yazılarımızdan arayın

27 Kasım 2022 Pazar

Sam Harris'in utiliteryenizmi, Doğalcılık yanılgısına karşı!

 

Konuyla alakalı olanların bildiği gibi, Yeni ateistler felsefe cahili olarak pek çok zaman yaftalanmaktadırlar. Peki ya gerçekten böyle midirler? Bu değerlendirme size kalsa da bugün bir yeni ateistin ahlak anlayışının önemli bir eşiğini inceleyeceğiz. Burada Sam Harris’ten ve onun ‘Ahlaki Coğrafyası’ndan, bir bakıma geliştirdiği bir tür neo-utiliteryen ahlak anlayışının kısaca ne olduğundan ve Moore’un doğalcılık yanılgısını nasıl aşmaya çalıştığından bahsediyor olacağım. İyi okumalar.

Öncelikle Harris’in ahlak anlayışını kısaca özet geçelim. Kendisi, utiliteryen olarak tanımlanabilir: Kişi, doğduğu andan itibaren hazza gider ve acıdan kaçmaya çalışır. İnsan ise istenç üzerine kuruludur ve potansiyel maksimum acıdan her zaman kaçtığı gibi, her zaman potansiyel maksimum hazza ve mutluluğa ulaşmaya çalışır. Hepimiz, karşımıza olabilecek en acı verici hayat senaryoları geldiğinde irkilir, olabilecek en tatmin edici hayat senaryoları geldiğinde ferahlamış hissederiz. O halde bu istencimizi maksimize etmekten bizi alıkoyan şey nedir? Hiçbir şeydir ve bu istencimizi maksimize etmeliyizdir ve bu istenci maksimize etme yolları arasında tartışmalı konular olduğu gibi, kesin olarak kötü yollar da vardır. Mesela çocukları bir ceza yöntemi olarak dövmek, potansiyel acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İşte bu tür bazı kesin olarak acıyı maksimize eden durumlara objektif olarak ‘kötü’ diyebiliriz. Bir yandan da, potansiyel mutluluğa farklı yollardan gidenler ancak hepsinin de gittiği yoldan memnun olduğu durumlar vardır. Harris, bu durumları anlatmak adına ‘Ahlaki coğrafya’ kavramını kullanır. Bu coğrafyada, tavan kısmı maksimum potansiyel mutluluk, tabanı da maksimum potansiyel acı olarak nitelendirelim. Böyle bir alanda, potansiyel mutluluğa aynı veya benzer derecede yakınlaşan ancak farklı yerlerden yükselen kısımlar olduğu gibi, potansiyel kötülüğü net olarak maksimize edeceğinden emin olduğumuz farklı kısımlar da vardır.

Harris'in ahlaki coğrafyası

 

Harris kitaba bu tür konularda pek çok zaman yaptığı gibi çarpıcı bir örnekle başlar. ‘Kanun’ adlı bir Arnavut geleneğinden bahseder, bu geleneğe göre eğer bir adam birini öldürürse onun öldürdüğü kişinin ailesi katilin ailesinden herhangi bir erkeği öldürebilir. Harris burada şunu sorar: Burada Arnavutların verimsiz bir toplumsal yapı kurduklarını söyleyebilir miyiz? Değer olarak bizden aşağı seviyede midirler? Bilim b
u konuda ne der?

Birçok insan için bilim bu konuda susmalıdır. Bilim adamları sadece olguları inceleyebilir, bizlere nasıl düşünmemiz gerektiğini söyleyemez der çoğu insan. Ancak Sam Harris için ahlaki sorular bilinç sahibi canlıların esenliği ile alakalıdır. Örnek olarak bir insan nasıl mutlu olabilir gibi bir soru sorduğumuzda karşımıza psikoloji bilimi çıkacaktır. Veyahut insanlar nasıl toplumsal yapılar kurarak mutlu olabilir sorusu Harris için sosyolojinin alanına girecektir. Sonuçta mutluluk ve haz hisleri, duyguları kimyasaldır ve bu kimyasallar bazı durumların bir araya gelmesinden oluşur. Bu durumları ve bu durumların beyinde yaptığı etkiyi ise bilim inceler.

