yazılarımızdan arayın

pozitivizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pozitivizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2023 Pazar

BATININ MAKİNESİ İLE YETİNMEK YAHUT BATI’NIN NELİĞİ ÜZERİNE

 


Felatun bey ile Rakım efendi Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayınlanmış bir romandır. Edebiyatımızda, ‘batıyı kavramayan züppe’ karakter tiplemesi üzerine yoğunlaşan Ahmet Mithat efendi, roman boyunca bize Batı’nın düşün dünyasını kavramayan ancak şekil itibari ile son derece Batılı olan Felatun Bey’in örnek alınmayacak davranışlarını, gösterişinin arkasında sadece derin bir boşluğun olduğunu ancak, kendi kültürünü koruyan ve benimseyen, ancak Batı’nın ‘iyi’ yanlarını alan Rakım Efendi’nin çevresi tarafından takdir edilen, kendini geliştiren ve ne kadar kültürlü bir insan olduğu anlatılır. Romanın efendisi Ahmet Mithat, sanki Felatun’u ve dolayısı ile ‘katıksız batıcılığı’ lanetlemiş; bir sentezin ürünü olan Rakım Efendi’yi ise kutsamıştır. Roman, bize açık bir mesaj vermektedir. Bu mesaj, Batı uygarlığının fennini, Doğu uygarlığının ahlakını almak üzerinedir. Zira, Ahmet Mithat Efendi’nin zihin dünyasında olması gereken uygarlık bu şekildedir. Kendisi Avrupa’ya ziyarete gittiği vakit makineleri görür, fabrikaları ziyaret eder ve şoka uğrar. Doğduğu andan itibaren medeniyetinin dünyanın en ileri medeniyeti olduğu ve tüm inançlarının hakikat, devletinin ve toplumunun pratiklerinin de bu hakikatin birer gölgesi, yansıması ve Tanrı'nın gölgesi (Zıllullah) olduğuna inanan bir insanın, kendilerinden çok daha alçak, kötü ve yanlış inançlara saghip olduğuna inandığı bir

Batılıların gözünden Osmanlı tasviri

toplumun bireylerinin ondan çok daha tatminkar bir hayat sürdüğüne tanık olunca elbette ki şok olması normaldir ki bundan sonra, kendi medeniyeti hakkında bireyin içinde bir çatışma başlar.  Batı kendilerinden çok daha ileri tekniklerle geleceğe doğru yürümektedir. Ancak, Paris sokaklarına çıktığı vakit, bu kendi kültürünü sorgulayan ve kederli Mithat bey, birden kültürünün güzelliğini tekrar hatırına getirir. Fransız kadınları ve erkekleri pek yakınlardır! Bu ise ona göre ahlaksızcadır. Ahlak yargılarını koymak, hele ki ahlaki iyiliğin insanın (well-being) tatmin oluşundan farklı bir şey olduğuna inanan genel bir semavi din inanışına tabi biri için çok daha kolaydır. Batı ne kadar tatminkar yaşarsa yaşasın kendi mistik dünyasındaki iyi anlayışı insanı tatmin eden şeyden çok uzak olan bir Doğulu zihnin olgusal karşılaştırmalardan, bu dünyadan alınan zevkten ve mutluluğun  karşılaştırılmasından uzaklaşarak karşıya ahlaksız damgası vurması elbette çok kolaydır. O inanmıştır ki bu Batı evet bizden daha kaliteli ve mutlu yaşar ancak, ahlaksızdır! O halde Batı’nın fenni, Doğu’nun ahlakı ideal bir uygarlığı yaratacaktır. Ya bu böyle midir? Bu tezi incelemek için, uygarlık nedir bunu sormak gerekir.

Uygarlık, bir ulusun maddi ve manevi varlıklarının tümüdür. Uygarlıklar, kendi aralarında bazı detay derecede farklar olsa da genelde belli bölgeler üzerinde hakimiyet kurarlar. Bu hakimiyet sadece iktisadi üretim şekillerini veyahut hiyerarşik oluşumları kapsamaz, Her uygarlığın belli bir düşün dünyası temeli ve ilkeleri vardır ve bu temeller ve ilkeler o uygarlığın hakim olduğu alandaki insanların zihinlerinin en kuytu dehlizlerine dahi hakimiyet kurar. Bir Batılı ile Doğulu'nun x durumuna koyduğu yargı apayrıdır, bu iki zihnin değerlendirme kriterleri birbirinden çok uzaktır. O halde bu tanıma uyan 2 uygarlıktan bahsedebiliriz. Doğu ve Batı. Burada Doğu ve Batı’dan kastım bir coğrafi konum değil, iki farklı ve birbirinize uzak düşün dünyasıdır. Her uygarlık, kendini bir felsefe ve motivasyona yaslamaktadır. Öyledir ki, bu motivasyon onların motoru olduğu gibi nereye yürüneceğini gösterecek bir kutup yıldızı gibidir. Bu iki kültürün temelleri ise birbirine zıt şekilde farklıdır. Batı, rasyoneldir Doğu ise İrrasyonel ve mistik. Rasyonelite ve irrasyonelitenin kaynakları da temelden ayrılmaktadır. Bundan dolayı, bu iki felsefenin kuracağı kültürler de apayrı karakterde olacaktır.

