yazılarımızdan arayın

17 Şubat 2023 Cuma

Eski Sol Öldü, Yaşasın 3.Yol! (1): ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Yeni işçi hareketinin toplantılarından
 1970'lerden itibaren Sol, kan kaybetmeye başlamıştı. Öncelikle Refah devletini sık sık vurgulayan Sosyal Demokratlar Almanya ve birçok Avrupa ülkesinde oy kaybetmiş, ardından refah devleti çökmüş ve tüm dünyada Neoliberal dalga, Thatcher ve Reagan önderliğinde başlamıştı. Ardından Sovyetler birliği çöktü, sanki tarihin sonuna gelinmiş gibiydi. Liberalizm kendine karşı yapılan tüm atakları bertaraf etmesini bilmiş ve artık yolun sonuna gelmişti. Sol ise, mağlup konumundaydı. Avrupa'da ise Sosyal Demokrasi ekseninde birçok tartışma yaşanıyordu. Doğumu dahi sosyalizmin revizesi olan bir ideoloji 'tarihin sonunda' kendini revize edip ayakta kalamaz mıydı? İşte tam bu noktada liberalizm ile barışık, piyasa ekonomisine oldukça sıcak bakan, sivil toplum ve yerelleşmeye inanan bir hareket ortaya çıktı: Üçüncü Yol. Bu yol, Sosyal Demokrasinin ve Neoliberalizmin ortasındaki bir orta yol olacaktı. Giddens bu yaklaşımın entelektüel yükünü 'The Third Way' kitabı ile üstlenirken bu politikalar teoride kalmadı, Amerika'da Clinton önderliğindeki Yeni Demokratlar ve İngilzler arasından Tony Blair önderliğindeki Yeni İşçi hareketi, bu yaklaşımı pratiğe geçirdi. Hepsini konu almaya çalışacağız.

Giddens, 'Neden 3.yol?' dan önce, 'Neden diğer 2 yol değil?' i cevaplamaya çalışır. Bunun içinse öncelikle eski sol tanınmalıdır.

ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Blair, 1998 yılında tüm Merkez-Sol'a hitap ettiği konuşmasında Küresel düzenin hızla değiştiğini, Neoliberalizm dalgasından bahsetti ve eski solun direnişinin başarısız olduğunu ifade etti, bu açık bir mağlubiyet itirafıydı. Şimdi ise Sosyal demokratların hedefi bir revizyon, reformist bir hareket olmalıydı. Eski sol da, Yeni Sağ'da toplumsal sorunlara, ki sosyal demokrasi bunu çözmeye adanmıştı; cevap veremiyordu.


SOSYALİZMİN ÖLÜMÜ VE LİBERALİZMİN ZAFERİ

Bireyciliğe muhalif oluşu ve toplumun önceliği ile karakterize olan sosyalizm için kapitalizm toplumsal anlamda bölücü, kendini yenilemeyen ve iktisadi olarak da faydasızdı. Yok edilmeliydi. Marx için  sosyalizm, sosyalist planlamacılık kapitalizmi 'insanileştirecek' (bu vurguya dikkat), refahı daha adilene dağıtacak ve ekonomik olarak daha fazla zenginlik üretecekti. 

Sosyalizm Batı'da ise doğunun aksine toplumsal bir devrim uğruna mücadele verse dahi, Kautsky'nin bir devrim 'aracı' olarak gördüğü 'Kapitalizmin insanileştirilmesi' zamanla refah dağıtımına dikkat eden ve sosyal devleti kendine 'amaç' edinen bir harekete dönüştü. Kapitalizme, sosyalizmin siyasi baskıcılığı ve iktisadi anlamdaki başarısızlığı sebebi ile ehveni şer olarak bakan bir harekete evrilmişti: Sosyal Demokrasi. Hareket parlementolardaydı ve barışçıldı, karakterize edilecek noktası ise daha ılımlı bir eşitlik takıntısı, refah dağılımı ve devlete yükledikleri sorumluluklardı. 