Örnek olarak Afganistan’ı inceleyelim, böyle bir ülkede yaşanan kaos ve tehdit altında olma hissiyatı insanları kesinlikle mutlu edemeyecektir. Bu ise bilimin konusudur. Bilim için de Afganistan’ta yaşamak mutlu olmak için pek verimli değildir.

Ancak tabi ki bu açıklama için bazı öncülleri kabul etmek gerekir. Mesela mutluluğun sadece beyinde bulunan kimyasallar ile alakalı olduğu, ya da utiliteryen bakış açıları gibi.. Harris ise bu öncülü şöyle tanımlar: ‘İnsanın esenliği, tümüyle dünyadaki olaylara ve insanın beyninin durumuna bağlıdır.’ Yani Harris mutluluğu tamamen kimyasal bir durum olarak ele almaktadır ki işte tam da buradan sonra artık bilim hüküm koyacak hale gelir. Eğer bilim mutlulukla alakalı hormonların x durumunda ortaya çıkmadığını ortaya koyarsa, Harris için artık bu x durumu ahlaki değildir.

Harris için ahlaki olarak utiliteryen konumda olan insanlar için elbette içinden çıkılmaz durumlar vardır ancak bir durumda kesin bir cevap bulamamak o konuda hiçbir cevabın olmadığı anlamına gelmez. Öğrencilerin dövülmesini ele alalalım, bu ceza türü ABD’de hala yaygındır ve savunucuları için bu ‘bir çeşit ahlaki çoğulculuğa saygı’ gösterme biçimidir. Eğer ahlak içinden çıkılmaz bir konu ise ve birçok durumda birçok görüş çatışıyorsa, yani tamamen bir gri alan varsa neden bu konuda farklı görüşler bir arada yaşamasın? Bu görüşler elbette size garip gelebilir, ancak ahlakın tamamen karışık felsefi tartışmalara gömüldüğü bir ortamda bu garip anlayışlara karşı çıkmanız kolay değildir. Ancak Harris için tek bir soru vardır:

‘Dayak, öğrencilerin bilişsel seviyelerini ilerletebilir mi, hayır; tamam, o halde bu davranışı tasfiye etmeliyiz.’

Onun adına cevap bu kadar basittir.

DOĞALCILIK YANILGISI

Şimdi ise Harris’in ve Utiliteryenlerin kurduğu, doğaya ve insanın haz ve mutluluk istencine dayalı taşlarla ördükleri kaleyi yıkacak 1 numaralı itiraza denk geliyoruz: Doğalcılık yanılgısı

Doğalcılık Yanılgısı, Moore’un ‘Principia Ethica’da ortaya attığı bir kavramdır. Moore şunu sorar: ‘İyi nedir ve nasıl tanımlanabilir?’ Onun için bu ahlak felsefesinin en temel ve en önemli sorusudur. Çünkü ‘iyi nedir’ bir etik anlayışın temeli olacaktır ve bu temeli çürük olan her bina ise ne kadar görkemli olursa olsun sorulan tek bir ‘neden’ sorusunda baş aşağı yıkılacaktır. İyi nasıl tanımlanabilir? Onun için tanım, genel anlamda bir kelimenin başka kelimelerle tanımlanmasıdır. Mesela masayı tanımlayalım:


üzerinde türlü işler yapılabilen, ağaçtan, metalden vb. yapılmış, ayaklar ya da bir destek üzerine oturtulmuş düz bir tabladan oluşan mobilya.

Görüldüğü üzere, ben masayı tanımlarken aslında sadece bir kelimeyi başka kelimelerle ifade etmiş ve onun çerçevesini belirlemiş oldum. Peki ‘iyi’ gibi hayati bir kavram adına bu kullanılabilir mi? Onun için bu tür tanımlar iyi için kullanılamaz. ‘İyi, iyidir’ diyebiliriz. Sadece bu kadar. İyinin kesin bir tanımı yoktur. Şimdi bunu detaylandıralım.