Bu iki kültür, sadece ayrı olmakla kalmaz, temelde asla uzlaşamazlar. Çünkü biri akla, deney ve gözleme, diğeri ise mistisizme dayanır. Rasyoneliteye ‘açık hakikat’ adlı hediye paketi verilmemiştir, bunu onlar akıllarını ve gözlem yeteneklerinş sonuna kadar kullanarak, tartışarak ve doğadaki fenomenleri inceleyerek bulmak zorundadırlar. Deney, gözlem ve akıl onlar için tek rehberdir zira diğer hiçbir yöntem kanıta dayalı ve objektif değildir, tartışılmaya açık değildir. Keyfilerdir ve çeşitli kaprislere ve illüzyonlara dayalıdırlar. Tartışılmaya ve yanlışlanmaya açık olmayan kuramlar ise onlar için spekülasyondan öteye


gidemez, kanıt yoksa değeri yoktur. Üstelik, insanın ve onun oluşturduğu her kuramın kusurlu olacağını bilen bu insanlar, kanılara dayanılarak üretilen kuramlardan kuşku duyarak onları her zerrelerine kadar sorgulamaktadırlar. O halde, Rasyonel düşün dünyası her zaman ve her an evreni ve insanı akıl yolu ile anlamaya çalışan, hakikati bulduğunu asla iddia edemeyen, - her ne kadar ona her deneysel yöntemi izlediğinde daha çok yaklaştığını anlayabilecek olsa da- kuşkuya dayalı ve tam da bu yüzden üzerine her zaman tartışılarak ve yazılan her metin zerresine kadar tekrar ve tekrar parçalara bölünüp incelenerek atılan argümanların açıkları tamir edilebilen veyahut verimsiz olanları yenileyebilen bir yapıdadır. Onların uygarlık temeli tekrar ve tekrar tartışmak, gözlem yapmak, hipotez kurmak ve onları sorgulamaktır. İşte bu yüzden Rasyonelite dinamiktir, deneyler ve gözlemlerden belirli çıkarsamalar yapan bu düşün dünyasında, sezgilere ve 'kesinci ve baştan verili hakikatlere'; durgun insan ve evren modellerine yer yoktur. Her zaman daha az yanlış kuramı aramakta, her an eski anlatıları incelemekte, kusurları olanları elemekte ve yeni modeller kurmakta, bunların da sorgulanmasını istemektedirler.

Bir yandan da Rasyonelliğe dayalı anlayış, insan ihtiyaçlarına dayalıdır ve yine bu kuşkuya dayalı metodla atılan önceki argümanlar sorgulanarak insan ihtiyaçlarını daha çok tatmin edecek çok daha fazla yeni yönetim biçimi bulunabilir. Kısaca kuşkuya, deney ve gözleme ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzerine yoğunlaşan rasyonelitenin düşün dünyası kaynar bir kazan gibidir, attığı her adım felsefe mahkemesinde yargılanır; binasına koyduğu her temel filozof ve bilim adamı müfettişler tarafından tekrar tekrar denetlenir ve hatta binanın bitmesine çok az kaldığı halde eğer bir filozof ‘bu bina şu şekilde yapılırsa insan ihtiyaçları daha çok tatmin edilir’ derse, binası dinamitlerle yıkılır.  Rasyonelliğin yeri münazara kürsüleridir.

Mistik bir yapıda olan Doğu Medeniyetinde ise işler böyle yürümez. Doğu, sezgiye ve aklı dışta bırakan iman modeline dayalıdır. Hakikatin, kendisine sezgisi ile kesin bir şekilde verildiğini baştan kabul eden bu modelde açık tartışmalara yer yoktur, deney ve gözleme ise hiç gerek yoktur. Kesin bir hakikati baştan kabul eden bu insanlar için deney ve gözlemin anlamı nedir? Evren onlara tüm haliyle açıklanmıştır. Ortada bir muamma yoktur, o halde kişilerin hatalı kuramlar geliştirebileceği ve bu yüzden onların kuramlarının her an sorgulanması ve çürütülmeye çalışılması gerektiği motivasyonunu temel alan deney ve gözlem zaman kaybından ibarettir. Hayatın anlamı, nasıl yaşanması gerektiği için de tartışmalara yer yoktur. Çünkü onlar, doğdukları andan itibaren atalarının anlatısı ile şekillenen sezgilerinin onlara ‘hissettirdiği’ bir sorgulanmayan hakikatin onlara en iyi yaşam tarzını verdiğine hemfikirdirler. Kaprislerinin ve keyfi olarak konulan ilkelerle yaşamlarını sürmekte ve bir ömrü bunun peşinde sürmektedirler. O zaman, daha az kusurlu kuramları bulmak adına tekrar tekrar gözlemler yapmaya ve tartışmaya lüzum yoktur. Üstelik zaten bu medeniyetin kaynağındaki sezgisel yöntem(?) herhangi bir yönteme, tekniğe ve nesnel ölçütlere sahip olmadığı için tartışmaya açık olmadığı gibi, iman

1800'lerde Kahire'de yaşam, nargile içen insanlar.

