelimenin başka kelimelerle tanımlanmasıdır. Mesela masayı tanımlayalım:


üzerinde türlü işler yapılabilen, ağaçtan, metalden vb. yapılmış, ayaklar ya da bir destek üzerine oturtulmuş düz bir tabladan oluşan mobilya.

Görüldüğü üzere, ben masayı tanımlarken aslında sadece bir kelimeyi başka kelimelerle ifade etmiş ve onun çerçevesini belirlemiş oldum. Peki ‘iyi’ gibi hayati bir kavram adına bu kullanılabilir mi? Onun için bu tür tanımlar iyi için kullanılamaz. ‘İyi, iyidir’ diyebiliriz. Sadece bu kadar. İyinin kesin bir tanımı yoktur. Şimdi bunu detaylandıralım.

Mesela ben size bir masadan bahsederken bu masa kavramı bileşiktir. Bu masanın bazı nitelikleri ve işlevleri vardır ve ben bunlardan yola çıkarak size bir masa kavramı inşa ederim. Peki ya aynısı renkler için geçerli olabilir mi? Ben siyahı görmemiş birine siyahı nasıl anlatabilirim. İşte ‘iyi’ kavramı böyledir. İyi, farklı parçaların inşa ettiği bir kavram değildir. Ancak hala daha iyinin kesinlikle bir tanımı yoktur diyemeyiz. İyi, hala daha niteleyici bir şey olarak kullanılabilir. Mesela iyi, iyidir denebilir. Burada birincisi bir niteleyicidir. Ama bu tam olarak iyinin tanımı yine olamaz. Çünkü ben buraya istediğim kelimeyi koyabilirim:

Haz, iyidir.

Black metal dinleyerek 7/24 böğürmek iyidir.

Galatasaraylı olmak, iyidir vs vs

Bu ise Moore için yetersizdir. Çünkü onun için tanım, ‘’belirli bir nesnenin bütününü değişmez ve sürekli bir biçimde oluşturan kısımların ne olduğunu’’ gösterir. Bunlar sadece 'iyi'yi niteler, ancak 'iyi'yi açıklamaz.

Şimdi bu karışık açıklamadan sonra lisede matematik dersinde bunun bize gerçek hayatta ne faydası var hocağğm diyen Aslı’nın yerine kendinizi koymuş olabilirsiniz. Ancak işte tam da bu açıklama ile Moore utiliteryenleri topa tutar.

Mill, faydacı etiğini açıkladığı ‘Faydacılık’ kitabında, ‘İyi’ kavramını ‘’arzulanır’’ ile eş hale getirir. Buradan sonra ise insanın evrimsel süreç gereği doğasında arzulanan biricik şeyin de haz olduğunu öne sürer. Dikkat ederseniz, Sam Harris ile aynı noktadadırlar. Moore için ise bu apaçık hatadır. Çünkü Mill burada sadece bir gözlemi ortaya koymamıştır. Onun için arzulanır olan şey, aynı zamanda arzulanmalıdır da. Mesela biz iğrenç derken, bir yandan da iğrenç olması gereken şeyi de ifade etmiş oluruz.

Yani burada Mill kısaca şunu söyler:

(i) “Arzulanan (şey) ile arzulanır (olan şey) özdeştir.”

(ii) “İyi ile arzulanır (olan şey) özdeştir.”

(iii) “Dolayısıyla iyi ile arzulanan (şey) özdeştir.”

Burada olgusal bir durumdan değer duruma yanlış bir sıçrama görebiliriz. Bütün insanlar hazza gidiyorsa haz neden iyi olsun ki? Mill ve Utiliteryenler olgudan, bir kural koyuculuğa ani bir sıçrama yapmışlardır. Bir şeyin öyle olması onun öyle olması gerektiğini göstermez. Burada kendisi tamamen A ve B arasında bir zincir kurarken, birden C yi doğruladığını iddia eder.