Mesela ben size bir masadan bahsederken bu masa kavramı bileşiktir. Bu masanın bazı nitelikleri ve işlevleri vardır ve ben bunlardan yola çıkarak size bir masa kavramı inşa ederim. Peki ya aynısı renkler için geçerli olabilir mi? Ben siyahı görmemiş birine siyahı nasıl anlatabilirim. İşte ‘iyi’ kavramı böyledir. İyi, farklı parçaların inşa ettiği bir kavram değildir. Ancak hala daha iyinin kesinlikle bir tanımı yoktur diyemeyiz. İyi, hala daha niteleyici bir şey olarak kullanılabilir. Mesela iyi, iyidir denebilir. Burada birincisi bir niteleyicidir. Ama bu tam olarak iyinin tanımı yine olamaz. Çünkü ben buraya istediğim kelimeyi koyabilirim:

Haz, iyidir.

Black metal dinleyerek 7/24 böğürmek iyidir.

Galatasaraylı olmak, iyidir vs vs

Bu ise Moore için yetersizdir. Çünkü onun için tanım, ‘’belirli bir nesnenin bütününü değişmez ve sürekli bir biçimde oluşturan kısımların ne olduğunu’’ gösterir. Bunlar sadece 'iyi'yi niteler, ancak 'iyi'yi açıklamaz.

Şimdi bu karışık açıklamadan sonra lisede matematik dersinde bunun bize gerçek hayatta ne faydası var hocağğm diyen Aslı’nın yerine kendinizi koymuş olabilirsiniz. Ancak işte tam da bu açıklama ile Moore utiliteryenleri topa tutar.

Mill, faydacı etiğini açıkladığı ‘Faydacılık’ kitabında, ‘İyi’ kavramını ‘’arzulanır’’ ile eş hale getirir. Buradan sonra ise insanın evrimsel süreç gereği doğasında arzulanan biricik şeyin de haz olduğunu öne sürer. Dikkat ederseniz, Sam Harris ile aynı noktadadırlar. Moore için ise bu apaçık hatadır. Çünkü Mill burada sadece bir gözlemi ortaya koymamıştır. Onun için arzulanır olan şey, aynı zamanda arzulanmalıdır da. Mesela biz iğrenç derken, bir yandan da iğrenç olması gereken şeyi de ifade etmiş oluruz.

Yani burada Mill kısaca şunu söyler:

(i) “Arzulanan (şey) ile arzulanır (olan şey) özdeştir.”

(ii) “İyi ile arzulanır (olan şey) özdeştir.”

(iii) “Dolayısıyla iyi ile arzulanan (şey) özdeştir.”

Burada olgusal bir durumdan değer duruma yanlış bir sıçrama görebiliriz. Bütün insanlar hazza gidiyorsa haz neden iyi olsun ki? Mill ve Utiliteryenler olgudan, bir kural koyuculuğa ani bir sıçrama yapmışlardır. Bir şeyin öyle olması onun öyle olması gerektiğini göstermez. Burada kendisi tamamen A ve B arasında bir zincir kurarken, birden C yi doğruladığını iddia eder.

Bu konuyu başka bir zaman uzunca ele almak istiyorum ancak şimdilik devam edelim (Mill'in burada sadece avama yönelik genel bir kanıt sunmak istediğini söyleyen kimseler de vardır ki ben de bu fikirdeyim)

Moore’un eleştirisi kesinlikle ciddiye alınmalıdır ki kendisine verilmiş ciddi cevaplar da bulunur. Ya peki Sam Harris ne demektedir?

Sam Harris için olgular ve değerler arasında yapılan ayrım neredeyse anlamsız boyuttadır.