kavramları da akıl yolundan değil ancak sezgi ile oluşturulduğundan dolayı yenilenemez ve geliştirilemez haldedir. Zira yenilenebilmek için öncelikle eski kuramda birtakım açıklar bulmak gerekir ki, bunlar adına rasyonel yöntem zorunludur. Yönteme uyulup uyulmaması veyahut yöntemin baştan sorgulanması gerekmektedir tüm bunlar adına nesnel, yanlışlanabilen ve deneye dayanan; keyfi ilke ve kaprislerden uzak bir düşün dünyası lazımdır. Eh, hepsi içinde evrendeki bilinmezliğe karşın bir merak lazımdır. Doğu’da ise bu yoktur, hatta fazla merak sadece kediyi değil; bazen insanın da canını alabilir. Böyle bir uygarlık temelindeki toplum, inşa ettikleri mutlak hakikat şatosunun sıcak köşelerinde kahvelerini yudumlayacaktır, toplumları durgundur, üstüne tartışacak bir şey olmadığı için münazara kürsüleri boştur. Böyle bir toplum, deney gözlem ve her zaman kuramları gözden geçirmediği için eski adetlerdeki veyahut teknik bilgilerdeki açıkları bulmaktan da mahrum kalacak, konfor alanından çıkamayacaktır.

Nitekim, tarihte de böyle olmuştur.

Batı’nın düşün dünyası için İngiliz Empiristlerinden (deneycilerinden) Bentham’ı örnek verebilirim. Onun zihninde insanın bilgi kaynağı deney ve gözlemden ibarettir. Bizlere en kesin bilgiyi bu 2 araç verecektir. Böylelikle bilginin kaynağını deney ve gözleme bağlayan Bentham, mistisizme ve saf sezgiye dayanan bilgileri tartışılamaz, belirli olamayan ve doğrulanamayan ve üstelik kanıtlanamaz olarak görür ve bu araçların bilgiye kaynak olamayacağını vurgular. Böylelikle o, mistiklik ve saf sezgi gibi tartışılamayan sezgi kaynaklarını reddederek ortaya bir tartışma ortamı atmıştır zira deney ve gözlemlerimize dayanan iddialarımız yanlışlanabilirdir. Örneğin ben kahve içmek insanı mutlu edecektir diyorsam gözlemlenme şansına sahip bir iddia ortaya atmışımdır ve bu konu hakkında birçok insan deneyler yaparak bu iddiamı doğrular veya yanlışlar, ben yanlışlanabilen ve deneye dayanan bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım. Bu sayede birçok insan x konusunda çeşitli iddialar ortaya atacak ve bunları tartışmaya, eleştirmeye başlayacaktır ki böylelikle zengin bir kültür ortamı oluşacaktır. Ancak bunun tersi şekliyle, mesela ubuntu adlı mistik bir varlığın bir emri ve öğüdü sayesinde kahve içmenin kimsenin gözlemleyemese dahi bir tür mistik bir mutluluk vereceğini ve bilimsel anlamda bunun kimseye tatmin vermese hatta kalp krizi geçirmemize sebep olsa dahi hala daha bunda gizli birtakım anlamların olduğu ve bunu yapmayan


insanların da çok kötü şeyler yaşayacağı ve hatta buna uymayanların yakılarak öldürülmesi gerektiğini iddia edersem, bu tamamen keyfi ve mistik bir iddia olarak kalır. Bunu ölçmenin bir yolu yoktur, bunu denesek ve lahve içmekten kesin anlamda zarar görsek dahi bu kişi hala daha gizli birtakım şeyler olduğu fikrinden vazgeçmeyecektir. Üstelik bu iddia olgusal temelde bir karşılık bulmadığından deney ve gözlem yoluyla ölçülemeyeceği gibi mistikliği sebebi ile rasyoenlite ve aklı da devre dışı bırakmıştır. Böyle bir iddia Bentham için kişinin belki bir yalanı, belki psikolojik bir probleminden kaynaklı olabilir ancak hiçbir kanıta ve gözleme dayanmadığı ve temellerini buradan almadığı için spekülasyondan öteye gidemez. Elimizde bunu ciddiye alıp hayatımızı bizi açıkça tatmin etmeyen bu iddiaya göre yaşamak için hiçbir sebep yoktur.

  Bu detaylı örnekten sonra konuya dönelim, ''ben bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım'' demiştim, işte o zaman anlarız ki hiçbirimiz yanılamaz değilizdir ve birçok iddiamız yanlışlanabilirdir, bilgiye ulaşmak için yegane kaynağımız da araştırmalar ve düşünce deneyleri ile yanlışlanabilecek deney ve gözleme dayalı iddialardan oluşuyorsa; o halde gelin, iddialar ortaya atalım ve tartışalım ki doğruyu bulalım. İşte özgür bir sosyal ortam oluşmuştur. Bunun yanında kaynağını deney ve gözlemden alan bir ahlak kuramı kurmaya çalışan Bentham, sezgi kaynaklı ahlakı reddetmiş ve ahlakın kaynağının hazzı arttırmak ve acıdan uzak olmak olduğunu ortaya atmış, herkes için potansiyel olarak en yüksek mutluluğun hedeflenmesi ve bunun için de teker teker bireylerin hem kendi mutlulukları hem de teker teker bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun mutluluğu için özgürce mutluluk kaynaklarını aramaları gerektiğini yazmıştır. Böylelikle insanlar hem toplumsal hem de ekonomik alanda insan mutluluğunu arttırmanın  yollarını aramıştırç.

