yazılarımızdan arayın

17 Şubat 2023 Cuma

Eski Sol Öldü, Yaşasın 3.Yol! (1): ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Yeni işçi hareketinin toplantılarından
 1970'lerden itibaren Sol, kan kaybetmeye başlamıştı. Öncelikle Refah devletini sık sık vurgulayan Sosyal Demokratlar Almanya ve birçok Avrupa ülkesinde oy kaybetmiş, ardından refah devleti çökmüş ve tüm dünyada Neoliberal dalga, Thatcher ve Reagan önderliğinde başlamıştı. Ardından Sovyetler birliği çöktü, sanki tarihin sonuna gelinmiş gibiydi. Liberalizm kendine karşı yapılan tüm atakları bertaraf etmesini bilmiş ve artık yolun sonuna gelmişti. Sol ise, mağlup konumundaydı. Avrupa'da ise Sosyal Demokrasi ekseninde birçok tartışma yaşanıyordu. Doğumu dahi sosyalizmin revizesi olan bir ideoloji 'tarihin sonunda' kendini revize edip ayakta kalamaz mıydı? İşte tam bu noktada liberalizm ile barışık, piyasa ekonomisine oldukça sıcak bakan, sivil toplum ve yerelleşmeye inanan bir hareket ortaya çıktı: Üçüncü Yol. Bu yol, Sosyal Demokrasinin ve Neoliberalizmin ortasındaki bir orta yol olacaktı. Giddens bu yaklaşımın entelektüel yükünü 'The Third Way' kitabı ile üstlenirken bu politikalar teoride kalmadı, Amerika'da Clinton önderliğindeki Yeni Demokratlar ve İngilzler arasından Tony Blair önderliğindeki Yeni İşçi hareketi, bu yaklaşımı pratiğe geçirdi. Hepsini konu almaya çalışacağız.

Giddens, 'Neden 3.yol?' dan önce, 'Neden diğer 2 yol değil?' i cevaplamaya çalışır. Bunun içinse öncelikle eski sol tanınmalıdır.

ESKİ SOLUN ÖLÜMÜ

Blair, 1998 yılında tüm Merkez-Sol'a hitap ettiği konuşmasında Küresel düzenin hızla değiştiğini, Neoliberalizm dalgasından bahsetti ve eski solun direnişinin başarısız olduğunu ifade etti, bu açık bir mağlubiyet itirafıydı. Şimdi ise Sosyal demokratların hedefi bir revizyon, reformist bir hareket olmalıydı. Eski sol da, Yeni Sağ'da toplumsal sorunlara, ki sosyal demokrasi bunu çözmeye adanmıştı; cevap veremiyordu.


SOSYALİZMİN ÖLÜMÜ VE LİBERALİZMİN ZAFERİ

Bireyciliğe muhalif oluşu ve toplumun önceliği ile karakterize olan sosyalizm için kapitalizm toplumsal anlamda bölücü, kendini yenilemeyen ve iktisadi olarak da faydasızdı. Yok edilmeliydi. Marx için  sosyalizm, sosyalist planlamacılık kapitalizmi 'insanileştirecek' (bu vurguya dikkat), refahı daha adilene dağıtacak ve ekonomik olarak daha fazla zenginlik üretecekti. 

Sosyalizm Batı'da ise doğunun aksine toplumsal bir devrim uğruna mücadele verse dahi, Kautsky'nin bir devrim 'aracı' olarak gördüğü 'Kapitalizmin insanileştirilmesi' zamanla refah dağıtımına dikkat eden ve sosyal devleti kendine 'amaç' edinen bir harekete dönüştü. Kapitalizme, sosyalizmin siyasi baskıcılığı ve iktisadi anlamdaki başarısızlığı sebebi ile ehveni şer olarak bakan bir harekete evrilmişti: Sosyal Demokrasi. Hareket parlementolardaydı ve barışçıldı, karakterize edilecek noktası ise daha ılımlı bir eşitlik takıntısı, refah dağılımı ve devlete yükledikleri sorumluluklardı. 

Sosyal Demokrat hareketin önerileri ise 1929 krizinden sonra Keynes ile sesini duyurmuş ve devletlere yeni sorumluluklar yüklenmişti. Artık devlet bir gece bekçisi değildi, sosyal güvenliği sağlamalı, tüm vatandaşların eğitim, barınma ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamalı, yatırımı ve tüketimi açık  bir şekilde etkilemeliydi. Sosyal Devlet, bir nevi kapitalizmin sınıfta kaldığı yönleri tamamlıyordu. İktisadi başarısızlıkları gideriyor, yaratılan büyük oranda eşitsizliği progresif vergiler ile yumuşatıyor, herkese belli bir yaşam standartını garanti ederek kapitalizmin riskli belirsizliğini hafifletiyordu. Açıkça anlaşılacağı gibi Sosyal Demokratlar, Devlete ve özellikle güçlü devlete inanç beslemektedirler. Hatta, İkinci Dünya Savaşı'nda bu soc-dem etki sayesinde 'artık herkes planlamacıydı' üstelik planmacılık devletin


eline geçen kuvvetten dolayı oluşacak muhtemel baskı ortamından dolayı mesafeli yaklaşılan bir model olsa da, birçok insan ciddi anlamda planmacılığın iktisadi olarak piyasacılıktan üstün olduğuna ve hatta Sovyetler'in Amerika'yı geride bırakacağına inanmışlardı.

Giddens için, bu büyük bir hataydı ve sosyalizmin sonunu getirecekti. Sosyalizm kapitalizmin girişime, rekabete ve üretkenliğe verdiği teşvikle üretkenliğin ve zenginliğin arttırılmasını sağladığını, kendini pek çok defa reforme edebileceğini ve piyasaların satıcılar ve alıcılar adına fiyatlar sayesinde kendiliğinden doğan ve kimsenin ortak çıkarına dayanmayan ancak sonuçta teker teker herkesin karşılıklı şekilde .çıkarlarını maksimize edebilmesini sağladığını anlayamamtı. 

Giddens'ın  Liberalizm adına takdir ettiği bu nokta, kendiliğinden düzen fikriydi. Hayek'in deyimiyle liberalizm sosyal düzen adına kendi kendini üreten, kendiliğinden doğan (spontane) düzeni savunur. Hume'un da ortaya attığı bu teoriye göre toplumun tüm üyeleri kendi mutluluklarını, yeteneklerini özgür ve serbest bir yapıda bir merkezi veya zor kullanan bir yapıya göre çok daha verimli bir şekilde kullanabilirler.

Hayek'in 'Liberal bir Sosyal Düzenin İlkeleri' yazısından alıntılayacak olursak:

''Liberalizmin merkezi telakkisi şudur: Bireylerin tanınabilir özel alanını koruyan evrensel adil davranış kurallarının uygulanması (icrası) durumunda, tasarlanmış düzenlemenin üretilebilecek idiğinden çok daha kompleks bir kendiliğinden doğan insan faaliyetleri üzerinde kendi kendini biçimlendirecektiir.''