1.bilinçli varlıkların esenliğinin en yüksek seviyeye çıkarılması ile ilgili her türlü bilgi, bir aşamada beyinde, gerçekler olarak ve bu gerçeklerin dğnyayla etkileşimi olarak bir karşılık bulmalıdır.

2.Gerçekleri tartışmak için gösterdiğimiz her çaba, öncelikle değer atfetmemiz gereken ilkelere dayandığından, örnek olarak benim bir tartışmada tutarlı olmak için tutarlı olmaya değer vermem gerekir. Eğer bu normatif sıçramayı yapmazsam, ortada bir tartışma ortamı olamazdı. Yani olgu ve değer ayrımı olduğu kadar net değildir.

3. Buradan şu çıkar: hem gerçekler hakkındaki inançlar hem de değerler hakkındaki inançlar, insan beyninde benzer süreçlerle oluşur ve gerçekler hakkında araştırma yapmak veyahut bunlar hakkında diyaloğa girebilmek adına belirli değerler atfedilmelidir, o halde bu ayrımlar net olmadığı gibi hem gerçekler hem de inançlar aynı sistemle yargılanır.

Meseleyi biraz daha açmak gerekirse Harris’in olan ve olması gereken, is vs ought konusu hakkında başka bir alıntısına başvurmalıyız:

"'dır'dan 'olması gerekene' geçilemeyeceğini söylemek mümkün olsa da, her şeyden önce 'dır'a nasıl geldiğimiz konusunda dürüst olmalıyız. "Su, iki kısım hidrojen ve bir kısım oksijendir" dediğimde, bilimsel gerçeğin özlü bir ifadesini söylemiş olurum. Peki ya birisi bu ifadeden şüphe ederse? Sonucu açıklayan kimya verilerine başvurabilirim. basit deneyler. Ama bunu yaparken üstü kapalı olarak ampirizm ve mantık değerlerine başvuruyorum. Ya muhatabım bu değerleri paylaşmıyorsa? O zaman ne söyleyebilirim? Hangi kanıt, kanıtlara değer vermemiz gerektiğini kanıtlayabilir? Hangi mantık bunu yapabilir? Ortaya çıktığı gibi, bunlar yanlış sorulardır. Doğru soru ise böyle bir insanın ne düşündüğünü en başta neden umursayalım ki?

 

Ahlak ve esenlik arasındaki bağlantı da böyledir: Ahlakın keyfi (ya da kültürel olarak inşa edilmiş ya da sadece kişisel) olduğunu söylemek, çünkü öncelikle bilinçli yaratıkların esenliğinin iyi olduğunu varsaymamız gerekir, tıpkı şunu söylemeye benzer: bilim keyfidir (veya kültürel olarak inşa edilmiştir veya yalnızca kişiseldir), çünkü önce evreni rasyonel bir şekilde anlamanın iyi olduğunu varsaymalıyız. Bu felsefi çıkmazların hiçbirine girmemize gerek yok."


Bu, olgu/değer anlamını yok etmekten ziyade mevcut düzenle bir uzlaşma talebi de denebilir. Çünkü ben, aynen şunları da diyebilirim:

Hiçbir kanıt, kanıta değer vermemizi sağlayamaz. Bu yüzden de hiçbirini kabul etmiyorum.

Ancak Harris, burada bir bakımdan pragmatist ve bir yandan da uzlaşmacı açıyla yaklaşıyor. Tam olarak hakikati aramaktan ziyade evreni ve hayatı anlamanın ve tartışmanın gerekli ve önemli olduğuna dem vurup tam olarak doğru olup olmadığını bilmesek dahi bunlar için bazı ön kabullere başvurduğumuzu ve burada is, ought ayrımını yıktığımızı. Benzer pratik gerekliliklerin neden felsefede uygulanamayacağının mantıksızlığından ve gereksizliğinden bahsediyor.