Sosyal Demokrat hareketin önerileri ise 1929 krizinden sonra Keynes ile sesini duyurmuş ve devletlere yeni sorumluluklar yüklenmişti. Artık devlet bir gece bekçisi değildi, sosyal güvenliği sağlamalı, tüm vatandaşların eğitim, barınma ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamalı, yatırımı ve tüketimi açık  bir şekilde etkilemeliydi. Sosyal Devlet, bir nevi kapitalizmin sınıfta kaldığı yönleri tamamlıyordu. İktisadi başarısızlıkları gideriyor, yaratılan büyük oranda eşitsizliği progresif vergiler ile yumuşatıyor, herkese belli bir yaşam standartını garanti ederek kapitalizmin riskli belirsizliğini hafifletiyordu. Açıkça anlaşılacağı gibi Sosyal Demokratlar, Devlete ve özellikle güçlü devlete inanç beslemektedirler. Hatta, İkinci Dünya Savaşı'nda bu soc-dem etki sayesinde 'artık herkes planlamacıydı' üstelik planmacılık devletin


eline geçen kuvvetten dolayı oluşacak muhtemel baskı ortamından dolayı mesafeli yaklaşılan bir model olsa da, birçok insan ciddi anlamda planmacılığın iktisadi olarak piyasacılıktan üstün olduğuna ve hatta Sovyetler'in Amerika'yı geride bırakacağına inanmışlardı.

Giddens için, bu büyük bir hataydı ve sosyalizmin sonunu getirecekti. Sosyalizm kapitalizmin girişime, rekabete ve üretkenliğe verdiği teşvikle üretkenliğin ve zenginliğin arttırılmasını sağladığını, kendini pek çok defa reforme edebileceğini ve piyasaların satıcılar ve alıcılar adına fiyatlar sayesinde kendiliğinden doğan ve kimsenin ortak çıkarına dayanmayan ancak sonuçta teker teker herkesin karşılıklı şekilde .çıkarlarını maksimize edebilmesini sağladığını anlayamamtı. 

Giddens'ın  Liberalizm adına takdir ettiği bu nokta, kendiliğinden düzen fikriydi. Hayek'in deyimiyle liberalizm sosyal düzen adına kendi kendini üreten, kendiliğinden doğan (spontane) düzeni savunur. Hume'un da ortaya attığı bu teoriye göre toplumun tüm üyeleri kendi mutluluklarını, yeteneklerini özgür ve serbest bir yapıda bir merkezi veya zor kullanan bir yapıya göre çok daha verimli bir şekilde kullanabilirler.

Hayek'in 'Liberal bir Sosyal Düzenin İlkeleri' yazısından alıntılayacak olursak:

''Liberalizmin merkezi telakkisi şudur: Bireylerin tanınabilir özel alanını koruyan evrensel adil davranış kurallarının uygulanması (icrası) durumunda, tasarlanmış düzenlemenin üretilebilecek idiğinden çok daha kompleks bir kendiliğinden doğan insan faaliyetleri üzerinde kendi kendini biçimlendirecektiir.''

''(...) Ancak bir bütün olarak blirli soyut amaçlara yöneltilmeyen, fakat yalnızca toplumun rastgele seçilecek herhangi bir üyesine kendi bilgisini kendi amaçları uğruna başaroyla kullanması için en iyi şansı sağlayan somut bir düzen olarak tanımlanabilir.''

 Çok daha basitleştirecek olursam da Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına değil midir? yazımda belirttiğim gibi:yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz.

'' Bireyler ise teker teker var oldukları ve biricik olduklarından dolayı ve ancak kendilerine haz getireceğine inandıkları şeyleri yapınca mutlu olabilen canlılar olduklarından dolayı bir başkasına zarar vermedikleri durumlarda otonom olarak kendi başlarına karar almaları hem kendi faydalarını hem de teker teker bu bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun faydasını maksimize edecek yegane şeydir ki işte tam olarak bu, hürriyettir.''

Giddens, Hayek'in bu söylemine katılmakta ve 3.Yol kuramında sosyal demokrasinin hatalo gördüğü merkeziyetçi, sivil toplum karşıtı ve iktisadi olarak planmacı tarafını en çok bu noktadan vurmaktadır.

ESKİ TİP SOSYAL DEMOKRASİ

 Eski tip sosyal demokrasinin serbest piyasa ve spontane düzen hakkında öne sürdüklerini klasik marksizmden ayırmak pek mümkün gözükmeketedir. İki taraf da serbest piyasanın, laissez-faire modelinde toplumu eşitsizlik uçurumlarına, hakların insanların ellerinden kaymasına ve bir ezilen çoğunluk yaratacağında hemfikir olsa da, Sosyal demokratlar çözümü devlet müdahalesi olarak belirlemişti. Devlet, iktisadi olarak her vatandaşına bir yaşam standardı sunmalı ve ekonomiye direkt müdahelelerde bulunmalıydı ki birçok sosyal demokrat için kendileri, siyasi partiler ve hükümetlert halkın kamu gücünün sonucuydu, onlar halkın demir yumruğunu temsil ediyorsa bu kamunun kendi iyiliği için seçtiği hükümetler de onlar için ekonomiye müdahale edemez miydi? Halkın iradesinin temsili böylelikle iktisadi alana da yansıyacaktı. 