''(...) Ancak bir bütün olarak blirli soyut amaçlara yöneltilmeyen, fakat yalnızca toplumun rastgele seçilecek herhangi bir üyesine kendi bilgisini kendi amaçları uğruna başaroyla kullanması için en iyi şansı sağlayan somut bir düzen olarak tanımlanabilir.''

 Çok daha basitleştirecek olursam da Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına değil midir? yazımda belirttiğim gibi:yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz.

'' Bireyler ise teker teker var oldukları ve biricik olduklarından dolayı ve ancak kendilerine haz getireceğine inandıkları şeyleri yapınca mutlu olabilen canlılar olduklarından dolayı bir başkasına zarar vermedikleri durumlarda otonom olarak kendi başlarına karar almaları hem kendi faydalarını hem de teker teker bu bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun faydasını maksimize edecek yegane şeydir ki işte tam olarak bu, hürriyettir.''

Giddens, Hayek'in bu söylemine katılmakta ve 3.Yol kuramında sosyal demokrasinin hatalo gördüğü merkeziyetçi, sivil toplum karşıtı ve iktisadi olarak planmacı tarafını en çok bu noktadan vurmaktadır.

ESKİ TİP SOSYAL DEMOKRASİ

 Eski tip sosyal demokrasinin serbest piyasa ve spontane düzen hakkında öne sürdüklerini klasik marksizmden ayırmak pek mümkün gözükmeketedir. İki taraf da serbest piyasanın, laissez-faire modelinde toplumu eşitsizlik uçurumlarına, hakların insanların ellerinden kaymasına ve bir ezilen çoğunluk yaratacağında hemfikir olsa da, Sosyal demokratlar çözümü devlet müdahalesi olarak belirlemişti. Devlet, iktisadi olarak her vatandaşına bir yaşam standardı sunmalı ve ekonomiye direkt müdahelelerde bulunmalıydı ki birçok sosyal demokrat için kendileri, siyasi partiler ve hükümetlert halkın kamu gücünün sonucuydu, onlar halkın demir yumruğunu temsil ediyorsa bu kamunun kendi iyiliği için seçtiği hükümetler de onlar için ekonomiye müdahale edemez miydi? Halkın iradesinin temsili böylelikle iktisadi alana da yansıyacaktı. 

Burada dikkat etmemiz gereken nokta, sosyal demokratların talihsiz bir şekilde toplumun ' hepsi biricik olan ve çıkarları pek çok noktada ayrışan teket teker bireylerden' oluştuğu inancı yerine 'homojen bir demir yumruk' olarak algılamasıdır. Halbuki, toplumumuz en basit sosyolojik araştırmalardan anlaşılacağı üzerine çok farklı mutluluk kaynaklarına, yeteneklere ve inançlara sahip inançlardan oluşmaktadır ve toplumu bir demir yumruk saymak demek, %50,9'un isteklerinin,


çoğunluğun azınlığın ezmesi demektir. Çünkü bu kadar biricik bireyin oluştuğu bir toplumda, toplum adına spesifik kanunlar veya yatırımlar yapmak demek tüm bir toplumun kaynaklarının belirli bir kesime aktarılması demektir. Örneğin %60'ının katolik ancak %40'ının protestan olduğu bir bölgede yapılacak kilisenin hangi inanca göre yapılacağı hakkında bir seçim düzenlemek ve buraya bu beldeden alınan vergilerin harcanması demek şu anlama gelir: %60 lık katolik nüfusun isteklerinin protestanlardan üstün tutulması ve buraya da gönüllü olarak asla para vermeyecek insanların  parasının harcanması. Halbuki bu tür yapıların sivil topluma bırakılması demek her iki kesimin kendi arasında gönüllü bağışlar yoluyla istedikleri türde kilise yapması anlamına gelir ki, toplam mutluluk bu şekilde artabilir. Spontane düzen budur, hiçbir merkezi amaç yoktur ancak herkes özgürce elindeki kaynakları kullanabilir veya birleştirebilir. Sonuçsa devletçi çözümlerden daha arzulanırdır.

Klasik sosyal demokrasinin devlete inancı burada kalmaz, Devlet aile yaşamına karışabilmelidir. Devlet bu ailelerin ihtiyaçlarında sivil toplumdan önce davranmalıdır. Klasik sosyal demokrasi modeline göre sivil toplumdan devletten daha acemidir ve üstelik yardım yaptıkları insanlar üzerinde bir baskı kurmaktadırlar.

Eşitlik ise tüm sosyal demokratların en temel endişesi olabilir. Sosyal devletin amacı da bir nevi toplumda bozulan eşitliği geri tesis etmeye çalışmaktır ki burada bir kabullenme durumu da gözlemlenebilir. Bir yandan sosyal demokratlar piyasa ekonomilerinin bazı faydalarını kabul etmekte, onların tümden bir planmacılıktan daha üstün olduğuna inanmakta ancak bir yandan da ısrarla eşitlikçiliği savunmaktadırlar. Onlar adına kapitalizm birçok kişiyi kendi elinde olmadığı halde sistem dışına iterek veyahut daha doğuştan itibaren çok daha az bir gelir seviyesine mahkum ederek açıkça adaletsizlikler yaratmaktaydı. Bu açılan eşitsizlik uçurumları kişilerin kendi sorumluluğunda değildi ve tanzim edilmeliydi. Aslında yapmaya çalıştıkları şey Giddens'ın deyimi ile 'ekonomik kalkınma ile sosyal hakları bütünleştirmeye çalışmaktı.' Bunun yanında Liberallerle ortak olarak özgürlük kavramına değer veren sosyal demokratlar adına kapitalizm eşit özgürlüğü sağlamakta başarısızdı. Liberaller adına özgürlük, negatif özgürlükten yani 'şeyden muhaf olmak'tan başka bir şey değildi, buna karşın sosyal demokratlar için özgürlük ancak 'şeyden muhaf olmak' ile değil, 'Şeyi yapabilmek' ile de tanımlanmalıydı. Eğer pozitif özgürlüğü de negatif özgürlük kadar değerli görürseniz sosyal devlete olumlu bakma şansınız açıkça artacaktır zira kapitalist bir toplumda zenginlerin 'Şeyi yapabilme şansı' fakirlerden çok daha fazlaydı. İnsanlar hem ellerinde olmadan fakirliğe itiliyor hem de bu sorumlu olmadıkarı durumdan dolayı pozitif özgürlükleri ellerinden kayıp gidiyordu. Bunu düzeltecek ve adaleti tanzim edecek yegane mekanizma da refah dağılımıydı.

Eski tip sosyal demokrasi kapitalizmin emeği tahakküm altına almasından da şikayetçidir. İşçilerin pazarlık gücü, onlara ayrı bir gelir desteğinin olmadığı ve belli


standartların işverenlere devlet tarafından zorunlu tutulmadığı yerde hem azalacak, hem de işçiler kötü çalışma koşullarına maruz kalacaktı. Böylelikle işçiler şirketleri tahakkümü altına giriyordu. Buna karşılık devlet de bu zinciri kırmaya çalışmalı, belirli çalışma şartlarının garantisi, asgari ücret uygulamaları ve toplu pazarlıklarla şirketlerin  ucuz emekçi bulma şansını düşüren sendikalarla işbirliği içerisinde hareket ederek güçsüzü korumalı ve emek üzerindeki tahakkümü azaltmalıydı.