Bunun tersi olarak da dünyanın birçok bölgesinde akıl, deney ve gözlemden ziyade saf sezgilere ve mistisizme sığınan topluluklar örnek verilebilir. Buralarda bir tartışma ortamı gözlemleyemeyiz, zira bilgi kaynağı sezgidir. Sen x i, ben de y yi sezdiysem ve sezgi

Konfüçyüsçüler

dediğimiz şey dolaysız bir algılama ise, biz birbirimizi nasıl eleştirip tartışabiliriz? Muhtemelen birbirimizi sezgilerimizin kirlenmesi ile suçlayacağızdır, zira bu sezgi ile elde ettiğimiz bilgilerin mutlak olduğuna inanırız. Böyle bir temele sahip bir iddiaya örnek olarak ise yukarıda bir kahve örneği vermiştim, bu örnekle beraber kafanızda daha iyi bir şekilde iki düşün dünyasının karşılaştırmasını yapabileceğinizi düşünüyorum. Kısacası, bu toplum durgun bir toplum olacaktır. Bir sosyal değişim ortamı görülemez. Burada ahlakın amacı ise akıldan ziyade sezgi ile kurulu, temellerini geleneklere dayamış haldedir.

 Batı, Newton fiziğini yüzyıllarca kabul ettikten sonra onun eksik yönlerini tamamlamış ve evren hakkında bilgilerini genişletmiş iken, Doğu ne yazık ki bunu yapamamıştır.

Bu iki medeniyet, dünyanın doğru algılanması adına birtakım tezler sunmuştur ki bu tezlerin sentezlenmesi imkansızdır. İngiliz empirisistinin deney ve gözlem kaynağı ile elde ettiklerine bir Hindu  siz kendinizi olgusal dünya ile kısıtlıyor ve kirli kalplerinizden dolayı bizim 'gizli anlamlarımızı' bulamıyorsunuz diyecek, Hindu’nun sezgisi ile elde ettiği ve hakikat olduğunu iddia ettiklerine ise İngiliz evren hakkında temelsiz, keyfi ve kaprislere dayalı bir önerme diyecektir. 

Elbette ki Doğu ve Batı kültürünün birçok özelliğini alan bu topraklar, sanat ve kültür alanında bu eşsiz mozaiği ve İskender’in Doğu ve Batı sanatının sentezi olarak düşlediği yapıyı korumalıdır. Ancak Modernleşmek konusunda ve sosyal bilimler alanında, felsefi bir zeminde Ahmet Mithat Efendi’nin hayali imkansız gözükmektedir.

Batı’nın teknolojisinin sebebi onun bilgi kaynakları ve ahlakıdır. Bunlardan sadece teknoloji kısmını almak, sürdürülebilir bir ilerleme adına yetmeyecek ve yanında Batı’nın ahlakı olmadan yapılan şey sırf bir teknik ithalden öteye gidemeyecektir.

Alperen Özali, 2023 Mart

5 Şubat 2023 Pazar

Otokrat İlerlemecilik: Pozitivizm

 

POZİTİVİZMİN TEMELLERİ

Aydınlanmadan beri tüm Avupa’da din, a prioricilik ve tüm muhafazakar siyaset biçimleri çökerken ve bunların yerine bilim, rasyonelite ve pozitif bilgi gelirken neredeyse tarihte her zaman olduğu gibi tüm bu gelişimlerin sosyal düşünceye yansıması geç olmuştu. Pozitivizm yükselmeden önce ortada pozitif bilgiyi ve bilimi bu kadar kutsayan başka bir görüş yoktu. Siyaset, bir retorik kavgası olarak parlementolarda yapılmakta ve din hala siyasete ve hukuka etki eder haldeydi. Kişisel olarak beni en çok etkileyen örnek Fransız devriminde sol tarafta oturan, dolayısı ile ilerlemeci olan ve sıkı bir liberal, Bastiat’ın hukuku ‘‘Tanrı’nın verdiği hakların korunması’’ olarak yorumlaması ve neredeyse sosyalizme olan tüm itirazlarını bu ilke üzerine inşa etmesiydi. Görünüyordu ki birçok alanda gerilediği zannedilen metafiziksel düşünce dimdik ayaktaydı. Comte ve Pozitivizm işte tam olarak bu durumu değiştirmeye çalışacaktı.