Kişisel olarak da, kendisini burada tamamen haklı bulmaktayım. Eğer her şeyi köktenci bir şekilde doğrulamaya gidersek ortada hiçbir şey kalmayacaktır. Mesela, ben tartışmaya girmek için öncelikle üzerinde uzlaşabileceğimiz bazı şeyler olduğuna, benim karşıdaki insanın dilsel ifadelerini ciddiye almam gerektiğine, bazı nesnel gerçeklerin olduğuna, kanıta değer vermem gerektiğini kanıta dayanmadan kabul etmişimdir. Şimdi hepsinin sonuna … dair kanıt nedir? Sorusunu soralım. Ortaya sadece bir boşluk çıkar. Ancak hepimiz tartışmanın gerekli olduğuna hemfikirizdir ve tartışmaları ciddiye alırız.

Ahlakı da pek bundan ayıran bir şey yoktur. Faydacı açıdan ben, haz istenci ile doğar ve her zaman bu haz istencimi maksimize etmek isterim. Şimdi, eğer ben hazzı hep maksimize edip acıdan kaçıyorsam ve önüme birazdan Sam Harris’in sunacağı gibi bazı ‘kötü hayat’ senaryoları gelince ürküp, Bir deniz kıyısında şarap içerek dalgaları izlediğimi düşününce zevk alıyorsam ve benle birçok konuda hemfikir olmayanlar da kendilerince ‘Kötü hayat’ senaryolarından kaçınmaya çalışıyorlarsa bu istenci maksimize etmemin ‘İyi’ tanımına uyup uymaması gerektiğini sorgulamak ve tamamen köktenci bir doğrulama arayışına girmenin anlamı nedir? Bu istenci maksimize etmek üzere, herkesin tatmin olup ‘esenliği’ tadacağı medeniyeti inşa etmeyi Moore’un kökten doğrulamacağı nasıl durdurabilir?

Tabi burada, hakikat mi yoksa işlevsel olan mı sorusunu sormadan edemeyiz ki bu soruda genelin aksine işlevsellik diye bağıran pragmatist yiğitlerimizin natüralistik emprizmini ve hakikat anlayışlarını başka bir yazıda konu alacağım.

Harris, kitabının ileri sayfalarında bizi is, ought tartışmasının felsefi kürsülerinden koparıp çok basit bir soruyu önümüze getirir. İki hayattan hangisini tercih edersin?
 

KÖTÜ HAYAT

‘Hayatınızın tamamını iç savaşın ortasında geçiren bir dulsunuz. Bugün, yedi yaşındaki kızınız gözlerinizin önünde tecavüze uğradı ve uzuvları kesildi. Daha kötüsü, bunu yapan uyuşturucu ile sersemlemiş bir grup askerin boğazına bıçak dayadığı 14 yaşındaki oğlunuzdu. Şimdi ise vahşi orman içinde yalınayak koşarak katillerden kaçmaya çalışıyorsunuz. Hiçbir umudunuz yok.

İYİ HAYAT

Tanıdığınız en güzel kız/yakışıklı erkek ile evlisiniz ve üstelik kendisi komik olduğu gibi zeki de. İkinizin de kariyeri hem parasal hem de entelektüel açıdan tatmin edici durumda. İlgi alanınızla alakalası olan bir işte çalıştığınız gibi, boş zamanınızı sizi en çok mutlu eden hobilerinizle geçirmektesiniz. Yaşadığınız toplum huzur ve güven içinde olduğu gibi, hem sosyal hem de ekonomik açıdan özgür durumda. Şu an zevklerinizin tadına bakarken gelecekte insanlığın ne kadar mutlu olabileceğinizi düşünüyorsunuz.

Harris’in sorusu gayet basittir. Moore’un ‘doğalcılık yanılgısı’, sizi bu hayatlardan birini seçmeyi ve bu seçtiğiniz hayat üzerine bir medeniyet inşa etmekten geri tutabilir mi?

1 yorum:

  1. Yazıyı okudum ancak açıkçası hala daja net bir fikre varmış değilim, sanki Harris Moore’un argümanını kapatmak adına yüzüme senaryo kağıtları fırlatmış gibime geldi

    YanıtlaSil