Kapitalizmin talep olmadan yaşamayacak olması, bu talebin azaldığı kriz dönemlerinde devlet müdahaleleri sayesinde kapitalizme bir kalp masajı olarak görülebilir. Devletin talebi yönetmesi, canlandırması kapitalizmi yeniden ayağa kaldırmakta önemli olmakla beraber progresif vergiler ile işçilere yapılan refah dağıtımı, talep kaynağı olan bu işçilerin talebi canlandırmasıyla sonuçlanacak ve kart oyunlarında tüm kartlar tek kişide toplandıktan sonra o kişinin oyunu canlandırmak adına bunları diğer oyunculara dağıtması gibi, 'ekonomik zenginliği üretme' oyununun devamını sağlayacaktı. Refah devleti kapitalizmi kendisinden koruyordu. Bu politikalar sonucunda savaş sonrası gelişmiş ülkeler istikrarlı bir büyüme dönemine girmiş ve keynesyen politikaların uygulandığı bu dönem 70'li yıllara kadar bir 'refah çağı' veyahut 'altın çağ' olarak tanımlanmıştı.

Tüm bu samimi çabalara rağmen, eski sosyal demokrasi öldü. 70'lerden itibaren bu sosyal demokrat modelin uygulandığı ülkelerde ağır mali ve finansal krizler yaşadı, bunun en önemli sebebi ise başını sosyal devletin çektiği ağır kamu harcamalarıydı. Sosyal devlet o kadar genişlemişti ve ulusal harcamada öyle bir paya sahipti ki artık bu refah dağıtıcı mekanizma işleyemez derecede hantallaşmış ve ekonomiyi kemirmeye başlamıştı. Sonuçta artan vergi oranları da girişimciliğin ve rekabetin önünün tıkıyordu. Devlet girişimcilerin de önünü kestiğinden ve ekonomiyi giderek devlet ve büyük şirketlerin oyun havuzu haline getireceğine dair kuşku ise artarak ilerliyordu. Harcamaları sürekli arttıran devlet gelirleri de aynı ölçüde arttıramadığı için karşılıksız para basıyor ve enflasyona sebep oluyordu. Bunun yanında kamu kaynaklarını büyük ölçüde sosyal harcamaya ayıran devlet ile uzlaşmalar sağlayarak türlü şekillerde kendine ayırılan kaynağın arttırılmasını isteyen, yeteneği olmadığı halde devlet aracılığı ile gelirlerini arttırmak isteyen bir grup da doğmuştu ki, ekonomilerin bu hantal toplulukları kaldırması imkansızdı. 

GİDDENS'IN ELEŞTİRİLERİ

Giddens'ın eski sola dair ilk eleştirileri Liberallerden pek farklı değildi. Eleştirilerinin ana teması eski solun toplumun heterojen, biricik bireyden oluştuğunu kaçırmasıydı. Bu alan üzerinden yaptığı eleştirileri yazıda belirttiğim için burada tekrarlamaya lüzum görmüyorum. Bunun yanında Giddens bir sosyal devlet taraftarı olsa da, bunun 'ödüllendirici' bir şekilde yapılması gerektiği ve kamu hizmetlerinin 'piyasalaştırılması' gerektiğini düşünür. Kısacası, kamu hizmeti için de rekabet sağlanmalı ve inisitiyatif almak teşvik edilmeli, başarılı olan kamu kurumlarına daha fazla para aktarılmalıydı. Böylelikle bir yandan kişilerin pozitif hürriyetleri de kamu hizmetleri tarafından sağlanırken bir yandan da bu kurumların hantallaşmaları ya da gereksiz harcama yapmaları önlenecek, hem de müşteri tatmini sağlanmış olacaktı. Eğer bir kamu kurumu olabildiğince az kaynak kullanarak en verimli şekilde çalışıyorsa bir şirkette terfi alır gibi ona ayrılan kaynaklar başarısız olanlardan aktarılmalıydı. Eski solun sosyal devlet hakkında yanılmalarının önemli sebeplerinin hantallığa karşı önlem alınmaması olduğunu düşünen Giddens gibiler için bu çözüm hem sağın, hem de solun uzlaştırılmasıydı. Bunun yanında kamu kurumlarına olabildiğince kendi kendini yönetmeli ve karar alma mekanizmaları esnetilmeliydi.


Bir diğer önemli eleştiri de refah devletinin kapsayıcılığıdır. Burada da neoliberalizme yakın bir söylem görebiliriz. Devletin ağır ve gereksiz kapsayıcı sosyal harcamalarda bulunması ve bunları da 'kişi çalışabilecek duruma erişene kadar onu koruyacak', süreç içindeki bir araç, bir sigorta gibi görmekten ziyade 'amaç' haline getirilmesi; bol sosyal devlet harcamaları bireyleri atıllaştırıyor ve yeteneklerini tam anlamıyla kullanmalarını engellediği gibi onların birey olabilme, kendi ayakları üstünde duran ve kendi kendini yöneten bir insan olmalarını önlüyordu. Kısacası bu sosyal devlet yapısı kişilere gereksiz para dağıtırken bir yandan da onlara mental anlamda zarar veriyor ve kendilerini gerçekleştirmelerinin önünü tıkıyordu. Devlet, artık boğucu bir korumacılık yerine 'kişinin potansiyelini maksimize etmesinin' yardımcısı olmalıydı. Devlet, fırsat eşitliğini sağlamakla ilgilenmeliydi. Bu önerileri 3.yol'un politikalarından bahsettiğim postta netleştireceğim.

ESKİ SOLDAN SONRA

80'li yıllardan itibaren Almanya Amerika ve İngiltere gibi birçok ülkede sosyal devlete ve devlet harcamalarına ağır eleştiriler yönelten Neoliberallerin iktidara gelmesi ile sosyal devlet minimize edildi, regülasyonlar kaldırıldı ve serbest piyasa, bu tartışmalı bir konu olsa da, de-regülasyonlar ile yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Sosyal demokrasinin yerini Neoliberalizm almıştı ki bu ideoloji de tıpkı Sosyal Demokrasi gibi Giddens'a göre hatalı ve iyi, alınması ve atılması gereken birçok görüşe sahipti. Onun Neoliberalizmi nasıl ele aldığı ve neoliberallerin refah devletine eleştirileri ise bir sonraki postun konusu.

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR

Gül, Hüseyin (2007), “ABD Örneği’nde Üçüncü Yol: Yoksulluğa Ve Eşitsizliğe Yaklaşımı Ve Yeni Sağ İle Bir Karşılaştırma”, ODTÜ Gelisme Dergisi, 34 (Aralık), ss. 195-215.