Fransa’da ortaya çıkan, Fransızca ''pozitivisme'' olan bu fikir, anlam olarak ‘Olguculuk’ a denk düşer. Kabaca deneyle açıklanabilen, gözlemlenebilen ve kanıtlanmış olana değer veren ve tüm bir mistik ve metafizik alana şüphe ile bakan bir duruştur. Felsefenin bilme değerini reddeder ve onu 'spekülatif' bulur, bilginin biricik kaynağının amiprik bilgiler, doğa bilimleri olduğunu savunur. Kısaca onlar için ‘Bir şey varsa ölçülebilir, ölçülebilir ise model olabilir.’ Mottosuna dayanırlar. Onlar için din ve metafizik düşünce tamamen anlamsızdı ve insanlık için ayak bağıydı. Deney ve gözlemle, ampirik verilerle bağdaşmayan bu düşünceler basit spekülasyonlardı ve kesinlikle bize doğa, insan ve evren hakkında doğru bilgileri vermekte başarısızdılar. Dış dünya ile olan etkileşimlerimiz elde ettiğimiz ‘olgular’ ile sınırlı ise biz ancak ve ancak bu olguların oluşlarını ve o olguların diğer olgular ile etkileşimlerini, benzerliklerini inceleyebilirdik. O halde bizler bilginin en kesin kaynağı olan deney ile kanıtlanmış ampirik verilerle elde edilmiş olguların etkileşimlerine, kısaca doğa yasalarına odaklanmalıydık. Bu yasalar değişmezdi ki bu olguların değişmez ilişkileri ve düzeni pozitivistler tarafından ‘fenomenlerin yasaları’ olarak adlandırılırdı. Bu fikirlerden yola çıkılarak ise evrenin ve doğanın, bunun yanında sosyal fenomenlerin ve bu fenomenlerin kaynağı olan insanların da ilerlemesi modellenebilir ve tasarlanabilirdi.Olguların arasındaki düzenliliklerin ve ardışıklıkların keşfi onların modellenmesine ve bu da toplumsal ilerlemenin yolu hakkında bazı tahminlerde bulunmamıza yol açıyordu. Bu modellemenin yöntemi açıkça belirtilmese de ampirik sınamalar ve doğrumalardı. Kısaca, doğa bilimlerinin yöntemi benimsenmişti

Her şeyin bir ‘ordre’, bir ‘düzen’ ilişkisi içinde ilerlediği dünyada insanlık bundan ayrı değildi. Onun da ilerleyişinin, fenomenlerinin bir yasası vardı ve bu yasalar doğru bir halde anlaşılırsa onun ilerlemesi en verimli halde tasarlanabilirdi. Bilimin de görevi buydu. Toplumun bilimi olan sosyoloji de tıpkı doğabilimcilerin yaptığı gibi sosyal fenomenlerin yasalarını bulmalı, ilişkilerini incelemeli ve buradan hareketle insanın ilerleyişinin yönünü çizmeli, sonra ise bu ilerleyişin en verimli olacağı halde toplumsal düzenin yeniden tasarlanmasında yardımcı olmalıydı.

Pozitivizmin ortaya çıktığı dönemde İngiltere’de nispeten onunla daha uyumlu olan İngiliz Amprizmi bulunurken yanı başındaki Almanya’da ise Spekülatif felsefe gibi taban tabana zıt olan fikirler popülerdi. Ancak pozitivizm giderek hem Fransa’da hem de birçok Avrupa ülkesinde, daha sonra ise Ahmet Rıza Bey gibiler sayesinde  tüm Avrupa’da, balkanlarda ve Küçük Asya'da egemen bir düşünce haline geldi ve adeta ufuktaki ‘bilim çağı’nı elimize daha hızlı almamızı sağladı. Sadece amprik verilerin, bilimin dikkate alındığı bir ortam elbette ki sanayiciler ve doğa bilimcileri için biçilmez kaftandı.

 İnsan zihni eğer kendi içerisinde bilgiyi elde edecek ve deneysel veriler olmadan gerçekleri kavrayacak bir yapıda değilse, zihnin tabiattan başka bir bilgi kaynağı yoksa ve tüm bilgiler amprik yöntemle elimize geçiyorsa, yani gözlem ve deney bilginin tek kaynağı ise; gözlemin dışındaki metafizik neden önemsenmeli idi ki? Tamamen anlamsız olmalıydı.

Pozitivistler için bilimin anlamı, nesnel gerçekliğin, somut olguların deney ve gözlem yoluyla zihin tarafından kavranmasıdır. Bir nesnel gerçeklik vardır ve bunlar ancak deney yoluyla anlaşılabilir, bize bilgiyi veren yegane öğe budur. O halde, ancak ve ancak deney ve gözlem alanı bilim tarafından konuşulabilir ve eğer bilgiyi edinmenin yegane yolu deney ve gözlem ile sınanma ise, bu alana girmeyen tüm metafizik, olgusal dünya dışında yani test edilemeyen önermeler hem bilim dışı, hem anlamsızdır.

Pozitivistler Aydınlanmacılardan devraldıkları deney ve gözlem bayrağının yılmaz savunucuları olmuşlardır. Aydınlanma ile beraber dinin etkisi giderek zayıflarken ve her alanda insan öne çıkıyorken toplumsal hayatta da artık önemli olan şey ‘Tanrı’nın rızası’ değil, ‘insanın mutluluğu’ olagelmiş, neredeyse her alandaki tüm tartışmalar sekülerleşmişti. Artık insanlar incil yorumlarını değil, pozitif bilgilerden, deney ve gözlemden yola çıkarak oluşturdukları argümanları çarpıştırıyordu. Pozitivizm ise bu süreci hızlandırmış ve metafizik hakkında kuşkulanmaya başlayan insanoğlundan tüm metafiziği silmesini talep etmişti.