Burada dikkat etmemiz gereken nokta, sosyal demokratların talihsiz bir şekilde toplumun ' hepsi biricik olan ve çıkarları pek çok noktada ayrışan teket teker bireylerden' oluştuğu inancı yerine 'homojen bir demir yumruk' olarak algılamasıdır. Halbuki, toplumumuz en basit sosyolojik araştırmalardan anlaşılacağı üzerine çok farklı mutluluk kaynaklarına, yeteneklere ve inançlara sahip inançlardan oluşmaktadır ve toplumu bir demir yumruk saymak demek, %50,9'un isteklerinin,


çoğunluğun azınlığın ezmesi demektir. Çünkü bu kadar biricik bireyin oluştuğu bir toplumda, toplum adına spesifik kanunlar veya yatırımlar yapmak demek tüm bir toplumun kaynaklarının belirli bir kesime aktarılması demektir. Örneğin %60'ının katolik ancak %40'ının protestan olduğu bir bölgede yapılacak kilisenin hangi inanca göre yapılacağı hakkında bir seçim düzenlemek ve buraya bu beldeden alınan vergilerin harcanması demek şu anlama gelir: %60 lık katolik nüfusun isteklerinin protestanlardan üstün tutulması ve buraya da gönüllü olarak asla para vermeyecek insanların  parasının harcanması. Halbuki bu tür yapıların sivil topluma bırakılması demek her iki kesimin kendi arasında gönüllü bağışlar yoluyla istedikleri türde kilise yapması anlamına gelir ki, toplam mutluluk bu şekilde artabilir. Spontane düzen budur, hiçbir merkezi amaç yoktur ancak herkes özgürce elindeki kaynakları kullanabilir veya birleştirebilir. Sonuçsa devletçi çözümlerden daha arzulanırdır.

Klasik sosyal demokrasinin devlete inancı burada kalmaz, Devlet aile yaşamına karışabilmelidir. Devlet bu ailelerin ihtiyaçlarında sivil toplumdan önce davranmalıdır. Klasik sosyal demokrasi modeline göre sivil toplumdan devletten daha acemidir ve üstelik yardım yaptıkları insanlar üzerinde bir baskı kurmaktadırlar.

Eşitlik ise tüm sosyal demokratların en temel endişesi olabilir. Sosyal devletin amacı da bir nevi toplumda bozulan eşitliği geri tesis etmeye çalışmaktır ki burada bir kabullenme durumu da gözlemlenebilir. Bir yandan sosyal demokratlar piyasa ekonomilerinin bazı faydalarını kabul etmekte, onların tümden bir planmacılıktan daha üstün olduğuna inanmakta ancak bir yandan da ısrarla eşitlikçiliği savunmaktadırlar. Onlar adına kapitalizm birçok kişiyi kendi elinde olmadığı halde sistem dışına iterek veyahut daha doğuştan itibaren çok daha az bir gelir seviyesine mahkum ederek açıkça adaletsizlikler yaratmaktaydı. Bu açılan eşitsizlik uçurumları kişilerin kendi sorumluluğunda değildi ve tanzim edilmeliydi. Aslında yapmaya çalıştıkları şey Giddens'ın deyimi ile 'ekonomik kalkınma ile sosyal hakları bütünleştirmeye çalışmaktı.' Bunun yanında Liberallerle ortak olarak özgürlük kavramına değer veren sosyal demokratlar adına kapitalizm eşit özgürlüğü sağlamakta başarısızdı. Liberaller adına özgürlük, negatif özgürlükten yani 'şeyden muhaf olmak'tan başka bir şey değildi, buna karşın sosyal demokratlar için özgürlük ancak 'şeyden muhaf olmak' ile değil, 'Şeyi yapabilmek' ile de tanımlanmalıydı. Eğer pozitif özgürlüğü de negatif özgürlük kadar değerli görürseniz sosyal devlete olumlu bakma şansınız açıkça artacaktır zira kapitalist bir toplumda zenginlerin 'Şeyi yapabilme şansı' fakirlerden çok daha fazlaydı. İnsanlar hem ellerinde olmadan fakirliğe itiliyor hem de bu sorumlu olmadıkarı durumdan dolayı pozitif özgürlükleri ellerinden kayıp gidiyordu. Bunu düzeltecek ve adaleti tanzim edecek yegane mekanizma da refah dağılımıydı.