Bu konuyu başka bir zaman uzunca ele almak istiyorum ancak şimdilik devam edelim (Mill'in burada sadece avama yönelik genel bir kanıt sunmak istediğini söyleyen kimseler de vardır ki ben de bu fikirdeyim)

Moore’un eleştirisi kesinlikle ciddiye alınmalıdır ki kendisine verilmiş ciddi cevaplar da bulunur. Ya peki Sam Harris ne demektedir?

Sam Harris için olgular ve değerler arasında yapılan ayrım neredeyse anlamsız boyuttadır.

1.bilinçli varlıkların esenliğinin en yüksek seviyeye çıkarılması ile ilgili her türlü bilgi, bir aşamada beyinde, gerçekler olarak ve bu gerçeklerin dğnyayla etkileşimi olarak bir karşılık bulmalıdır.

2.Gerçekleri tartışmak için gösterdiğimiz her çaba, öncelikle değer atfetmemiz gereken ilkelere dayandığından, örnek olarak benim bir tartışmada tutarlı olmak için tutarlı olmaya değer vermem gerekir. Eğer bu normatif sıçramayı yapmazsam, ortada bir tartışma ortamı olamazdı. Yani olgu ve değer ayrımı olduğu kadar net değildir.

3. Buradan şu çıkar: hem gerçekler hakkındaki inançlar hem de değerler hakkındaki inançlar, insan beyninde benzer süreçlerle oluşur ve gerçekler hakkında araştırma yapmak veyahut bunlar hakkında diyaloğa girebilmek adına belirli değerler atfedilmelidir, o halde bu ayrımlar net olmadığı gibi hem gerçekler hem de inançlar aynı sistemle yargılanır.

Meseleyi biraz daha açmak gerekirse Harris’in olan ve olması gereken, is vs ought konusu hakkında başka bir alıntısına başvurmalıyız:

"'dır'dan 'olması gerekene' geçilemeyeceğini söylemek mümkün olsa da, her şeyden önce 'dır'a nasıl geldiğimiz konusunda dürüst olmalıyız. "Su, iki kısım hidrojen ve bir kısım oksijendir" dediğimde, bilimsel gerçeğin özlü bir ifadesini söylemiş olurum. Peki ya birisi bu ifadeden şüphe ederse? Sonucu açıklayan kimya verilerine başvurabilirim. basit deneyler. Ama bunu yaparken üstü kapalı olarak ampirizm ve mantık değerlerine başvuruyorum. Ya muhatabım bu değerleri paylaşmıyorsa? O zaman ne söyleyebilirim? Hangi kanıt, kanıtlara değer vermemiz gerektiğini kanıtlayabilir? Hangi mantık bunu yapabilir? Ortaya çıktığı gibi, bunlar yanlış sorulardır. Doğru soru ise böyle bir insanın ne düşündüğünü en başta neden umursayalım ki?

 

Ahlak ve esenlik arasındaki bağlantı da böyledir: Ahlakın keyfi (ya da kültürel olarak inşa edilmiş ya da sadece kişisel) olduğunu söylemek, çünkü öncelikle bilinçli yaratıkların esenliğinin iyi olduğunu varsaymamız gerekir, tıpkı şunu söylemeye benzer: bilim keyfidir (veya kültürel olarak inşa edilmiştir veya yalnızca kişiseldir), çünkü önce evreni rasyonel bir şekilde anlamanın iyi olduğunu varsaymalıyız. Bu felsefi çıkmazların hiçbirine girmemize gerek yok."


Bu, olgu/değer anlamını yok etmekten ziyade mevcut düzenle bir uzlaşma talebi de denebilir. Çünkü ben, aynen şunları da diyebilirim:

Hiçbir kanıt, kanıta değer vermemizi sağlayamaz. Bu yüzden de hiçbirini kabul etmiyorum.

Ancak Harris, burada bir bakımdan pragmatist ve bir yandan da uzlaşmacı açıyla yaklaşıyor. Tam olarak hakikati aramaktan ziyade evreni ve hayatı anlamanın ve tartışmanın gerekli ve önemli olduğuna dem vurup tam olarak doğru olup olmadığını bilmesek dahi bunlar için bazı ön kabullere başvurduğumuzu ve burada is, ought ayrımını yıktığımızı. Benzer pratik gerekliliklerin neden felsefede uygulanamayacağının mantıksızlığından ve gereksizliğinden bahsediyor.

Kişisel olarak da, kendisini burada tamamen haklı bulmaktayım. Eğer her şeyi köktenci bir şekilde doğrulamaya gidersek ortada hiçbir şey kalmayacaktır. Mesela, ben tartışmaya girmek için öncelikle üzerinde uzlaşabileceğimiz bazı şeyler olduğuna, benim karşıdaki insanın dilsel ifadelerini ciddiye almam gerektiğine, bazı nesnel gerçeklerin olduğuna, kanıta değer vermem gerektiğini kanıta dayanmadan kabul etmişimdir. Şimdi hepsinin sonuna … dair kanıt nedir? Sorusunu soralım. Ortaya sadece bir boşluk çıkar. Ancak hepimiz tartışmanın gerekli olduğuna hemfikirizdir ve tartışmaları ciddiye alırız.

Ahlakı da pek bundan ayıran bir şey yoktur. Faydacı açıdan ben, haz istenci ile doğar ve her zaman bu haz istencimi maksimize etmek isterim. Şimdi, eğer ben hazzı hep maksimize edip acıdan kaçıyorsam ve önüme birazdan Sam Harris’in sunacağı gibi bazı ‘kötü hayat’ senaryoları gelince ürküp, Bir deniz kıyısında şarap içerek dalgaları izlediğimi düşününce zevk alıyorsam ve benle birçok konuda hemfikir olmayanlar da kendilerince ‘Kötü hayat’ senaryolarından kaçınmaya çalışıyorlarsa bu istenci maksimize etmemin ‘İyi’ tanımına uyup uymaması gerektiğini sorgulamak ve tamamen köktenci bir doğrulama arayışına girmenin anlamı nedir? Bu istenci maksimize etmek üzere, herkesin tatmin olup ‘esenliği’ tadacağı medeniyeti inşa etmeyi Moore’un kökten doğrulamacağı nasıl durdurabilir?

Tabi burada, hakikat mi yoksa işlevsel olan mı sorusunu sormadan edemeyiz ki bu soruda genelin aksine işlevsellik diye bağıran pragmatist yiğitlerimizin natüralistik emprizmini ve hakikat anlayışlarını başka bir yazıda konu alacağım.

Harris, kitabının ileri sayfalarında bizi is, ought tartışmasının felsefi kürsülerinden koparıp çok basit bir soruyu önümüze getirir. İki hayattan hangisini tercih edersin?
 

KÖTÜ HAYAT

‘Hayatınızın tamamını iç savaşın ortasında geçiren bir dulsunuz. Bugün, yedi yaşındaki kızınız gözlerinizin önünde tecavüze uğradı ve uzuvları kesildi. Daha kötüsü, bunu yapan uyuşturucu ile sersemlemiş bir grup askerin boğazına bıçak dayadığı 14 yaşındaki oğlunuzdu. Şimdi ise vahşi orman içinde yalınayak koşarak katillerden kaçmaya çalışıyorsunuz. Hiçbir umudunuz yok.

İYİ HAYAT

Tanıdığınız en güzel kız/yakışıklı erkek ile evlisiniz ve üstelik kendisi komik olduğu gibi zeki de. İkinizin de kariyeri hem parasal hem de entelektüel açıdan tatmin edici durumda. İlgi alanınızla alakalası olan bir işte çalıştığınız gibi, boş zamanınızı sizi en çok mutlu eden hobilerinizle geçirmektesiniz. Yaşadığınız toplum huzur ve güven içinde olduğu gibi, hem sosyal hem de ekonomik açıdan özgür durumda. Şu an zevklerinizin tadına bakarken gelecekte insanlığın ne kadar mutlu olabileceğinizi düşünüyorsunuz.

Harris’in sorusu gayet basittir. Moore’un ‘doğalcılık yanılgısı’, sizi bu hayatlardan birini seçmeyi ve bu seçtiğiniz hayat üzerine bir medeniyet inşa etmekten geri tutabilir mi?