SOSYAL ALANDA POZİTİVİZM

Aydınlanma ile olan etkileşimlerine rağmen Pozitivizmin insanlık adına çizdiği yol tamamen farklıydı. Aydınlanma bireyi kutsamış, pozitivizm bireyi yok saymış ve toplumu sanki tek bir insanmışçasına organizma olarak incelemişti. Aydınlanma liberalizmi kutsamış ise Pozitivizm ise tam tersine otokratlığı ve düzenciliği kutsamıştı. Aydınlanma spontane düzene, barışçıl ve sivil topluma dayanan bir sosyal modele güvenirken Pozitivizm tam tersine uzmanların toplumu piyonlar gibi kullanarak doğru yola iletmesini istemişti. Aydınlanmacılar için Fransız devrimi insanların kendi kaderlerini ellerine aldıkları, özgürlüğün eşitliğin ve adaletin hareketi iken Pozitivizm için Fransız devrimi birkaç çapulcunun oyunundan başka hiçbir şey değildi. Onlar ‘düzen içinde ilerlemeye’ inanıyordu, gerisi birkatım haydutun kavgası olmalıydı.

Pozitivizm için ilerleme ancak bir düzen içinde olabilir ve bu düzen ancak ve ancak alanında uzman olanların otokratik bir yönetimi sayesinde sağlanabilirdi ve bunun yanında bu düzen için toplum da homojenleştirilmeli, tektipleştirilmedi idi. Eğer ortada çok farklı birey tipleri olursa şüphesiz ki ‘ordre’, yani nizam bozulacak ve ilerleme sağlamayacaktı. Bu tektipçi görüşleri onların bireyi yadsıyıp toplumu bir ‘uyumlu organizma’ olarak ele almalarında da etkili olmuştu. Pozitivizm burada bir çıkmaza giriyordu, ne bireyci ve liberal bir dünya görüşüne sahip Aydınlanmacılar ile ne de metafizikçi ve dindar eski düzen savunucuları ile uzlaşabiliyorlardı.

Tarihselcilikleri, toplumun ilerleyişi hakkında çıkarımlarda bulunmaları ve bunların yanında da ilerlenmesi gereken yönü hızlandırmak adına otokratlara bel bağlayan başka bir görüş olan Marksistlerle dahi uzlaşamıyorlardı. Comte’un dünya tasavvuru kesin olarak anti-diyalektik bir biçimde şekil almıştı. Çünkü toplum da doğa gibi değişmez bir düzene ve ilişkiler bütününe sahipti, nasıl ki zaman ile yerçekimi yasası değişmeyecekse toplumun yasaları da değişemezdi. Marksistler ise hem toplumun değişmez olan bu düzenini değiştirmeye çalışırken bir de yanına terör ortamı yaratıp ilerlemenin şartı olan ‘ordre’ı tepetaklak ediyorlardı.

“Batıyı anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. Biz sosyokratlar aristokrat olmadığımız gibi demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif çatışmaları yerine aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve toplumsal mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde muhalefet denilen şeye karşı daima derin bir nefret ve her türlü yapıcılara [pozitivistler] karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur. Tutucularımızın gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakındır.’’

Sosyokratların iddası önceden belirttiğim üzere toplumun yasalarını keşfetmek ve ilişkilerini incelemek, ilerleme yönünü tahmin etmek ve bu ilerlemenin önündeki tüm engelleri kaldıracak şekilde, zaten değişmez olan bu yöne gidiş süresini kısaltmak adına toplumu bir saatin dişlileri gibi yeniden tasarlamak, bozuk olan dişlileri atmaktı. 

 Üstelik Pozitivizm stabiliteyi korumakla kalmıyor, çağlara göre yeni stabilite kaynakları yaratma girişiminde de bulunuyordu. Pozitivist evreye giren bir toplum basitçe anlaşılacağı üzere metafizik temelli dinleri anlamsız bulacaktı. Bu ise pozitivistler için çok büyük bir sorundu çünkü eğer insan belli birtakım otoriteler içinde bulunmazsa -ki bu otoriteler son derece kuralcı ve sert olmalıdır- ''her kötülüğü yapabilirdi.'' O halde insanlara din-sonrası yeni birtakım dayanışma öğeleri gerekmekle

Kemalizm bunun bir örneğiydi.

beraber bunlar olabildiğince az şiddete meyilli, olabildiğince çok dünyevi ve olabildiğince çok dayanışma ve kaynaşmayı kutsamalıydı. Her daim kötü olan insan doğası ise böylelikle törpülenmeli, bireyci güdüleri bastırılmalıydı. Bu tür bir kaynaşma için en yakın ideal bir 'ulus' ideali olabilirdi. Zira x sınırları içerisinde insanların birbirlerini kardeş ve yoldaş saymaları, olabildiğince fazla çalışmaları ve kuralları benimsemeleri, daha fazla empati kurabilmeleri ile sonuçlanacaktı ki istenilen stabilite böylelikle sağlanacaktı. Üstelik ulus ideali deney ve gözlem ilkelerine de aykırı olmayıp sanayi toplumlarının gelişiminin önünü tıkamıyordu (Comte için metafizik ilkelere dayanan düşünceler bu tür toplumların gelişimiyle uyumlu olamaz, önünü tıkardı)


Bahsedilen ilerleyiş sürecini ve bu ilerleyişin nasıl olacağını ise Comte şöyle tasarlamıştı: Üç Hal Kanunu

Comte için toplumların aşamalarını belirten yegane şey, insanların düşünüş biçimleriydi. Toplumları birer organizma olarak ele alan Comte için ise bu toplumlar belirtilen düşünceleri homojen bir biçimde paylaşmalı ve içinde bulundurmalı, bu inançlar toplumun ortak paydası olmalıydı. Tüm toplumsal örgütlenmeler ve yapılar ise elbette bu düşüncelerden bağımsız olamazdı ve bu düşüncelerin yansımaları olmalıydı. Antik Yunan demokrasisi elbette ki genel olarak inanılan demokrasinin bir tezahürü ve yaratımıydı. Comte için bu aşamalardaki geçişler insan aklındaki düşüncelerin değişmesinin bir ürünüydü ve bundan ayrı olarak sırf ve büyük çoğunlukla iktisadi, coğrafi sebeplerle açıklanamazdı. Ayrımlarına verdiği adlarda da buna değindiğini daha iyi anlayacağız. Şimdi üç hale bakalım

1.     Teolojik evre

2.     Metafizik evre

3.     Pozitivist evre

 

1-     TEOLOJİK EVRE

İnsan bu dönemde var olan ve yaşanan tüm olayların ve fenomenlerin, olguların doğaüstü güçler ve Tanrılar tarafından yapıldığına inanılır. Doğaya ilişkin olgular değişmez ardışık yasaların değil, hayat ve akıl sahibi iradelerin ürünüdür. Her olayın ve yaşanan tüm iyiliklerin ve kötülüklerin sebebi Tanrı’dır. Şimşek çakıyorsa Tanrı kızgındır, bu sene ürünler bereketliyse tanrı ödüllendirmiştir. Kısaca var olan her şeyin açıklaması Tanrı’da aranır. İnsanlar olguların ilişkileri veyahut varoluşlarını akıllarına dayanarak veyahut deney ve gözlemle açıklamak yerine ilahi buyruklarla, kutsal kitaplarla açıklarlar. Felsefe Tanrı’nın ne dediğini anlamaya, iktisat kutsal kitaplarda nelerin emredildiğine ve siyaset ise Tanrı’nın neler buyurduğu ve yönetimde kimi uygun gördüğüne dayalıdır. İrrasyonelite, hayal gücü ve duygular güçlü haldedir.  Kuralların hepsi dine dayalıdır.

Bu dönem ise kendi içinde tekrar üçe bölünür: fetişizm, Çoktanrıcılık ve Tektanrıcılık

Fetişizmde insan aklına dair hiçbir emare yoktur, evreni ve insanı anlamak için takılan gözlükler tamamen büyüsel ve duygusaldır. Katıksız bir mistiklik vardır. Çoktanrıcılıkta ise insan aklına dair emsaller bulunabilirken hala daha duygu yoğunluklu bir anlayış bulunur, ancak nedensellikler daha net halde kurulur. Örneğin artık denizler kudurduğu zaman bu olgunun Tanrılar ile ilişkisinin olduğu net halde anlaşılır. Tektanrıcılık ise daha ileri bir noktadır. Çoktanrıcılık insan şekilciğine karşılık Tektanrıcılık akıl yürütmelerin etkisinin artması ile ‘Tanrılar çok daha güçlü ve büyüklerse insanlarla benzeşmeyeceği’ fikri güçlenmiş ve Tanrılar ‘en yüce, mutlak güce sahip ve insana benzemeyen’ bir hale büründürülmüştür.

İnsan, bu dönemde çocukluk halindedir, anlayamadığı her şeyi doğaüstüne atfetmiş, soyutlamalar ve değişmez fizik yasalarına başvurmak yerine nesnelere kutsal güçler atfederek bunu yapmış ve metafiziğin aksine bunu akıl yolu ile değil, sezgi ve duygularına dayandırmıştır.

METAFİZİK EVRE

 Comte için tüm evreler birbiri ile bağlantılır demiştik, burada ise çoktanrıcı dönemde rolü artan aklın rolü daha da artarak artık evren kişiselleştirilen, insan formunda olan, hayat ve akıl sahibi Tanrılardan ziyade ‘doğa’ gibi soyut kavramlar ile açıklanır. Örnek verecek olursak artık ağaçlara orman perileri hükmetmez, somut bedenlerin içinde var olup bir anlamda onlara can veren ancak onlardan farklı olan bir güç, bir kuvvet onlara hükmetmeye başlar. Bu Aristo için ‘bitkisel ruh’ olmuştur. Artık nesneler yaptıkları her şeyi, özlerinde olan veyahut içsel bir erdem dolayısıyla yapmaya başlar. Aslında bu kurgular Tanrı açıklamalarından farklı olsa dahi tekrardan doğanın sanki bir bilinçli varlıkcaymışcasına algılandığını fark ederiz. Mesela Aristo için doğa ‘en iyiyiye eğilimli’dir. Bir cisim düşüyorsa o cisim, ‘doğal yerine’ ulaşmak istiyordur.

İnsan artık Tanrıya başvurmak adına zihnine başvurarak birtakım benzetmelerle ve nesnelere bazı erdemler ve eğilimler atfederek doğayı açıklamaya çalışır. Burada insan zihninin saltlığı, a priori bilgilere olan güven de giderek artar. Bu soyut güçler elbette bazı deneysel temellere ve gözlemlere dayanmasına rağmen son noktayı amprik verilerin yorumlanması değil, insan aklının soyutlamaları koyar. Bu dönem teolojik dönemden daha sistematik olmakla beraber politik alanda doğal haklar gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlar ve liberaller değerlerin doğumu gerçekleşir. Açıklamalar hem sosyal hem de doğa konularında spekülasyonlara sırtını yaslar. Bu döneme insanlığın gençlik dönemi diyebiliriz.

POZİTİVİST EVRE

Bu dönemde ise dünyayı açıklama gücü tamamen deney ve gözleme geçer. Hume’un nedensellik eleştirilerinin etkisi ile kesin ve doğru mutlak nedenleri aramaktan veyahut emin olunarak yapılan metafizik soyutlamalardan ziyade olguların birbirleri ile olan ilişkileri, birbirlerini takip etmeleri, kısaca olguların yani fenomenlerin değişmez ilişkileri incelenir. Artık açıklamalar salt zihin ile veyahut salt akıl ile oluşturulan spekülasyonlardan ziyade bilime ve amprik verilere dayanır. Artık sosyal hayattaki düşünme şeklinde baskınlık da soyutlamalara ve spekülasyonlara daha yatkın olan, aprioriciliğe sırtını daha fazla yaslayan felsefeden ziyade amprik veriyi maksimize etmeye çalışan bilime geçer.

Çoktanrıcılık tektanrıcılığa ve tektanrıcılık metafizik döneme, metafizik dönem ise her seferinde daha da sistematikleşen ve açıklamaları çok kaynaktan tek bir kaynağa dayandırma eğilimi göz önüne alınırsa pozitivist evreye yol açmıştır. İnsanlar artık fenomenlerin içsel anlamlarını veyahut kaynaklarını aramaktan ziyade tüm bu fenomenlerin nasıl bir ilişkide olduğunu keşfetmeye çalışmıştır. Bunlar da elbette ki yasalarla açıklanır ve elbette ki bu yasalar metafizik spekülasyonlar ve teolojik kutsal kitap yorumlarından ziyade bilime dayanmalıdır.

İşte tüm toplumlar bu evreleri geçirmek zorundadır ve hepsi de sonunda kaçınılmaz olarak deney ve gözlemin, bilimin hakimiyetine yani pozitivist evreye varacaklardır.

SEKÜLER BİR DİN: İNSANLIK DİNİ

Pozitivizmin bilimi kutsaması, ortaya koyduğu düzen içinde ilerleme hakkındaki tüm modelleri ve kaynağı deney ve gözlem alanından almasını sağlar. Yapılan tüm tahminlerde ise bilimin bize verdiği çıktılar ve veriler dikkate alınmalıdır.

Fransa'da bir İnsanlık Dini kilisesi.

 
Bunun yanında Comte'un kurucuları arasında yer aldığı İnsanlık dini fikri de onun düşün dünyası hakkında ışık tutmaktadır. Bu din için önclikle söz konusu toplumun pozitif evreye gelmesi ve bu evreden önce ortaya çıkan teolojik ya da metafizik anlam verme stillerinden vazgeçmiş, deney ve gözlemi benimsemiş olması gerekliydi. Bu sayede önceki anlamlar yıkılmış olacaktı ve bu Comte için ilerleme adına gerekli bir durumdu, ancak ulus ideali kısmında belirttiğim gibi Comte açıkça insan doğasının bir üst otoriteye mutlak sürette ihtiyaç duyacağı fikrindeydi ve bireyin doğasındaki bencillikten büyük endişe duyuyordu. Bu yüzden dinlerden doğan boşluğun eğer ilerlemenin devamı isteniyorsa yeni bir din tarafından kapatılması gerekiyordu ki bu din, İnsanlık Dini idi. Bu din bilimle tamamen ittifak içindeydi ve insana verdiği görev, toplumun mutluluğu adına çalışmak, başkalarını gözetmek, entelektüel anlamda kendini geliştirmekti. Her insanın manevi bir külte ihtiyaç duyacağını düşünen Comte ise bu dinin kültünü 'İnsanlık' yapmıştı. Bu insanlık sözcüğü ise metafizik bir biçimde anlaşılmamalıydı, Comte için 'İnsanlık' bu dünyada yaşayan bütün insanlardı ve bu kült sayesinde bizler insan kardeşlerimizle dayanışma içinde ve bilim rehberliğinde ilerlemek, refaha ve toplumun mutluluğuna ulaşmak adına beraber yürümek görevini üstlenmiş oluyorduk.

Alperen Özali, 4.02.2023

Kaynakça

Kalelioğlu, U. B. (2019). AUGUSTE COMTE’UN İNSANLIK DİNİ KURGULAMASINDA ÜÇ HAL KANUNUNUN ROLÜ VE POZİTİF DİNİN NİTELİKLERİ . Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (3) , 535-544

Varel, A.(2017). Pozitivizm ve siyaset: yöntembilimsel bir eleştiri. Amme İdaresi Dergisi, 50(3), 1-25.

Söğütlü, İ. (2008). İki Farklı Epistemoloji İki Farklı Siyaset: Rasyonalist ve Ampirist Siyasetin Felsefi Kökenleri . Liberal Düşünce Dergisi , (52) , 197-214

 Wernick, A., 2000, Auguste Comte and the Religion of Humanity: The Post-Theistic Program of French Social Theory, Cambridge: Cambridge University Press.

Mill, J.S, Auguste Comte ve Pozitivizm,(Çev, Enfal Erkan),  Fol Kitap,2021