Acar, E. (2017). NEOLİBERALİZM VE SOSYAL REFAH DEVLETİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ YOL YAKLAŞIMI . Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , Özel Sayı - ICEBSS 2017 , 248-263 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iibfdkastamonu/issue/31886/350684

 Demirel, D. (2015). ÜÇÜNCÜ YOL POLİTİKALARINDA YENİ KAMU YÖNETİMİNİN İZLERİ . Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 29 (1) , . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/atauniiibd/issue/2716/36059

 Giddens, Antony, Üçüncü Yol: Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, Birey, İstanbul, 2000.

 Demircan, Ç. (2010). Üçüncü Yol ve Yolun Sonu. Memleket, Siyaset ve yönetim, 5(12), 201-228.

Fudge, S., & Williams, S. (2006). Beyond left and right: can the third way deliver a reinvigorated social democracy?. Critical Sociology, 32(4), 583-602.

Newman, J. (2001). Modernizing governance: New Labour, policy and society. Sage.

 Bradford, N. (2002). Renewing social democracy? Beyond the third way. Studies in Political Economy, 67(1), 145-161.

 Demircan, Ç. (2008). Neoliberalizm ve reformizmin sınırları: üçüncü yol mümkün mü?.

 Giddens, A. (2013). The third way and its critics. John Wiley & Sons.

Yayla, Atilla, Hayek'in liberalizm anlayışı, Kesit yayınları,2012

 

5 Şubat 2023 Pazar

Otokrat İlerlemecilik: Pozitivizm

 

POZİTİVİZMİN TEMELLERİ

Aydınlanmadan beri tüm Avupa’da din, a prioricilik ve tüm muhafazakar siyaset biçimleri çökerken ve bunların yerine bilim, rasyonelite ve pozitif bilgi gelirken neredeyse tarihte her zaman olduğu gibi tüm bu gelişimlerin sosyal düşünceye yansıması geç olmuştu. Bacon, Newton ve Galileo bilimde aristoculuğun ve erekselciliğin mezarına son çiviyi çakmış, spekülasyonlar yerine olgular, deney ve gözlem temalı yeni bir anlayış yerleşmişti. Deney ve gözlemin, olgulardan başka bir şeye sırtını dayamayan bu anlayış Avrupa'nın her alanında bir salgın gibi yayılırken, spekülatif fikirler özellikle siyasette yerlerini koruyordu, teolojik zihniyetteki bağnazlar bir yana, aydınların çoğu ise spekülasyonlar içinde yüzen kavramlara bel bağlıyorlardı. Kimisi, bunu değişmez doğa kanunlarına  ve metafizik, ''öz'' takıntılı, dünyayı insan düşüncesine bağımlı kılarak oluşturduğu ''diyalektiğe'' dayanarak yaparken, Jakobenler -Comte için- antik dünyadan devrşirilen ve Comte için yıkıcı olan, ayakları başa getiren ve ulusu kuru bir çıkarlar savaşına sürükleyen ''millet egemenliği'' takıntıları yüzünden binlerce insanı giyotine sürüklüyordu. Bunun karşıtı ise, ilkel bir Tanrısal gerekçelendirme ile toplumu zihin olarak geriye götüren, yozlaşmış ve çürük Monarşiden başka bir şey değildi. İkisi de ne olgucu, ne de ilerlemeci idi. Metafizikçiler sadece yıkar ve hiçbir şey yapmazken, Muhafazakarlar sadece mevcudu koruyor, bu da toplumda bir heyecan uyandırmadığı gibi ilerlemeye de engel oluyordu. Kısaca, Avrupa, özellikle Comte'un yükseldiği Fransız devrimi sonrası dönemde, hiç de iç açıcı değildi onun için.

Kısaca, Pozitivizm yükselmeden önce ortada pozitif bilgiyi ve bilimi bu kadar kutsayan başka bir görüş yoktu. Siyaset, bir retorik kavgası olarak parlementolarda yapılmakta ve din hala siyasete ve hukuka etki eder haldeydi. Kişisel olarak beni en çok etkileyen örnek Fransız devriminde sol tarafta oturan, dolayısı ile ilerlemeci olan ve sıkı bir liberal, Bastiat’ın hukuku ‘‘Tanrı’nın verdiği hakların korunması’’ olarak yorumlaması ve neredeyse sosyalizme olan tüm itirazlarını bu ilke üzerine inşa etmesiydi. Görünüyordu ki birçok alanda gerilediği zannedilen metafiziksel düşünce dimdik ayaktaydı. Comte ve Pozitivizm işte tam olarak bu durumu değiştirmeye çalışacaktı.


Fransa’da ortaya çıkan, Fransızca ''pozitivisme'' olan bu fikir, anlam olarak ‘Olguculuk’ a denk düşer. Kabaca deneyle açıklanabilen, gözlemlenebilen ve kanıtlanmış olana değer veren ve tüm bir mistik ve metafizik alana şüphe ile bakan bir duruştur. Felsefenin bilme değerini reddeder ve onu 'spekülatif' bulur, Felsefenin görevi daha çok, bilgi ağacı dediğimiz ve dünyayı kavramamıza olanak sağlayan bilimlere yardımcı olmak, onların farklı alanlardaki bakış açılarının toparlanması ve ayrı ayrı uzmanlık alanlarından bir ''dünya görüşü'' çıkarmak olmalıdır. Bilginin biricik kaynağının amiprik bilgiler, doğa bilimleri olduğunu savunulur. Onlar için ‘Bir şey varsa ölçülebilir (gözlemlenebilir), ölçülebilir ise modellenebilir (olgular arasındaki art ardalığın modellenmesi) ve eğer modellenebiliyorsa öngörülebilirdir.’ mottosu bilginin neredeyse tüm alanlarında tek kaidedir. Comte için din (geleneksel din) ve metafizik düşünce tamamen anlamsızdı ve insanlık için ayak bağıydı. Elbette ki insanlığın ilerleyişinde belirli katkıları olduğu açıktı, ancak artık miadlarını dolduran bu düşünceler Deney ve gözlemle, ampirik verilerle bağdaşmayan bu düşünceler basit spekülasyonlardı ve kesinlikle bize doğa, insan ve evren hakkında doğru bilgileri vermekte başarısızdılar.

 Dış dünya ile olan etkileşimlerimiz elde ettiğimiz ‘olgular’ ile sınırlı ise biz ancak ve ancak bu olguların oluşlarını ve o olguların diğer olgular ile etkileşimlerini, benzerliklerini inceleyebilirdik.  O halde bizler bilginin en kesin kaynağı olan deney ile kanıtlanmış ampirik verilerle elde edilmiş olguların etkileşimlerine, kısaca doğa yasalarına odaklanmalıydık. Bu doğa yasalarının ilişkilerini kavrayarak toplumların oluşumlarından beri devam eden kültürel, bilimsel ve siyasi süreçlerini analiz edebilir ve üstelik, bu ilerlemelerin hızlanmasına bu kavrayışımızla yardımcı olabilirdik. Bu anlayışta, bir şeylerin özünü kavramaya çalışmaya, masabaşında ve olgusal ilişkileri kavramaktan uzak bir zihinle belirli a priori ve metafizik spekülasyonlara dayanan prensiplerle dünyayı açıklamaya yer yoktu. Comte için bu zaten imkansız olmakla beraber, anlamsızdı da. Onun için asıl gerekli olan, kavrayacaklarımızın bizim yani büyük insanlık ailesinin ilerlemesini sağlamakta yardımcı olmasıydı. Bu ilerlemeye ise tüm bilimler belirli oranlarda katkılar sağlıyorlardı ve özellikle bunu birbirleriyle etkileşerek yapıyorlardı, tüm bilimlerin aynı yöntemle ilerlediği Comte'cu anlayışta tersi zaten imkansızdı. Kimya ve sosyoloji ilişkisini örnek verelim. Kimyada karşımıza çıkan maddenin korunumu yasası, maddelerin yok olmayıp yalnızca biçim değiştirdiğini ve bu değişimin dengeli bir şekilde gerçekleştiğini ortaya koyar. Comte’a göre bu yasa, sosyolojik düşünceye ışık tutmakta ve toplumsal değişimin dinamiklerini anlamamıza katkı sağlamaktadır. Tıpkı kimyada bir maddenin yapısının dönüşümü gibi, toplumlar da dönüşüm süreçlerinde varlıklarını korur, eski yapı unsurlarını yeni bir düzende yeniden şekillendirir. Bir devrim ya da büyük toplumsal değişim meydana geldiğinde, eski yapı ve değerler bütünüyle yok olmaz; aksine, yeni toplumsal düzenin içinde evrilerek başka bir formda varlığını sürdürür. Bu yaklaşım bize, toplumsal değişimlerin ‘yok oluş’ değil, yalnızca yeni bir yapıya ‘dönüşüm’ olduğunu gösterir. Maddenin korunumu yasasındaki gibi, sosyolojik olayların da bir nedensellik zinciri içinde birbirine bağlı olduğunu, geçmişteki toplumsal öğelerin gelecekteki yapılara evrildiğini görmemize olanak tanır. 

 Olguların gözlemlenmelerinden çıkan yasalar değişmezdi ve bu olguların değişmez ilişkileri ve düzeni pozitivistler tarafından ‘fenomenlerin yasaları’ olarak adlandırılırdı. Neredeyse bilginin tüm alanlarında aynı yöntemin kullanıldığı ve tüm bilgi türlerinin bir ''bilim ağacında'' toparlanabileceği gibi bütünlükçü fikirlerden yola çıkılarak ise evrenin ve doğanın, bunun yanında sosyal fenomenlerin ve bu fenomenlerin kaynağı olan insanların da ilerlemesi modellenebilir ve tasarlanabilir olduğu fikri ortaya kondu. Her şeyin bir ‘ordre’, bir ‘düzen’ ilişkisi içinde ilerlediği dünyada insanlık bundan ayrı değildi. Onun da ilerleyişinin, fenomenlerinin bir yasası vardı ve bu yasalar doğru bir halde anlaşılırsa onun ilerlemesi en verimli halde tasarlanabilirdi. Bilimin de görevi buydu. Toplumun bilimi olan sosyoloji de tıpkı doğabilimcilerin yaptığı gibi sosyal fenomenlerin yasalarını bulmalı, ilişkilerini incelemeli ve buradan hareketle insanın ilerleyişinin yönünü çizmeli, sonra ise bu ilerleyişin en verimli olacağı halde toplumsal düzenin yeniden tasarlanmasında yardımcı olmalıydı. Bahsedilen modellemenin ve yasaların keşfinin yöntemi ise toplumsal olguların ardışıklığını kavramak adına onu gözlemlemek ve bu gözlemlerden yorumlar çıkarmaktı. Tarihsel okumalar da bize gözlemleme şansımız olmayan dönemler hakkında ,bir sosyolog toplumların ilerleyişinin tarihini kavramadan onu değiştiremez ve inceleyemezdi de, alternatif bir kaynak sunuyordu. 

Pozitivistler Aydınlanmacılardan devraldıkları deney ve gözlem bayrağının yılmaz savunucuları olmuşlardır. Aydınlanma ile beraber dinin etkisi giderek zayıflarken ve her alanda insan öne çıkıyorken toplumsal hayatta da artık önemli olan şey ‘Tanrı’nın rızası’ değil, ‘insanın mutluluğu’ olagelmiş, neredeyse her alandaki tüm tartışmalar sekülerleşmişti. Artık insanlar incil yorumlarını değil, pozitif bilgilerden, deney ve gözlemden yola çıkarak oluşturdukları argümanları çarpıştırıyordu. Pozitivizm ise bu süreci hızlandırmış ve metafizik hakkında kuşkulanmaya başlayan insanoğlundan tüm metafiziği silmesini talep etmişti.

SOSYAL ALANDA POZİTİVİZM

Aydınlanma ile olan etkileşimlerine rağmen Pozitivizmin insanlık adına çizdiği yol tamamen farklıydı. Aydınlanma bireyi kutsamış, pozitivizm bireyi yok saymış ve toplumu sanki tek bir insanmışçasına organizma olarak incelemişti. Aydınlanma liberalizmi kutsamış ise Pozitivizm ise tam tersine otokratlığı ve düzenciliği kutsamıştı. Aydınlanma spontane düzene, barışçıl ve sivil topluma dayanan bir sosyal modele güvenirken Pozitivizm tam tersine uzmanların toplumu piyonlar gibi kullanarak doğru yola iletmesini istemişti. Aydınlanmacılar için Fransız devrimi insanların kendi kaderlerini ellerine aldıkları, özgürlüğün eşitliğin ve adaletin hareketi iken Pozitivizm için Fransız devrimi birkaç çapulcunun oyunundan başka hiçbir şey değildi. Onlar ‘düzen içinde ilerlemeye’ inanıyordu, gerisi birkatım haydutun kavgası olmalıydı. Bunu detaylandıralım.

Comte, Fransız Devrimi’nin iki ana gruba bölündüğünü savunur: devrimciler ve muhafazakarlar. Bu iki grup da Comte’un gözünde toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı, çünkü düzen ve ilerleme ilkelerini dengeli bir şekilde sağlayamıyorlardı. Muhafazakarlar düzenin teminatı olmayı savunurken, toplumsal yapıyı eski gelenekler ve din gibi dogmatik temeller üzerine kurarak toplumu sabit bir noktada tutma arzusundaydılar. Bu sabitlik, Comte’a göre, toplumsal ilerlemeyi ve evrimi engelleyen, teolojik aşamaya ait bir yaklaşımdı. Onun gözünde muhafazakarlar, toplumun pozitif aşamaya geçişini engelleyen gerici bir güçtü.

Diğer yandan, devrimciler ise, ilerleme adına düzeni hiçe sayıyor, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde yıkmayı hedefliyordu. Comte, devrimcilerin toplumun doğal evrimini dikkate almadan, ani ve düzensiz bir değişim talep ettiklerini düşünüyordu. Ona göre, devrimcilerin bu aceleci tavrı toplumun uyumunu ve istikrarını bozarak kaosa yol açıyordu. Aydınlanmanın devrimci özgürlük ve eşitlik söylemleri, Comte için düzensiz bir ilerleme arzusundan ibaretti; toplumsal yapının rasyonel bir temele oturmadan kökten değiştirilmesi ise, sadece kaos yaratacaktı. Düzen, onun için ilerlemenin önkoşuluydu. Comte, düzeni ilerlemenin önkoşulu olarak görüyordu, çünkü toplumsal uyum ve istikrar olmadan kontrollü, bilimsel bir ilerlemenin gerçekleşemeyeceğine inanıyordu. Üstelik, onun ideal düzeninde başta olacak uzmanlar topluluğunun toplumu sağlıklı şekilde analiz edip yönlendirilebilmesi için, düzen gerekliydi. Kaotik veya düzensiz bir ortamda bireysel çıkarlar öne çıkar ve toplum bilimsel yöntemlerle rasyonel bir şekilde gelişemezdi. Düzen sağlandığında, toplum kademeli ve kontrollü bir evrim sürecine girebilir, bu da anarşi ve çatışmalardan uzak, güvenli bir ilerlemeyi mümkün kılardı. Bir defa, öncelikle toplumda ortak bir değerler konsensüsü oluşturulmalıydı, düşünce yapıları ilerleme fikrine uyumlu hale getirilmeliydi. Bunların olmadığı bir devrim süreci sadece yıkacak, ama yapmayacaktı. Yaptıkları, zihinlerde bir hiç olacaktı.

Ya Comte ne istiyordu? 

Comte’un çözümü, Fransız Devrimi'nde karşı karşıya gelen bu iki ana grubun eksikliklerini gidermek için pozitivizmin 'düzen içinde ilerleme' anlayışına dayanıyordu. Onun gözünde, ne devrimcilerin kaotik ilerleme tutkusu ne de muhafazakarların eskiye bağlı durağan yapısı, toplumu bilimsel bir doğrultuda ileriye taşıyabilirdi. Pozitivizm, düzeni ve ilerlemeyi aynı anda hedef alır ve her ikisini de bilimsel bir temelde birleştirirdi. Toplumun uyumu, uzmanların rehberliğinde ve bilimsel yöntemler (olguculukla ve metafizik dünya görüşünün tasfiyesiyle) aracılığıyla sağlanmalıydı; ancak bu şekilde, toplum doğal bir evrim süreciyle ilerleyebilirdi. Comte’un çözümü, toplumu bir bütün olarak ele alıyor; bireyi tek başına değil, kolektif olarak toplumun uyumuna ve düzenine hizmet eden bir unsur olarak görüyordu. Onu, gündelik hayatın ve gündelik siyasetin ve Comte'un alerjisi olan demokrasilerin güdümünden çıkararak uzmanlar tarafından kendisinin insanlık ailesi ve onun ilerlemesindeki yerinden ve görevinden haberdar edilen, bunun için çabalayan daha ''yüce'' bir insan olmaya yöneltiyordu.

Pozitivizme göre, ilerleme ancak ve ancak sağlam bir düzen içinde gerçekleşebilirdi ve bu düzen, alanında uzman olanların otoriter bir yönetimiyle sağlanabilirdi. Bilim insanları, sosyologlar ve uzmanlar, toplumu rasyonel bir temelde yönetmeli ve bireylerin bilgi eksikliği nedeniyle hatalı kararlara sapmalarını önlemeliydi. Comte’a göre, toplum bir organizma gibi işlemeliydi; bu organizmanın her bir parçası, uyum içinde işleyişe katkıda bulunmalıydı. Bu bakış açısıyla, toplumdaki bireylerin birbirine benzer, uyumlu bir şekilde hareket etmesi gerektiği sonucuna varır. Burada, örneğin işçi ve patron çatışmasına yer yoktur, bu metafizik düzenden kalmadır ve organizmanın bu iki değerli parçası devletin başındakı uzmanların, kendilerine aşılanan ''insanlık ailesindeki işbölümünün yeri'' inancının emeği ve Comte'un önem verdiği, insanın maddiyatçı tarafını baltalayan ve toplumsal kesimlerin uzlaşımını onları daha maneviyatçı bir bakışa itecek olan STK'ların emeğiyle uzlaştırılacaklardır. Eğer toplumda çok farklı birey türleri olursa, 'ordre' yani düzen bozulacak ve gerçek anlamda ilerleme sağlanamayacaktı. Bu yüzden pozitivizmin dini olan insanlık dini (ki buna değineceğim) ve insanlık idealine dayanan işbirlikçi ahlaki değerleri benimsemeyenlerin toplumsal düzende yerleri olmamalıydı.

Pozitivizmin bu yaklaşımı, onu bir çıkmaza da sürüklüyordu; ne bireyin değerini öne çıkaran, liberal Aydınlanmacılar ile ne de metafizik ve dine dayalı eski düzenin savunucuları ile uzlaşabiliyordu. Comte’un pozitivizmi, Aydınlanma’nın bireysel özgürlük ve sivil toplum odaklı modelinden tamamen ayrışıyordu. Pozitivizmin hedefi, her bireyin serbest iradesiyle değil, toplumun bütün olarak otoriter bir düzen altında, uyumlu bir yapı içinde ilerlemesiydi. Bu modelde, bireyden beklenen, toplumun uyumuna katkı sunması ve kendi çıkarlarından vazgeçerek topluma hizmet etmesiydi. Pozitivizm için birey, toplumun evrimsel ilerlemesinde bir araçtan ibaretti ve bu sebeple bireyin tek başına önemi yadsınıyor, toplumun bir bütün olarak ilerleyişine hizmet eden bir düzen içinde yer alması isteniyordu."

 Comte, Marx'la da anlaşamıyordu. Marx’ın sınıf çatışmasına dayalı toplumsal analizini ve devrimci yaklaşımını sert bir şekilde eleştiriyordu. Ona göre Marx’ın çatışmayı esas alan görüşü, toplumda kaosa yol açar ve pozitif aşamaya ulaşmasını engellerdi. Comte, toplumsal ilerlemenin çatışma yerine, uyum ve iş birliği içinde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu. Marx’ın sınıfsız bir toplum hedefini de gerçekçi bulmuyordu; Comte’a göre, toplum doğal bir hiyerarşi içinde, yetenek ve bilgiye dayalı bir düzenle yönetilmeliydi. Pozitivist düşünceye göre her bireyin toplum içinde bir görevi vardır ve bu görevlerin dengeli bir biçimde, otoriter bir yapı içinde uyumla sürdürülmesi, toplumun düzenli ilerlemesi için elzemdir. Marx’ın sınıf temelli yaklaşımı, Comte’un bilimsel bilgiye dayalı, uzman rehberliğinde düzenli bir evrimle ilerleyen toplum modeline zıt düşüyordu.

“Batıyı anarşik bir demokrasiyle kokuşmuş bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoruz. Biz sosyokratlar (Comtecu düzenin destekçileri) aristokrat olmadığımız gibi demokrat da değiliz. Olguculuk, bunların müessif çatışmaları yerine aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi kuracaktır. Siyasamız, bu iki eksik ve tutarsız yanın üstünde bulunmaktadır. Felsefesel ve toplumsal mezhebimin sürüp geldiği otuz yıldan beri çeşitli rejimlerimizde muhalefet denilen şeye karşı daima derin bir nefret ve her türlü yapıcılara [pozitivistler] karşı gizli bir yakınlık duymuşumdur. Tutucularımızın gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakındır.’’

Sosyokratların iddası önceden belirttiğim üzere toplumun yasalarını keşfetmek ve ilişkilerini incelemek, ilerleme yönünü tahmin etmek ve bu ilerlemenin önündeki tüm engelleri kaldıracak şekilde, zaten değişmez olan bu yöne gidiş süresini kısaltmak adına toplumu bir saatin dişlileri gibi yeniden tasarlamak, bozuk olan dişlileri atmaktı. 

Şimdi, Comte için toplumsal düzeni anlamak, kavramak ve değiştirmekte çok önemli bir öğe olan dinler, fikirlerin ilerleyişi ve zihinsel evrim sürecine dair düşüncelerine göz atalım.

Bahsedilen ilerleyiş sürecini ve bu ilerleyişin nasıl olacağını ise Comte şöyle tasarlamıştı: Üç Hal Kanunu

Comte için toplumların aşamalarını belirten yegane şey, insanların düşünüş biçimleriydi. Toplumları birer organizma olarak ele alan Comte için ise bu toplumlar belirtilen düşünceleri homojen bir biçimde paylaşmalı ve içinde bulundurmalı, bu inançlar toplumun ortak paydası olmalıydı. Tüm toplumsal örgütlenmeler ve yapılar ise elbette bu düşüncelerden bağımsız olamazdı ve bu düşüncelerin yansımaları olmalıydı. Antik Yunan demokrasisi elbette ki genel olarak inanılan demokrasinin bir tezahürü ve yaratımıydı. Comte için bu aşamalardaki geçişler insan aklındaki düşüncelerin değişmesinin bir ürünüydü ve bundan ayrı olarak sırf ve büyük çoğunlukla iktisadi, coğrafi sebeplerle açıklanamazdı. Ayrımlarına verdiği adlarda da buna değindiğini daha iyi anlayacağız. Şimdi üç hale bakalım

1.    

1-     TEOLOJİK EVRE

İnsan bu dönemde var olan ve yaşanan tüm olayların ve fenomenlerin, olguların doğaüstü güçler ve Tanrılar tarafından yapıldığına inanılır. Doğaya ilişkin olgular değişmez ardışık yasaların değil, hayat ve akıl sahibi iradelerin ürünüdür. Her olayın ve yaşanan tüm iyiliklerin ve kötülüklerin sebebi Tanrı’dır. Şimşek çakıyorsa Tanrı kızgındır, bu sene ürünler bereketliyse tanrı ödüllendirmiştir. Kısaca var olan her şeyin açıklaması Tanrı’da aranır. İnsanlar olguların ilişkileri veyahut varoluşlarını akıllarına dayanarak veyahut deney ve gözlemle açıklamak yerine ilahi buyruklarla, kutsal kitaplarla açıklarlar. Felsefe Tanrı’nın ne dediğini anlamaya, iktisat kutsal kitaplarda nelerin emredildiğine ve siyaset ise Tanrı’nın neler buyurduğu ve yönetimde kimi uygun gördüğüne dayalıdır. İrrasyonelite, hayal gücü ve duygular güçlü haldedir.  Kuralların hepsi dine dayalıdır.

Bu dönem ise kendi içinde tekrar üçe bölünür: fetişizm, Çoktanrıcılık ve Tektanrıcılık

Fetişizmde insan aklına dair hiçbir emare yoktur, evreni ve insanı anlamak için takılan gözlükler tamamen büyüsel ve duygusaldır. Katıksız bir mistiklik vardır. Çoktanrıcılıkta ise insan aklına dair emsaller bulunabilirken hala daha duygu yoğunluklu bir anlayış bulunur, ancak nedensellikler daha net halde kurulur. Örneğin artık denizler kudurduğu zaman bu olgunun Tanrılar ile ilişkisinin olduğu net halde anlaşılır. Tektanrıcılık ise daha ileri bir noktadır. Çoktanrıcılık insan şekilciğine karşılık Tektanrıcılık akıl yürütmelerin etkisinin artması ile ‘Tanrılar çok daha güçlü ve büyüklerse insanlarla benzeşmeyeceği’ fikri güçlenmiş ve Tanrılar ‘en yüce, mutlak güce sahip ve insana benzemeyen’ bir hale büründürülmüştür.

İnsan, bu dönemde çocukluk halindedir, anlayamadığı her şeyi doğaüstüne atfetmiş, soyutlamalar ve değişmez fizik yasalarına başvurmak yerine nesnelere kutsal güçler atfederek bunu yapmış ve metafiziğin aksine bunu akıl yolu ile değil, sezgi ve duygularına dayandırmıştır.

METAFİZİK EVRE

 Comte için tüm evreler birbiri ile bağlantılır demiştik, burada ise çoktanrıcı dönemde rolü artan aklın rolü daha da artarak artık evren kişiselleştirilen, insan formunda olan, hayat ve akıl sahibi Tanrılardan ziyade ‘doğa’ gibi soyut kavramlar ile açıklanır. Örnek verecek olursak artık ağaçlara orman perileri hükmetmez, somut bedenlerin içinde var olup bir anlamda onlara can veren ancak onlardan farklı olan bir güç, bir kuvvet onlara hükmetmeye başlar. Bu Aristo için ‘bitkisel ruh’ olmuştur. Artık nesneler yaptıkları her şeyi, özlerinde olan veyahut içsel bir erdem dolayısıyla yapmaya başlar. Aslında bu kurgular Tanrı açıklamalarından farklı olsa dahi tekrardan doğanın sanki bir bilinçli varlıkcaymışcasına algılandığını fark ederiz. Mesela Aristo için doğa ‘en iyiyiye eğilimli’dir. Bir cisim düşüyorsa o cisim, ‘doğal yerine’ ulaşmak istiyordur.

İnsan artık Tanrıya başvurmak adına zihnine başvurarak birtakım benzetmelerle ve nesnelere bazı erdemler ve eğilimler atfederek doğayı açıklamaya çalışır. Burada insan zihninin saltlığı, a priori bilgilere olan güven de giderek artar. Bu soyut güçler elbette bazı deneysel temellere ve gözlemlere dayanmasına rağmen son noktayı amprik verilerin yorumlanması değil, insan aklının soyutlamaları koyar. Bu dönem teolojik dönemden daha sistematik olmakla beraber politik alanda doğal haklar gibi kavramlar ortaya çıkmaya başlar ve liberaller değerlerin doğumu gerçekleşir. Açıklamalar hem sosyal hem de doğa konularında spekülasyonlara sırtını yaslar. Bu döneme insanlığın gençlik dönemi diyebiliriz.

POZİTİVİST EVRE

Bu dönemde ise dünyayı açıklama gücü tamamen deney ve gözleme geçer. Hume’un nedensellik eleştirilerinin etkisi ile kesin ve doğru mutlak nedenleri aramaktan veyahut emin olunarak yapılan metafizik soyutlamalardan ziyade olguların birbirleri ile olan ilişkileri, birbirlerini takip etmeleri, kısaca olguların yani fenomenlerin değişmez ilişkileri incelenir. Artık açıklamalar salt zihin ile veyahut salt akıl ile oluşturulan spekülasyonlardan ziyade bilime ve amprik verilere dayanır. Artık sosyal hayattaki düşünme şeklinde baskınlık da soyutlamalara ve spekülasyonlara daha yatkın olan, aprioriciliğe sırtını daha fazla yaslayan felsefeden ziyade amprik veriyi maksimize etmeye çalışan bilime geçer.

Çoktanrıcılık tektanrıcılığa ve tektanrıcılık metafizik döneme, metafizik dönem ise her seferinde daha da sistematikleşen ve açıklamaları çok kaynaktan tek bir kaynağa dayandırma eğilimi göz önüne alınırsa pozitivist evreye yol açmıştır. İnsanlar artık fenomenlerin içsel anlamlarını veyahut kaynaklarını aramaktan ziyade tüm bu fenomenlerin nasıl bir ilişkide olduğunu keşfetmeye çalışmıştır. Bunlar da elbette ki yasalarla açıklanır ve elbette ki bu yasalar metafizik spekülasyonlar ve teolojik kutsal kitap yorumlarından ziyade bilime dayanmalıdır.

İşte tüm toplumlar bu evreleri geçirmek zorundadır ve hepsi de sonunda kaçınılmaz olarak deney ve gözlemin, bilimin hakimiyetine yani pozitivist evreye varacaklardır.

SEKÜLER BİR DİN: İNSANLIK DİNİ


Fransa'da bir İnsanlık Dini kilisesi.
 Geleneksel dinlerin artık miadını doldurduğunu düşünen Comte, başrahip olduğu insanlık dinini geliştirmeye karar verdi. 

Comte’un İnsanlık Dini fikri, toplumun teolojik, metafizik ve pozitif evrelerden geçişiyle şekillenmişti. Teolojik evrede toplum, doğaüstü güçlere dayalı inanç sistemleriyle düzenlenirken, metafizik evrede ( aydınlanmacı din yorumları ve deizm onun için bu dönemin dinleridir) soyut düşüncelere dayanan ideolojiler öne çıkmıştı. Ancak bu aşamalar toplumsal uyumda yetersiz kalmış, çatışmalar ve ayrılıklar yaratmıştı. Pozitif evreye ulaşıldığında ise, toplumun artık bilim ve akıl temelli bir düzenle uyum içinde ilerlemesi bekleniyordu; ancak Comte, bu düzenin sağlanması için bir manevi bağa, yani bireyleri bir arada tutacak yeni bir inanç sistemine ihtiyaç duyulduğunu düşünüyordu.

Ona göre, geleneksel dinler artık toplumun düzenine katkı sunmuyor; aksine, bireylerin arasına ayrılıklar sokarak toplumsal yapının bütünlüğünü tehdit ediyordu. Yeni çıkan deizm gibi inanç biçimleri ise insanları ritüeller ve organizasyonlarla birleştirmediği gibi, maneviyat açısından da yetersiz kalıyordu. Bu nedenle, toplumu hem manevi hem de örgütleri aracılığı birleştirecek ve bilimsel düşünceye dayalı bir düzen içinde tutacak, geleneksel inanç temellerinden arınmış, ancak manevi açıdan tatmin edici ve huzur verici bir güce sahip inanç sistemine ihtiyaç vardı. İnsanlık Dini, bireylere insanlık tarihini ve kolektif evrimi kutsal bir değer olarak sunarak, toplumda bir uyum ve dayanışma hissi oluşturmayı hedefliyordu.

Bu fikir, bireylerin toplumsal yapıda ve toplumsal yapıyla kendilerini bulduklarını öğütleyerek, kendilerini 'büyük insanlık ailesinin' bir parçası olarak görmelerini amaçlıyordu. İnsanlık Dini’nin sembolleri, ritüelleri ve normları aracılığıyla, insanlar tek bir organizmanın uyumlu parçaları olduklarını hissedecek; toplum için fedakarlık yapma bilinci geliştireceklerdi. İnsanlık Dini, toplumun birlikte hareket etmesini sağlayan, onu bir arada tutan bir yapıştırıcı görevini üstlenmeliydi. 
Comte, bu manevi bağ olmadan toplumun düzen içinde evrimleşemeyeceğini, bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket ederek toplumsal yapıyı zayıflatacağını düşünüyordu. Üstelik, Comte için insanda duyguların ve maneviyatın yeri maddiyatçılıktan daha ağırdı, dolayısı ile bir din her zaman gerekli idi. Böylece İnsanlık Dini, bireyleri aynı değerler ve ritüeller etrafında birleştirerek, onların kişisel çıkarlardan sıyrılmasını ve toplumsal uyuma katkı sunmalarını, onların doğal olan manevi ihtiyaçlarını tatmin de ederek sağlayacaktı.

 Bununla beraber, insanlık dini sadece araçsal bir değere sahip değildi, Comte öncelikle insan doğasını kucaklıyordu ve ilk günah düşüncesine yabancı olan inancında birçok insana kendilerini özgürce tanıma fırsatını veriyordu, kişinin manevi dünyasında bireysel anlam arayışını insanlığın kolektif evrimine bağlayarak derin bir aidiyet hissi yaratıyordu. Geleneksel dinlerdeki doğaüstü manevi deneyimlerden farklı olarak, bireyi insanlık tarihinin ve geleceğinin parçası olarak konumlandırıyordu. Bu da kişinin yalnızlık duygusunu hafifletirken, kendini daha büyük bir amaca adama tatmini sağlıyordu. Böylece insan, yalnızca bireysel varoluşunu değil, insanlığın uyumlu ve ilerleyen bir bütünün parçası olma duygusunu deneyimleyerek manevi bir güç buluyordu.

Alperen Özali, 4.02.2023

Kaynakça

Kalelioğlu, U. B. (2019). AUGUSTE COMTE’UN İNSANLIK DİNİ KURGULAMASINDA ÜÇ HAL KANUNUNUN ROLÜ VE POZİTİF DİNİN NİTELİKLERİ . Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (3) , 535-544

Varel, A.(2017). Pozitivizm ve siyaset: yöntembilimsel bir eleştiri. Amme İdaresi Dergisi, 50(3), 1-25.

Söğütlü, İ. (2008). İki Farklı Epistemoloji İki Farklı Siyaset: Rasyonalist ve Ampirist Siyasetin Felsefi Kökenleri . Liberal Düşünce Dergisi , (52) , 197-214

 Wernick, A., 2000, Auguste Comte and the Religion of Humanity: The Post-Theistic Program of French Social Theory, Cambridge: Cambridge University Press.

Mill, J.S, Auguste Comte ve Pozitivizm,(Çev, Enfal Erkan),  Fol Kitap,2021