Eski tip sosyal demokrasi kapitalizmin emeği tahakküm altına almasından da şikayetçidir. İşçilerin pazarlık gücü, onlara ayrı bir gelir desteğinin olmadığı ve belli


standartların işverenlere devlet tarafından zorunlu tutulmadığı yerde hem azalacak, hem de işçiler kötü çalışma koşullarına maruz kalacaktı. Böylelikle işçiler şirketleri tahakkümü altına giriyordu. Buna karşılık devlet de bu zinciri kırmaya çalışmalı, belirli çalışma şartlarının garantisi, asgari ücret uygulamaları ve toplu pazarlıklarla şirketlerin  ucuz emekçi bulma şansını düşüren sendikalarla işbirliği içerisinde hareket ederek güçsüzü korumalı ve emek üzerindeki tahakkümü azaltmalıydı.

Kapitalizmin talep olmadan yaşamayacak olması, bu talebin azaldığı kriz dönemlerinde devlet müdahaleleri sayesinde kapitalizme bir kalp masajı olarak görülebilir. Devletin talebi yönetmesi, canlandırması kapitalizmi yeniden ayağa kaldırmakta önemli olmakla beraber progresif vergiler ile işçilere yapılan refah dağıtımı, talep kaynağı olan bu işçilerin talebi canlandırmasıyla sonuçlanacak ve kart oyunlarında tüm kartlar tek kişide toplandıktan sonra o kişinin oyunu canlandırmak adına bunları diğer oyunculara dağıtması gibi, 'ekonomik zenginliği üretme' oyununun devamını sağlayacaktı. Refah devleti kapitalizmi kendisinden koruyordu. Bu politikalar sonucunda savaş sonrası gelişmiş ülkeler istikrarlı bir büyüme dönemine girmiş ve keynesyen politikaların uygulandığı bu dönem 70'li yıllara kadar bir 'refah çağı' veyahut 'altın çağ' olarak tanımlanmıştı.

Tüm bu samimi çabalara rağmen, eski sosyal demokrasi öldü. 70'lerden itibaren bu sosyal demokrat modelin uygulandığı ülkelerde ağır mali ve finansal krizler yaşadı, bunun en önemli sebebi ise başını sosyal devletin çektiği ağır kamu harcamalarıydı. Sosyal devlet o kadar genişlemişti ve ulusal harcamada öyle bir paya sahipti ki artık bu refah dağıtıcı mekanizma işleyemez derecede hantallaşmış ve ekonomiyi kemirmeye başlamıştı. Sonuçta artan vergi oranları da girişimciliğin ve rekabetin önünün tıkıyordu. Devlet girişimcilerin de önünü kestiğinden ve ekonomiyi giderek devlet ve büyük şirketlerin oyun havuzu haline getireceğine dair kuşku ise artarak ilerliyordu. Harcamaları sürekli arttıran devlet gelirleri de aynı ölçüde arttıramadığı için karşılıksız para basıyor ve enflasyona sebep oluyordu. Bunun yanında kamu kaynaklarını büyük ölçüde sosyal harcamaya ayıran devlet ile uzlaşmalar sağlayarak türlü şekillerde kendine ayırılan kaynağın arttırılmasını isteyen, yeteneği olmadığı halde devlet aracılığı ile gelirlerini arttırmak isteyen bir grup da doğmuştu ki, ekonomilerin bu hantal toplulukları kaldırması imkansızdı. 

GİDDENS'IN ELEŞTİRİLERİ

Giddens'ın eski sola dair ilk eleştirileri Liberallerden pek farklı değildi. Eleştirilerinin ana teması eski solun toplumun heterojen, biricik bireyden oluştuğunu kaçırmasıydı. Bu alan üzerinden yaptığı eleştirileri yazıda belirttiğim için burada tekrarlamaya lüzum görmüyorum. Bunun yanında Giddens bir sosyal devlet taraftarı olsa da, bunun 'ödüllendirici' bir şekilde yapılması gerektiği ve kamu hizmetlerinin 'piyasalaştırılması' gerektiğini düşünür. Kısacası, kamu hizmeti için de rekabet sağlanmalı ve inisitiyatif almak teşvik edilmeli, başarılı olan kamu kurumlarına daha fazla para aktarılmalıydı. Böylelikle bir yandan kişilerin pozitif hürriyetleri de kamu hizmetleri tarafından sağlanırken bir yandan da bu kurumların hantallaşmaları ya da gereksiz harcama yapmaları önlenecek, hem de müşteri tatmini sağlanmış olacaktı. Eğer bir kamu kurumu olabildiğince az kaynak kullanarak en verimli şekilde çalışıyorsa bir şirkette terfi alır gibi ona ayrılan kaynaklar başarısız olanlardan aktarılmalıydı. Eski solun sosyal devlet hakkında yanılmalarının önemli sebeplerinin hantallığa karşı önlem alınmaması olduğunu düşünen Giddens gibiler için bu çözüm hem sağın, hem de solun uzlaştırılmasıydı. Bunun yanında kamu kurumlarına olabildiğince kendi kendini yönetmeli ve karar alma mekanizmaları esnetilmeliydi.


Bir diğer önemli eleştiri de refah devletinin kapsayıcılığıdır. Burada da neoliberalizme yakın bir söylem görebiliriz. Devletin ağır ve gereksiz kapsayıcı sosyal harcamalarda bulunması ve bunları da 'kişi çalışabilecek duruma erişene kadar onu koruyacak', süreç içindeki bir araç, bir sigorta gibi görmekten ziyade 'amaç' haline getirilmesi; bol sosyal devlet harcamaları bireyleri atıllaştırıyor ve yeteneklerini tam anlamıyla kullanmalarını engellediği gibi onların birey olabilme, kendi ayakları üstünde duran ve kendi kendini yöneten bir insan olmalarını önlüyordu. Kısacası bu sosyal devlet yapısı kişilere gereksiz para dağıtırken bir yandan da onlara mental anlamda zarar veriyor ve kendilerini gerçekleştirmelerinin önünü tıkıyordu. Devlet, artık boğucu bir korumacılık yerine 'kişinin potansiyelini maksimize etmesinin' yardımcısı olmalıydı. Devlet, fırsat eşitliğini sağlamakla ilgilenmeliydi. Bu önerileri 3.yol'un politikalarından bahsettiğim postta netleştireceğim.

ESKİ SOLDAN SONRA

80'li yıllardan itibaren Almanya Amerika ve İngiltere gibi birçok ülkede sosyal devlete ve devlet harcamalarına ağır eleştiriler yönelten Neoliberallerin iktidara gelmesi ile sosyal devlet minimize edildi, regülasyonlar kaldırıldı ve serbest piyasa, bu tartışmalı bir konu olsa da, de-regülasyonlar ile yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Sosyal demokrasinin yerini Neoliberalizm almıştı ki bu ideoloji de tıpkı Sosyal Demokrasi gibi Giddens'a göre hatalı ve iyi, alınması ve atılması gereken birçok görüşe sahipti. Onun Neoliberalizmi nasıl ele aldığı ve neoliberallerin refah devletine eleştirileri ise bir sonraki postun konusu.

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR

Gül, Hüseyin (2007), “ABD Örneği’nde Üçüncü Yol: Yoksulluğa Ve Eşitsizliğe Yaklaşımı Ve Yeni Sağ İle Bir Karşılaştırma”, ODTÜ Gelisme Dergisi, 34 (Aralık), ss. 195-215.

Acar, E. (2017). NEOLİBERALİZM VE SOSYAL REFAH DEVLETİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ YOL YAKLAŞIMI . Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , Özel Sayı - ICEBSS 2017 , 248-263 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iibfdkastamonu/issue/31886/350684

 Demirel, D. (2015). ÜÇÜNCÜ YOL POLİTİKALARINDA YENİ KAMU YÖNETİMİNİN İZLERİ . Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 29 (1) , . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/atauniiibd/issue/2716/36059

 Giddens, Antony, Üçüncü Yol: Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, Birey, İstanbul, 2000.

 Demircan, Ç. (2010). Üçüncü Yol ve Yolun Sonu. Memleket, Siyaset ve yönetim, 5(12), 201-228.

Fudge, S., & Williams, S. (2006). Beyond left and right: can the third way deliver a reinvigorated social democracy?. Critical Sociology, 32(4), 583-602.

Newman, J. (2001). Modernizing governance: New Labour, policy and society. Sage.

 Bradford, N. (2002). Renewing social democracy? Beyond the third way. Studies in Political Economy, 67(1), 145-161.

 Demircan, Ç. (2008). Neoliberalizm ve reformizmin sınırları: üçüncü yol mümkün mü?.

 Giddens, A. (2013). The third way and its critics. John Wiley & Sons.

Yayla, Atilla, Hayek'in liberalizm anlayışı, Kesit yayınları,2012

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder