yazılarımızdan arayın

19 Ocak 2023 Perşembe

Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına değil midir? (1)

 

Utiliteryen açıdan piyasalar.

1.     1.Kısım:  Teorik altyapılar

A.Birey ve toplumun çıkarlarının uzlaştırılması,

B. Kendi çıkarları peşinde koşan insanın topluma yaptığı katkılar ve ekonomik özgürlükler:

Bu yazıda ele almaya çalışacağım şey utiliteryen bir yaklaşımın gerçekten klasik utiliteryenlerin vardığı gibi serbest piyasa mı, yoksa onun alternatifleri olan planlamacılığa veyahut anarko-komünist bir ekonomiye varacağıdır. Öncelikle utiliteryenizm nedir onunla başlayalım. Burada utiliteryenler bahsederken genel olarak klasik utiliteryenlerden bahsedeceğim unutulmamalıdır. Bunun yanında hem Bentham hem de Mill yaşamlarının sonlarına doğru devletçi sayılabilecek bazı politikaları desteklediler ki, ben burada onların bu yanlarını göstermekten ziyade yaptıkları piyasa, otonom birey ve hürriyet savunularını bahis alacağım


Faydacılığı gerçek bir karar alma metodu haline getiren ve onu sistemleştiren Bentham, Fayda ilkesini ‘Principles Of Morals and Legislation’ adlı eserinde şöyle anlatır:

'‘Fayda ilkesi ile her ne tür olursa olsun bütün eylemleri onaylayan ya da onaylamayan eylem kastedilir.  Bu onaylanma ya da onaylanmama eylemden etkilenen kişilerin mutluluğunu arttırma ya da azaltma eğilimine, bir başka ifadeyle mutluluk ya da tersini ortaya çıkarma eylemine bakılarak yapılır. Fayda ilkesi sadece bireylerin değil, hükümetin de ölçüsüdür''.(1)

Böylelikle şu sonuç ortaya çıkar: ister bireylerin ister hükümetin kararları toplumun mutluluğunu arttırıyorsa doğru, eğer tersi bir eğilime sahipse yanlıştır. Buradaki fayda kavramı çok muallakta kalmış gibi görülse de Bentham sık sık metinlerinde ‘haz’, ‘iyilik’ ‘fayda’ ve ‘çıkar’, ‘mutluluk’ kelimelerini birbirleri yerlerine kullanır.(2) Bentham için doğanın insana verdiği bu iki ‘efendiye’ göre insan eylemlerini gerçekleştirir ki bunlar bahsettiğimiz haz ve acı kavramlarıdır. Ne yapılması gerektiğini, yani ‘ought’u belirleyen kavramlar da bu iki efendimizden başka hiçbir şey değildir. (3)İnsan doğası itibariyle hazza yönelip acıdan kaçmaya programlıdır, Bentham için yapılacak şey ise hazzı maksimize etmektir. Tüm sosyal kurumları da bu şekilde analiz eden Bentham iktisada ve serbest piyasa da bu gözle bakmaktadır. Burada yaptığı toplum vurgusu ilk bakışta kollektivist bir tavırmış gibi gelse de ilerleyen zamanda böyle olmadığını göreceksiniz.

Bentham VE Özgürlük

Özgürlük kavramı liberal anlamda ‘baskının yokluğu’dur, yani bir nevi otonomidir. (4) Bir Liberal olan Bentham ise özgürlüğü savunusunu fayda prensibine dayandırmaktadır. Bahsettiğimiz gibi eğer insanın doğası acıdan kaçmak ve hazza yönelmekse ve bireylerin amaçları da hazlarının peşinden koşmak ise bu durumda bireye olağanca alan açılmalıdır. Bunun yanında bireyler kendi hazlarını maksimize edeceğini düşündükleri yaparken tatmin olurlarken bir baskı durumunda korkuya kapılacaklardır. O halde bireylere otonomileri teslim edilmelidir. Çünkü toplumun teker teker bireylerin toplumundan başka hiçbir şey olmadığını savunan Bentham için topluluğun mutluluğundan kastedilen şey ‘teker teker’ bireylerin mutluluğundan başka bir şey değildir. (5)

 Bireyler ise teker teker var oldukları ve biricik olduklarından dolayı ve ancak kendilerine haz getireceğine inandıkları şeyleri yapınca mutlu olabilen canlılar olduklarından dolayı bir başkasına zarar vermedikleri durumlarda otonom olarak kendi başlarına karar almaları hem kendi faydalarını hem de teker teker bu bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun faydasını maksimize edecek yegane şeydir ki işte tam olarak bu, hürriyettir.


Bir örnek verelim, Alperen bir birey olarak kendini tanımakta ve x işini yapacağı zaman mutlu olacağına inanmakla beraber bu toplumun geneli için anlamsızdır. Alperen’in bir birey olarak kendini elbette ki kendisi olmayan insanlardan daha iyi tanıdığı gibi oldukça makul bir varsayımda bulunan faydacı için, Alperen’in kendisinin haz alacağı şeyi yapması hem olası çıktıların faydasını maksimize edecektir ki bunun hem kendisi hem de toplum adına birçok faydası vardır, bunun yanında Alperen de basit bir insan olarak haz ve acı prensiplerini takip eder ve kendi faydasına olmayacağını düşündüğü bir şeyi yaparak asla mutlu olamaz. Eğer faydacının amacı haz maksimizasyonu ise anlaşılacağı üzere bireylerin otonomilerini onlara teslim etmek olmalıdır. O halde Alperen burada kendi fikrinin peşinden gitmeli ve hazzını maksimize etmelidir. 

İşte yasamacının görevi ise olabilecek en az fedakarlık ve acı ile olası en yüksek hazzı yakalamak olmalıdır.(6)

Not: Aslında burada bir kabullenme de söz konusudur. Bentham için ideal durumu bireyin bir eylemi yapacakken önem ağırlığını genel faydaya yaslamakla beraber kendisini de düşünerek yapmalıdır ve bu eylemlerin kime ne fayda sağlayacağını bir tarafsız gözlemci gibi değerlendirmeli ve bunun sonuçlarının ağırlığına göre x ya da y yi yapmaya karar vermelidir. Ancak Bentham, hayatın olağan akışı içerisinde bireylerin kendi eylemlerini gerçekleştirirken bir tarafsız gözlemci gibi olamayacakları ve aynı zamanda onların kendi hazlarına da olacağını düşünmediği şeyleri yaparken mutsuz olacaklarını öngörmüştür. O halde birey kendi mutluluğunu topluma feda edecek ve mutlu olamayacaktır, eğer her birey bunu yaparsa teker teker bireyler toplamı olan toplumdaki her insan herkesi mutlu etmeye çalışacak ancak kimse mutlu olamayacaktır. O halde Bentham çoğu durumda kişilerin kendi yararlarını gözeterek eylemler yapmalarını olumlu bulacak ve bunu toplum faydasıyla uzlaştırmaya çalışacaktır.

Verdiğim örnekteki gibi bireyler ancak kararlarında hür oldukları zaman mutlu olabiliyorsa ve onları merkezi bir otoritenin zorlamaları ancak mutsuz edecekse ve aynı zamanda biricik bireyler kendi hazlarının maksimize yolunu diğer insanlardan daha iyi hesaplama eğilimine sahiplerse bu sözün meali şudur:

‘olabildiğince az kural ve olabildiğince fazla otonomi ve özgürlük ile haz maksimize edilir.’

Bireylerin bir başkasına zararları olmadan otonom halde karar alabildikleri, yani özgür oldukları bir toplumsal durum, bu toplumu oluşturan teker teker bireylerin -ve onlar adına en uygun karar alıcı olan yine kendilerinin- haz maksimizasyonu arayışına dayalı bir toplum, yani hem iktisadi hem de siyasi özgürlüğün maksimize edildiği bir toplum potansiyel olarak en mutlu toplum olacaktır.

Bu yüzden Bentham, genelden farklı ve ilk bakışta kollektivist bir yol izliyor gibi görünse de kendisi Liberaldir. İşte tam da bu yöntemi iktisada vurduğumuz zaman neden Bentham’ın devlet müdahalesini olabildiğince minimize etmek istediğini anlayabiliriz. Bireyler nasıl ki etik alanda otonom olduklarında çıkan sonuçlar daha fazla hazzı getiriyorsa benzer şekilde iktisatta da bu değişmez. (7)

Bentham’ın iktisadi görüşleri hakkında alabileceğimiz ipuçlarının en basiti Adam Smith’ten ‘politik ekonominin babası’ ve büyük bir usta olarak bahsetmesidir ki 1787 yılında yazdığı ‘Tefeciliğin savunması’ kitabındaki argümanları temel olarak ‘rıza’ kavramı ve ‘sözleşme özgürlüğü’ne dayanmaktadır. "Sözleşmeleri zincirleyen siz; insanın özgürlüğüne kısıtlamalar koyan sizler, bunu yapmanız için bir neden belirlemek ... size düşüyor." …. "olgun yaşta ve aklı başında, özgürce hareket eden ve gözleri açık olan hiç kimsenin ... uygun gördüğü şekilde para kazanmak…’(8) görüleceği üzeredir ki bunlar liberal argümanlardır. Bentham bu fikirlerinin utiliteryen temelini ise muhtemelen yukarıda bahsedilen otonomi ve özgürlük savunusu ile yapmış olmalı. Ona göre iktisadi alanda da olabildiğince fazla serbest piyasa ve olabildiğince az devlet teker teker bireylerin maksimum hazzı ve verimliliği anlamına gelirdi ki bu da toplumun mutluluğunun maksimize olması demekti. Anlaşılacağı üzere Bentham, olabildiğince az devlet müdahalesi ve olabildiğince çok serbestiyet fikri ile akıllarda canlanan bir ‘devletçi, zorba faydacı’ imajının tam tersi yönünde ilerler ki aynı kişilerin kendi hazlarını maksimize etme ve kendi kararlarını almadaki verimliliklerini vurgusu onun aynı zamanda ‘’olabildiğince çok sivil toplum ve az sosyal devlet’’ şeklinde özetlenecek görüşler geliştirmesinde de etkili oldu.

 

JOHN STUART MİLL

Faydacı teorinin özgürlük ve bireysellik hakkında neler söylediği sorulduğunda asıl kendisine başvurulan kişi olan Mill için ise özgürlük ‘otonomi’ anlamındadır. Yani bireyin dış baskıların yokluğunda kendi kendini yönetiebilmesi (self-governing) bir insan olabilmesidir. Bentham’ın otonomi fikrini benimseyen Mill için her birey hazzını maksimize etmek isterken aynı zamanda biricik yapıdadır. O halde nasıl farklı türde bitkiler farklı büyütme yöntemlerine sahipse her bireyin fayda maksimizasyonunun farklı bir süreç izlemesi kadar doğal hiçbir şey yoktur.(9) Hem bireyler kendilerini potansiyel olarak diğerlerinden daha iyi tanımaktadır hem de karar alırlarken kendi rızalarını gözetmeleri yani gönüllü olmaları, onları mutlu edecektir. Teker teker bireylerin istedikleri yaşam tarzını seçip, kendi eylemlerini planlarken son karar alıcının kendileri olmaları ise bir bireyci olan Mill için onların faydasını maksimize edecekken bu toplum için de fayda maksimizasyonu demektir. Yani özgürlük ve bireysellik iyidir, çünkü hazzı maksimize etmenin yegane yoludur.

‘…Farklı insanlar ruhsal gelişim açısından farklı yaşam koşullarına ihtiyaç duyarlar. Her bitkinin yetişme ortamı birbirinden nasıl farklıysa, bütün bireylerin de aynı ahlaki ölçütlere sahip olması beklenemez. Bir kişinin gelişimine sebep olan koşullar, bir başka bireyin gelişimini durdurabilir. Bir birey, belirli bir yaşam tarzında kendini geliştirebiliyor ve tatmin olabiliyorken, bir başka birey aynı yaşam tarzında tam anlamıyla bir çöküş yaşayabilir. Bireylerin yaşam tarzları birbirleriyle aynı olduğu sürece, bireyler ne mutlu olabilirler ne de düşünsel, ahlaki ve estetik ideallerine ulaşabilirler.’(10)


Bunun yanında Mill için özgürlük, Brntham’ın hayal ettiği kadar basit ve mekanik bir ‘araç’ değildir. Özgür olmak, bir nevi sonuçlarından bağımsız olarak kendinde mutluluk getirir. Bireysellikten mutlu olma hali onun için insan doğasında vardır.

‘Fikirlerimizi insanoğlunun tek ya da birkaç yapıya bağlı olarak modellenmesi için bir sebep olmadığı için savunuyoruz. Eğer bir kişi, yeterli dereceden sağduyuya ve deneyime sahipse, kişinin kendi iyiliği için kendi istediklerini yapmaya karar vermesi iyi bir şeydir. Kişinin kendi istediklerini yapması ‘en iyi yol’ olduğu için değil, kişinin ‘kendi yolu’ olduğu için savunulmaktadır. İnsanlar koyun değildir. Hatta koyunlar bile birbirlerinden kolaylıkla ayırt edilebilen canlılarlardır. Bir insan, ölçüleri alınmadan bir çift ayakkabı ve palto bile alamazken, aynı insandan tek bir yaşam tarzını kendine uydurmayı beklemesi saçmadır. İnsanların hepsinin farklı zevklere sahip olmaları bile, hepsinin tek bir yaşam tarzına uydurulamayacağının kanıtıdır.’(11)

Bunun dışında Mill hem böylelikle yaşam tarzları için bir özgürlük savunusu yaparken düşünsel mutluluğun sağlanması için özgür bir düşün ortamı ve bunun yanında kişilerin fikirlerini herhangi bir baskı veya otorite olmadan özgürce ifade etmesinin olmazsa olmaz olduğunu vurgular. Bunun yanında pratik sonuçları da toplum için faydalıdır.(12)

İktisadi alanda ise Mill, Bentham’ın ‘çıkarları peşinde koşan bir varlık olarak insan’ görüşünü devam ettirmiş ve homo economicus a inanmıştır. O bireydir ki rasyoneldir ve her zaman kar-zarar hesabı yaparak en az emekle çıkarını maksimize etmeyi, yani faydacı bir tabirle mutluluğu amaçlar. Bireylerin ise kendi çıkarları peşinde koşmaları nasıl etik alanda bazı sınırlar dahilinde toplam çıkarı maksimize ediyorsa aynı şekilde rasyonel bireylerin kendi çıkarları peşinde koşmaları iktisadi alanda da fayda maksimizasyonunu sağlayacaktır. Bunun yanında siyasi özgürlük ve iktisadi özgürlük beraberdir ve birbirlerinden ayrılamazlar. Siyasi alanda tam olarak bir liberal olan Mill için ise iktisadi alanda da bireylerin hükümet müdahalesi olmadan hür olmaları gerektiği kaçınılmazdır. Hükümetin her şeye el attığı bir ortamda bireyler iktisadi özgürlüklerinden mahrum kaldıkları gibi serbestçe yeteneklerini geliştiremeyecek ve köreleceklerdir. Bu ise hem mutsuzluk, hem de verimsizliğe yol açacaktır.(13)

Mill için rekabet ise ‘fizik alanında güneş ne ise iktisat için odur’(14) Rekabetin genişlemesi hem birey hem de toplum için iyidir. Çünkü rekabet bireyleri olabilecek en karlı işleri yapmaya zorlar ve onların yeteneklerini tam olarak kullanmaları adına bir araç olur, rekabet iyi çalışanı ve yeteneklerini tam kullananı ödüllendirdiği gibi iktisadi alanda da en verimli durumu yaratacak yegane şeydir. Rekabet arz ve talebi dengeler ve fiyatları dengede tutar, bunun yanında rekabet her zaman üreticiyi daha çok malı daha ucuza satmak adına yeni yollar bulmaya iter ki, piyasada daha çok tercih edilsin ve sermayesini genişletebilsin. Bu işlevi ise gelişmedir, yeni teknolojik gelişmeler yapmak adına motivasyon yaratan bu durum son tahlilde hem tüketiciler için fiyatları ucuzlatır hem de maliyeti indirir. Son olarak ise esneklik işlevini sayabiliriz. İhtiyaçların ve zevklerin devamlı gelişmesi ve değişmesi bir gerçektir ve ancak üreticilerin kazançlarının bizzat tüketicilere bağlı olduğu bir serbest piyasa durumunda üreticiler ayakta kalmak için tüketicilerin zevklerinin yönünde ilerlemek adına en büyük teşviğe sahiptirler. (15) Rock müziğin popüler olduğu bir ortamda sadece klasik müzik satışı yapan biri ayakta kalamaz, o da tüketicilerin yeni zevklerine ayak uydurmak zorundadır ki bu durum tüketicileri tatmin eder ve onları mutlu kılar.

Gelir dağılımı

Mill için dağıtım yasaları denen şey fizik yasaları gibi değiştirilemeyen ve mutlaka uyulması gereken şeyler değildir. Hükümet daha fazla fayda sağlayacak şekilde malların kazancının dağıtımını yapabilir. Bunun yanında Mill için doğal durum pek de arzulanır değildir, devletin bazı konulardaki müdahaleleri ve daha da önemlisi sosyalize edilen vergiler olmadıkça güçlü olanların güçsüzleri ezmesi kaçınılmazdır, nasıl doğal siyasal durumu yok ederek insanlar devleti var ettiyse piyasada da bazen bir hakem, bazense bir koruyucu olarak devlet bulunmalıdır. Onun için doğal haklar geçerli olmadığından mülkiyet hakkı da sağladığı faydalar dışında herhangi bir ölçüte sahip olamaz, o halde hükümet güçsüzleri korumak adına gerektiğinde bu hakkı sınırlamalıdır. Özellikle miras gibi çalışarak hak


edilmeyen mülkiyetler bireylerin eşit şartta yeteneklerini yarıştırmalarını engellediği için sınırlanmalıdır. Çalışılarak elde edilmeyen kazançlar onun için pek bir meşruiyete sahip değildir ve olabildiğince sosyal harcamalara ve fırsat eşitliğini sağlamak yönünde kullanılmalıdır. (16)Dikkat ederseniz Mill’in derdi rekabet veya piyasa ekonomisi değil, bu ekonomideki yarışmacıların daha iyi koşullarda başlamaları ve yarışmanın adil olmasıdır. Bu yüzden ona bir sosyalist denmese bile klasik liberallerle bu noktada ayrılarak ‘sosyal liberalizm’in öncülerinden olmuştur, ancak her halükarda Mill hala liberaldir ve piyasacıdır.

 

Bauman’ın İddiaları

Modernizmin her boyutta totalitarizm ile bağlantılı olduğunu savunan, postmodern felsefenin sosyoloji kısmında önemli çalışmalar ortaya koyan ve buradan da liberalizmle pek de haşır neşir biri olmadığını anlayabileceğimiz Bauman, bu yazı dizisinde utiliteryenlerin iddialarını kendi silahları ile vurmaya çalışacak. **

1.Bölüm: 80 sonrası piyasaların serbestleşmesi ve sosyal devletin gevşetilmesi hakkında yorumlar, liberallerin insan doğası ve kişisel çıkar tasavvurları hakkında yorumları.

Bauman kitabına günümüzdeki eşitsizliği anlatarak giriş yapar. 2000 yılında yetişkin nufüsün en zengin %1 i dünyadaki zenginliklerin %40’ına sahipken, en zengin %10’luk kısım toplam zenginliğin %85’ini elinde tutmaktadır. Bauman, kitabında hiçbir dönemde en zengin ülkelerle fakir ülkelerin arasının bu kadar açılmadığını vurgular. Bauman, bunun yanında insanların giderek daha zor iktisadi ve sosyal şartlar altında kaldıklarını yazar:


‘’
Hayatta kalmak ve kabul edilebilir bir yaşam sürmek için gerekenlerin gittikçe zor bulunur ve zor ulaşılır olması…’’

Daha sonra serbest piyasanın bireysel çıkarların toplam faydayı maksimize ettiği iddiasının tamamen yalanlandığını iddia eder. Hatta bunu piyasacılar bile itiraf ediyordur.

"Artan gelir eşitsizliği sosyal açıdan istenmeyen bir durum olsa da eğer herkes zenginleşiyorsa sorun yaratmayabilir. Ancak ekonomik gelişmenin nimetleri zaten yüksek gelirli olan nispeten az sayıda kişiye gidiyorsa, ki esasen bugün olan da budur, bir sorun oluşacağı barizdir’’

İlerleyen sayfalarda artık tarihteki haklar çağının kapanmakta olduğu ve orta sınıfın giderek korumasız olduğundan bahsetmektedir. Bunun yanında sosyal devlet sistemlerinin zayıflaması olumsuz bir etkiye sebep olmuştur. Zenginler devamlı zenginleşirken fakirler fakirleşmeye devam etmektedirler. Kısaca Bauman için günümüzdeki durum rezildi, peki ya madem rezilse insanlar neden hala daha bu sisteme katlanıyorlardı?

Bu durumun sebebi onun için günümüzde yapılan propagandalardır. Özellikle ünlü Neoliberallerden Teatcher’ın şu sözleri, eşitsizliği kutsayan bu saplantının temel görüşlerini ortaya koyar:

Bireylere değer vermemizin nedenlerinden biri, tümünün aynı olması değil, hepsinin farklı olmasıdır.  Bence, Eğer bunu yapabilecek potansiyelleri varsa çocuklarımızın uzamasına, bazılarının uzayarak diğerlerini geçmesine izin vermeliyiz. Çünkü hem kişinin kendi çıkarı hem de bütün olarak toplumun menfaati için her bir vatandaşımızın potansiyelini tam olarak kullanabileceği bir toplum yaratmalıyız.

Thatcher’ın bu söylediklerini doğru kılan 2 öncül şunlardır.

1.İnsanların yetenekleri maruz kaldıkları sosyal koşullardan ziyade tıpkı fiziksel özellikler gibi gücünü doğuştan alır.

2. Her birey çıkarlarını takip ederek toplam faydayı maksimize eder.

Bunun yanında hiçbir gerçeklik payı olmamasına rağmen birçok piyasacı için şu görüşler geçerlidir:

( 1 ) Elitizm faydalıdır (çünkü tanım gereği, sadece nispeten az sayıda kişinin sahip olduğu yetenekler geliştirilerek çoğunluğa fayda sağlanabilir);

(2) Dışlama toplumun sağlığı için hem normal hem de gereklidir; hırs daha iyi bir yaşam için faydalıdır.

Bauman bununla da kalmaz ve şunu da ekler, ‘’homo economicus’un’’ tüm özelliklerini aşağılamaya başlar:

‘’İnançları ve niyetleri ne kadar asil ve ulvi olursa olsun, insanların çoğu kendilerini düşmanca , kinci ve hepsinden öte inatçı gerçeklerle (her zaman her yerde olan hırs ve yozlaşma, her tarafta rekabet ve bencillik gerçekleriyle bunlardan kaynaklanan, karşılıklı şüpheyi ve sürekli teyakkuz halinde olmayı önerip yücelten gerçeklerle) yüzleşmiş halde buluyor.’’

İnsanların çoğu ise tüm bu günümüz toplumunun temellerini oluşturan bu özelliklerin ne kadar kötü olduğunu bildikleri halde boyun eğmektedirler. Çünkü onlar bu sistemin bazı soyut ilkeler ve sosyal anlaşmalar, inşalar üstüne kurulmuş yapay bir yapı olduğunu değil, tıpkı fizik yasaları gibi ‘eşyanın doğası’ olduğunu zannederler, o zaman nasıl ki fizik yasalarından kaçınılması imkansız ise günümüz tüketim toplumunun bu nahoş özelliklerinden de kaçınılması imkansızdır ve bu yolda harcanan tüm çabalar beyhudedir. Tarihin sonu bellidir ve ona itaat edilmelidir.


Liberallerin eşyanın doğası olarak saydıkları özellikler ise şunlardır :

1 . İnsanların bir arada yaşamasından kaynaklanan tüm sorunların (ve her bir sorunun) üstesinden gelmenin ve bunları çözebilmenin tek yolu ekonomik büyümedir.

2. Sürekli artan tüketim ya da daha doğru bir ifadeyle yeni tüketim nesnelerinin dolaşımının hızlandırmak insanın mutluluk arayışını tatmin etmenin belki de tek, muhtemelen esas ve en etkili yoludur.

3. İnsanların eşit olmaması doğaldır ve insan hayatındaki olasılıkları kaçınılmazlıklara göre düzenlemek hepimiz için faydalıdır; yaşamın kaideleriyle oynamak herkese zarar getirir.

4. Rekabet (iki yönüyle: hak edenlerin yükseltilmesi ve hak etmeyenlerin elenmesi/alçaltılması hem sosyal adaletin hem de sosyal düzenin sağlanması için aynı anda gerekli ve yeterli koşuldur.

Bauman için bunlar hakkında hiçbir kanıt yoktur, ancak tüm piyasacı ve liberal politikalar bu ilkeler üzerine kuruludur. O halde bir liberalin bunlara dair kanıt sunma yükümlülüğü vardır (yazı içinde teker teker ele alacağım)

CÜZDANIYLA OY VEREN SEÇMENLER

‘’Its the economy, stupid’’ bu söz Bill Clinton’un 1992 kampanyasına ait olmakla beraber bir zeigeist’i özetler. Günümüzde özellikle de Amerikan siyaseti ekonomik söylemler tarafından domine edilmiştir. Seçmenler artık kime oy vereceklerini seçerken kişilerin sosyal ve dış politika planlarından ziyade ‘cüzdanlarına kaç para gireceğini’ hesaplamaktadırlar.  Seçtikleri kişinin insan haklarındaki sicili çok


kötü olabilir veyahut dünya görüşü seçmenlerinin bir kısmına ters gelebilir ancak bu kişi iyi bir ekonomik büyüme vaadediyorsa günümüz paradigmasında bir seçmenin yapması gereken ve aynı zamanda yaptığı şey o kişiye oy vermektir. Bauman için artık kişiler iyi bir yaşamı ekonomik büyüme ile özdeşleştirmiştir. Hatta ve hatta politik prensiplerinden ödün vermediği için ekonomik büyüme vaatlerine kulak asmayanlar 'aptal'dırlar. Homo economicus'un sanatsal hazları veya politik ilkeleri olamaz, tüm amacı sadece ekonomik ve maddi olarak çıkar maksimiazasyonu yapmak ve bu yolda olabildiğince az tökezlemektir. Üstelik bu kanı saçma olduğu gibi ünlü ekonomistler tarafından reddedilmektedir. İnsanın ihtiyaçlarını tatmin etmek konusu onun için ‘yetersiz ürün tedariki’nin başımıza açtığı kısa süreli bir dertten ibarettir. Eğer ihtiyaçlar toplamı hesaplanabilir ve üretim kapasiteleri de bunu karşılarsa fazlasına gerek yoktur, durum stabilleşecek ve insanlar artık daha komplike hazlara yönelebilecektir. Burada faydacı liberalleri kendi silahı ile vurur ve Mill’in ‘ Politik ekonominin ilkeleri’ kitabından bir alıntı yapar:

‘’Anaparanın ve nüfusun durağanlaşması insanlığın ilerlemesinin durması anlamına gelmez. Her türlü zihinsel üretim ile ahlaki ve sosyal ilerleme için her zamanki kadar faaliyet alanı olur; zihinler geçinme derdiyle meşgul olmayı bıraktıklarında yaşam sanatının geliştirilmesi için daha fazla alan yaratılır ve gelişme olasılığı artar.’’

Ayrıca Bauman’ın kitabında Mill’in bu kitabı için ‘başyapıt’ gibi bir niteleyici kullanması garip. Daha sonra ise başka bir ünlü ekonomist olan Keynes’ten alıntı yapar:

"Ekonomi sorununun, ait olduğu arka sıralardaki yerini alacağı, insan kalbinin ve aklının yaşamın, insan ilişkileri, yaratılış, davranış ve din gibi gerçek sorunlarla (tekrar) meşgul olacağı gün çok uzak değil'’

Tüm bu söylenenlere rağmen, özellikle neoliberal dönemde yani sosyal devletin zincirlerinin gevşemesinden ziyade tahmin edilenin aksine insanlar kompleks hazlarını geliştirmekten ziyade sadece varlık peşinde koşmaya devam etmiştir. Üstelik her türlü kötülüğün suçu işçilere ve sosyal devlete atılmaya başlanmıştır:

‘’Büyümeye Geçiş krizden ders çıkarmayı başaramayıp, işgücü piyasalarının serbestleştirilmesi için uğraşmaya devam ediyor. Şu anki krize katkıda bulunan politikalar çözüm olarak sunuluyor. Daha fazla güvene ihtiyaç duyulan bir zamanda OECD'nin işçiler için korumayı azaltma önerisinde bulunması özellikle endişe vericidir.’’


Üstelik Neoliberalizm bununla da kalmaz, zenginlerin serbestçe hareket etmelerine ve onların sömürmek için en uygun yerleri kolayca bulmalarına yol açıyor, sömürüyü derinleştirmek ve insanları daha da köleleştirmekten başka hiçbir şey yapmıyor. Üstelik işgücü piyasalarındaki kısıtlanmaların kaldırılması fakirleri daha fakir yapıyor. Gelir seviyelerine darbe vurmakla kalmayıp hayatları da sermayedarların keyiflerine bağlı oluyor. Bauman aslında burada gayet açık ve nesnel bir iddiada bulunmakta:

 ‘Neoliberalizm insanları fakirleştiriyor!’

Bauman bunun yanında bir şeyin de altını çizer, böyle bir iddia ortaya atıldığı zaman bir liberalin yapacağı ilk şey piyasaların serbestleşmesi ile toplam varlıktaki artışın arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktır. Ancak Bauman için liberallerin gözden kaçırdığı şey, toplam varlıktaki artışın eşitsizliğin artışı ile paralel gitmesidir. (Bu liberal için bırakalım negatifi, pozitif bir özelliktedir.)

Sonra ise damlama teorisine saldırmaya devam eder.

‘’Zenginlerin daha da zenginleşmesinin, varlık ve gelir hiyerarşisinde aşağıda kalanlar şöyle dursun, sıralamada kendilerinden hemen sonra gelenlere bile faydası yoktur; varlığın yukarıdan aşağıya yayılacağını söyleyen hayali "merdiven', gittikçe tıkanmış bir eleğe ve aşılamaz bariyere dönüşüyor. "Ekonomik büyüme" az sayıda insan için servet artışı, sayılamayacak kadar çok olan diğerleri içinse sosyal statüde ve kendine saygıda hızlı bir düşüş anlamına geliyor.’’

Üstelik bu damlama teorisi reel ekonomiye de kesinlikle zarar vermektedir:

‘’Modern ekonomi teorisi, denetimsiz piyasaların daha geniş ekonomiye fayda sağlayacak şekilde işleyeceğini öngörür. Bununla birlikle, bankaların küresel ekonomiye kontrolsüz kredi pompalamasına yol açan şey ahlaksız teşvikler olmuştur. Bir sermayeciler kuşağı böylece zenginleşirken, bu durum "reel ekonomiyi'' tıkayan işlemlerin yaygınlaşması yoluyla gerçekleşmiştir.  Para yeni varlıklar, iş sahaları ve iş imkanları yaratmaktan ziyade zaten varolanın transferi yoluyla şirket satın alımlarına, özel sermayeye, mülke, çeşitli spekülatif işlemlere ve servet birikmesini beraberinde getiren finansal ve


endüstriyel faaliyetlere aktarılmştır.’’

Tüm bu verilen örneklerden yola çıkarak, Bauman’ın argümanı kısaca şudur:

"Kredi veren ve finansal kuruluşların serbestleştirilmesi ve özelleştirilmesi yüksek kazançlar, Komisyonlar ve primler sağlayarak finans endüstrisinin tepesindekilere kolay para kazandırırken, "reel ekonomide’’ yaşayan ve çalışan, aynı zamanda hayatlarının seyri ekonomideki iniş çıkışlara bağlı olan milyonlarca kredi lehtarının zaten yetersiz olan varlıklarını daha da kurutmaktadır.’’

Damlama teorisi, alt kesimi sömürmekten başka hiçbir şey yapmamıştır.

Evet, Bauman’ın yorumlarının birinci kısmında ana eleştiri kaynakları liberallerin insan doğası hakkında varsayımları ve kişisel çıkarı yüceltmeleri, ekonomik büyümeyi yeni bir din haline getirmeleri ve 80 sonrası piyasalardaki serbestleşmeydi. Bir sonraki yazıda bu iddiaları hem teorik, hem de ampirik veriler ışığında bir liberal nasıl cevaplayabilir? Sorusu karşınızda olacak. Bu arada, 80 sonrası serbestleşmenin sadece bir re-regülasyondan ibaret olduğunu ve sadece yeni bir devletçilik yönteminden başka bir şey yaratmadığını söyleyen Kevin Carson gibi sol liberteryenlerin iddialarını da ortaya koymaya çalışacağım.

19 Ocak 2023, Alperen Özali

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

(1)   Bentham, Jeremy, Yasamanın İlkeleri, Barkın Asal, On İki Levha Yayıncılık,2011

(2)   Aydın, Metin, Klasik faydacılık  (Utilitarianism), ESKİYENİ Yayınları,2022

(3)   Aydın, Metin, Klasik faydacılık  (Utilitarianism), ESKİYENİ Yayınları,2022

(4)   Crimmins, James, The Bloomsbury Encyclopedia of Utilitarianism, Bloomsbury Academic,2017

(5)   Aydın, Metin, Klasik faydacılık  (Utilitarianism), ESKİYENİ Yayınları,2022

(6)   Aydın, Metin, Klasik faydacılık  (Utilitarianism), ESKİYENİ Yayınları,2022

(7)   Crimmins, James, The Bloomsbury Encyclopedia of Utilitarianism, Bloomsbury Academic,2017

(8)   Rothbard, Murray N., Jeremy Bentham: From Laissez-Faire to Statism, Mises İnstute, Mises Institute, 02/04/2019, https://mises.org/library/jeremy-bentham-laissez-faire-statism

(9)   Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019

(10)           Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019

(11)           Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019

(12)           Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019

(13)           Aydar, Selahattin, LİBERALİZMİN TEMELLERİ: FAYDACILIK VE DOĞAL HUKUK ÜZERİNE BİR İNCELEME, Uluslararası Anadolu Sosyal Bilimler Dergisi, 2021 5-1, 309-328

(14)           Doğruyol, Adnan ve Şükrü Cicioğlu, BİR İKTİSAT BİLİMİ İKİLEMİ: İNGİLİZ DÜŞÜNCESİNDE ETİK VE FAYDACILIK EKSENİNDEN J.S.MILL VE MORAL TEORİSİ, SAKARYA İKTİSAT DERGİSİ,2013 5-3

(15)                   Doğruyol, Adnan ve Şükrü Cicioğlu, BİR İKTİSAT BİLİMİ İKİLEMİ: İNGİLİZ DÜŞÜNCESİNDE ETİK VE FAYDACILIK EKSENİNDEN J.S.MILL VE MORAL TEORİSİ, SAKARYA İKTİSAT DERGİSİ,2013 5-3

(16)                   Doğruyol, Adnan ve Şükrü Cicioğlu, BİR İKTİSAT BİLİMİ İKİLEMİ: İNGİLİZ DÜŞÜNCESİNDE ETİK VE FAYDACILIK EKSENİNDEN J.S.MILL VE MORAL TEORİSİ, SAKARYA İKTİSAT DERGİSİ,2013 5-3

(17)                    

** Bauman kısmında yaptığım tüm alıntılar, kendisinin ‘‘Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına mıdır?’’ kitabından kendisinin aldığı alıntılar ve kendi alıntılarından alınmıştır.

Bauman, Zygmunt, Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına mıdır?, Hakan Keser, Ayrıntı Yayınları, 2014

11 Aralık 2022 Pazar

Sam Harris- Evrim, Natüralist Utiliteryenizm ve Görececilik

 

Harris’in bir çeşit utiliteryen ya da Neo-Utiliteryen olduğunu bir önceki yazımda anlatmıştım. Şimdi ise Harris’in utiliteryenizminin İyi, kötü ve Evrim, İnanç ve Din gibi kavramlara olan bakışını inceleyeceğimiz bir seriye başlıyoruz.

A. İYİ VE KÖTÜ

1.KARŞILIKLI ÖZGECİLİK, İŞBİRLİĞİ VE EVRİMSEL VE DOĞAL BİR HEDİYE OLARAK AHLAKİ İÇGÜDÜ

Harris’in utiliteryenizminin önündeki en büyük engellerden biri, ‘insan doğası’ konusudur. Ahlak kavramını ve bu ahlakı inşa eden yapıların hepsinin insan doğasından gelmesi gerektiğini savunan bir natüralist olan Harris eğer işbirliğini bir değer olarak ortaya koymak istiyorsa bunun doğadaki yerini de bize göstermelidir. Eğer ahlak insan doğasından başka hiçbir şey üzerine kurulamazsa ve ahlakın göklerden gelmediğini savunuyorsa (elbette ki her insan eğilimi iyi değildir, ancak her iyi insan eğilimi ‘eğilim’ olmak zorundadır) ancak işbirliği doğamızda yoksa Harris’in tüm yazdıkları çöpe atılabilir durumdadır. Sonuçta Ahlak toplumsal ilişkileri düzenler ve eğer ortada olması gereken bir işbirliği modeli yoksa düzenlenecek herhangi bir şey de olmaz.

Birçok insan evrimin bir zorunluluk olarak bencilliği gerektirdiğini düşünür ki burada bahsedilen ‘bencillik’ Hobbesçu veya Randçı bir bakış açısıyla kompleks bir düzene yol açabilecek, işbirliği kurulabilecek bir bencillik türü değildir. Burada bahsedilen bencillik tam manasıyla yıkıcı bir bencilliktir, barbarcadır. Doğaya bir bakın denir, birbirlerini yiyen hayvanlar, grup üyesini öldürüp yiyen maymunlar… siz böyle bir doğada bir işbirliği ve alturizm görebiliyor musunuz?

Evet, görüyoruz.

Bir başkasına yardım etmek ilk bakışta tamamen karşılıksız görülebilir. Nehire düşen arkadaşımı kurtarmaya çalışmam çok büyük bir efor yükü getirecektir ve sonuçta bunu bir ‘başkası’ adına yapıyor olacağımdır. Burada bir düşünce deneyi yapmamız gerekir. 10 kişilik bir gruptayız diyelim, hayatın olağan akışı içinde hepimizin karşılaştığı bazı sorunlar olacağını da eğer iq muz 50’yi geçiyorsa muhtemelen anlamışızdır. O halde eğer herkes herkese yardım ederse, grup olarak ve kişisel olarak da hayatta kalma şansımız yükselir. Birimizin evi yapılırken diğerimiz ona yardım ederse hem ev yapma sırası bize gelince bu kişinin bize yardım etme şansının olduğunu bilir ve grup üyemizin başarısının bizim de hayatta kalma şansını yükselttiğini düşünürsek karda olduğumuzu anlarız. 8 kişinin bir haydut çetesiyle ya da bir vahşi hayvanla mücadele etmesinden kesinlikle 10 kişinin mücadelesi etmesi daha kolaydır. Kısacası evrim ‘ben seni göreyim ve sen de beni gör’ ilkesine göre işler. Karşılıklı yardımlaşma hem bireyin hem de grubun çıkarını maksimize eder. Benim partilemek yerine hastalanan arkadaşıma yardım etmem ilk bakışta zararıma gibi görünse de hastalanınca bana bakacak birinin olması uzun süreçte çıkarımı çok daha fazla maksimize eder. Evrimsel süreç bunun örnekleri ile doludur.(1)


Bunun yanında hiçbir hayvanın da mantıkla oluşturulmuş bir süreç sonucunda karşılıklı yardımlaşmaya ulaşmadığını biliyoruz, madem öyle o halde bu özellik nasıl ayakta kaldı? Basitçe, bu yardımlaşma grubu ayakta tutmaya yaradığı ve bu yüzden bu eğilime sahip olan topluluklar ayakta kaldığı için. Hasta olunca arkadaşına bakma eğiliminin olmadığı bir grup kısa sürede çok fazla üye kaybedecek, daha az iş yapacak, üretecek ve tüketecek, dış tehditlere karşı daha savunmasız olacaktır. Bu yüzden de artık bu eğilim rasyonel süreçlerle varılan bir fikir olmaktan ziyade hepimizin içinde bulunan bir psikolojik eğilim haline gelmiştir. Alzheimer hastasına bakan 70 yaşındaki bir kadın muhtemelen ‘benim de başıma bir gün bir bela gelirse bu adam bana bakacaktır.’ diye düşünmüyordur.  Bunu yapmasının sebebi bu psikolojik eğilimi tatmin edip iyi hissetmesidir. İyiliğin gerçekten de hazzı vardır ve bu utiliteryenizm için önemlidir. Doğanız buna programlıdır.

Hayatınızın pek çok noktasında akrabalarınıza ve arkadaşlarınıza hediyeler aldınız ve onlara yardım ettiniz ve bundan bir çıkar hesabı da yapmadınız. Yolda gördüğünüz perişan bir insana yardım etme isteğinizi vicdanınızda hissettiniz. Çünkü insan özgeciliği de tıpkı hayvanlardaki gibi genelde rasyoneliteye değil ancak duygulara dayanır. İnsan ‘ işbirliğine yönelik, ancak zorunlu bilişsel denetimle üstesinden geleceği duygusal eğilimlere’ sahiptir. Düşündüğünüz zaman, bu perişan insana yardım etmek için değil, etmemek için sebep aramaya başlarsınız. Bu kar/zarar hesabının tersi yönde giden bir süreçtir. Yani doğanız ve duygularınız yardım etmek adına çırpınır ve uzaktan baktığınızda bu eğilimlerin pek de mantıklı olmadığı halde sanki bir bilgisayar programı gibi içinize kodlandığını fark edersiniz. Buna rağmen iyilik yaptığınızda beyninizdeki ödül bölgesi tatmin olur ve mutlu olursunuz. Gerçekten de iyilik yapmak hazzınızı maksimize etmenin güzel bir yoludur ve masum insanlara işkence etmemek için kar/zarar hesapları yapmanız gerekmez. Yüksek ihtimalle size para teklif edilse dahi hisseeceğiniz suçluluk duygusundan dolayı oradan uzaklaşırsınız, bu eğilimlere kulak vermek ve onları tatmin etmeye çalışmanın hazzı parayı aşacaktır. (bu fikirde değilseniz ve para teklifini kabul ederseniz tebrikler, psikopatsınız.)(2)

Kısaca hem işbirliği hem de iyilik yapmak hem evrimsel sürecin bir gereksinimi hem de hazzı maksimize etmenin güzel bir yoludur.

Bunun yanında bir insan rasyonel bir şekilde akıl yürüttüğü an şunu fark edecektir: Herkesin birbirine istediği bir şekilde davranacağı bir toplumdan ziyade belirli ve verimli kuralların olduğu toplum süreç sonunda kişinin çıkarını büyük ölçüde maksimize eder. Doğa durumunda ben istediğim insanın malını çalabilirim, ancak 5 dakika sonra hayatta olacağıma emin olamam. Bunun yanında belirli bir kanunlar bütünü, mülkiyet koruması olursa ben istediğim meyveyi çalamam, ancak hem kendim birikim yapabilir hem de hayatta kalacağımın güvencesi ile yaşayabilirim, uzun bir sürece bu iki toplumu yorduğumuz zaman ise elbette ki kişilerin birikim yapma şansının var olması ve can güvenlikleri onların daha fazla üretmesine ve ekonomik aktivitede bulunmasına, daha derin okumalar yapıp sosyal faydayı arttıracak sistem önerilerinde bulunmalarına olanak sağlar. Bu ise hem benim, hem de toplumun geneli için kesinlikle doğa durumundan daha faydalıdır. Kısacası bencillik, işbirliğini kesinlikle engellemez; ne rasyonel akıl yürütmeler ne de evrimsel bir yorumla.


Buradan hareketle ahlakın oluşumunu natüralistik bir bakışla şu şekilde özetleyebiliriz:

1.Beyindeki genetik değişmeler bazı topluluklarda ahlaki sezgilere, toplumsal farkındalıklara yol açtı.

2.Bunun sonucunda çaresiz birine yardım etmek, verilen sözü tutmak gibi faydayı maksimize eden normlar ortaya çıktı ( Utiliteryen açıdan bir norm nasıl yaratılır? Hakkında yakın zamanda bir yazı gelecek)

3.İşbirliğine dayanmayan toplumlar doğal seçilimde elenirken işbirliğine dayalı normlar koyanlar hayatta kalabildi ve günümüze geldi.

4. Süreç içerisinde entelektüel bilgi birikimi, artan ekonomik refah ve aktivite, yeni sosyal değişimler sonucu koyulan basit normlar giderek kompleks sistemler haline geldi, tarihe göz atılınca bu süreci rahatlıkla fark ediyoruz.

Bir yandan da bu süreç kesinlikle her toplumun ahlaki gelişimini aynı noktaya getiremez. Kesinlikle evrimin bu hediyesinin geliştirilmesinin iyi ve kötü yolları vardır ve eğer siz ahlakın fayda maksimizasyonu olduğu fikrindeyseniz burada objektif olarak ‘iyi’ ve ‘kötü’yü seçebilirsiniz.

Burada Harris Dobulu kabilesini örnek verir. Dobulu kabilesi için hayatın tek amacı doğanın ruhunun yarattığı kötülükleri bir kurban seçerek üzerinde uygulamak, işkence ederek öldürmek. Bu tür bir sosyal yapının nasıl fayda maksimizasyonunda tam bir rezalete yol açtığını anlamak için çok uzun açıklamalar olmadığını düşünmekle beraber zihninizde hayatınızı bir Dobulu kabilesi üyesi olarak, bir de liberal bir Batı demokrasisinde yaşadığınızı canlandırın. Fark açıktır. Görüldüğü üzere, ahlakın tüm kaynağının doğal


olması tüm ahlak biçimlerini ‘nazik bir kültürel ayrılık’ olarak adlandırmak zorundalığı getirmez. Tam tersine ahlakın bizde doğal şekilde oluşmuş haz ve ‘esen olmak’ eğilimini maksimize olduğu fikrindeysek bunun iyi ve kötü yollarını seçme kısmını çok daha rahat şekilde halledebiliriz. Dobulularınki kesinlikle kötü bir seçimdir ve kan, gözyaşı ölümden başka hiçbir şey getirmez. Dobuluların öldükten sonra bu eylemleri için kadınlarla ödüllendirileceği ihtimalini ciddiye almış olsak kesinlikle bu hayat tarzı hakkında bu kadar rahat yorumlar yapamazdık.

 

Dikkat ettiğiniz üzere Harris’in kuramında bilimin yeri çok büyüktür. Harris bu bölümde de bunu belirtmekten geri durmaz. Ahlakın tek kaynağı doğaysa ve basitçe haz eğilimimizi maksimize etmeye dayalıysa ve biz de bu eğilimin ne gibi durumlarda maksimize olup ne gibi durumlarda olmadığını beynin kimyasal süreçlerini inceleyerek anlayabiliyorsak o halde buradan itibaren bayrak bilimdedir. Ne gibi durumlarda toplum ve bireyin daha fazla haz alacağını ve esen olacağını anlamak psikolojiye ve sosyolojiye kaymıştır. Burada ise Harris’in utiliteryenizminin derdinin Bentham ile benzer olduğunu anlayabiliriz. İkisi de ahlakı pozitif bilimin alanı olarak görür ve etiği ‘bilim’ olarak tanımlar. İkisi de fenomen olarak veyahut tercih faydacılığından ziyade psikolojik bir ‘haz’ anlayışına inanır. (3)

Bu konuya, yani hazzın ne olduğu konusu başka bir yazıya ait olsa da kısaca anlatmak gerekirse, hazzı psikolojik bir vaka olarak gören bir utiliteryen basitçe bir dondurmanın haz verdiğini beyin kimyasallarını inceleyerek anlayabilir. Eğer mutluluk yönünde bir artış varsa basitçe bu durum arzulanabilirdir. Bu tamamen doğal bir olgudur. Bir yandan da tercihe dayalı faydacı anlayış vardır: Eğer x yerine y yi tercih ediyorsan o daha arzulanabilirdir. Bu iki anlayışın ne gibi pratik sonuçları olduğunu Mormonlar örneği üzerinden inceleyebiliriz. Psikolojik bir haz kavramını kabul eden biri içim Mormonlar basitçe hazlarını yanlış şekilde maksimize etmeye çalışırlar, seküler bir yaşam daha fazla haz yaşatabilirdi. Ancak bir tercih olarak hazzı ele alanlar için Mormonlar için basitçe bu yaşam hazlarını maksimize etmenin daha doğru bir yolu olmalıdır ki bu yaşamı tercih etmişlerdir. Biri bu tür yapıları engellemek amacıyla kullanılabilir, diğeri ise ahlaki rölativizme varır.

2. DOĞRU VEYA YANLIŞ HAKKINDA DOĞRU KARAR NASIL VERİLEBİLİR?

Bir nörobilimci olan Joshua Grenee, insanın ahlaki yönetimini beyin yönünden incelerken ahlaki gerçekçilikten kuşku duyulması gerektiğine inanır. Şu soruyu sorar : ‘Herhangi birinin ahlaki inanışlarının doğru olması nasıl mümkün olabilir? Yani herhangi bir iddiayı doğru veya yanlış yapan nedir? Ona göre hiçbir şey. Ancak Harris bu engeli kolayca aşar ve şunu der : A’nın B’den daha iyi bir ahlaki inanış olmasının sebebi, insan esenliğini daha fazla arttırmasıdır.

Kadınları çarşaf giymeye zorlamayı ele alalım. Bu tür bir zorlama insan esenliğini arttıracak mıdır? Daha mutlu kız ve erkek çocuklarının olmasına yardımcı olur mu? Üretkenliğe herhangi bir katkısı var mı? Hayır. O halde bu görüş yanlıştır.

 Buna rağmen Greene için süreç tamamen sezgiseldir.(4)

‘‘Ahlaki muhakeme, ahlaki akıl yürütmeden ziyade daha çok duygusal dünyamıza ait ahlaki sezgilerle yapılır. Ahlaki muhakeme kapasitemiz, yoğun toplumsal yaşama karmaşık evrimsel uyarlamamızla oluşur. Aslında bizler ahlaki muhakeme yapmaya öylesine uyarlanmışız ki, kendi bakış açımızdan bu muhakemeyi yapmak, kolay olmanın ötesinde ‘sağduyumuzun bir parçası’ haline gelmiştir. Çoğu sağduyulu davranma yeteneğimiz gibi, ahlaki muhakeme yeteneğimiz de bize sanki algısal bir yetenek gibi, yani zihinden bağımsız ahlaki gerçekleri anında ve hatasız şekilde ayırt edebilmeyi sağlayan bir yetenek gibi gelir. Bunun sonucunda ahlaki gerçekçilik konusunda doğal olarak yanlış bir inanışa yöneliriz. (…)Yapmak için doğmuş olduğumuz bir hatadır.’’

Kısaca, ahlaki gerçekçilik insanın ahlaki görüşler adı altında, neyin ‘doğru’ neyin ‘yanlış’ olduğu konusunda işin aslı bir gerçek varmışçasına konuşmalarını haklı gösteren bir tekbiçimlilik vardır.

 Peki, Fizik ya da biyoloji ile ilgili ‘gerçekler’in ardında da böyle bir tekbiçimliliğin olduğu hakkında şüphe duymalı mıyız? İnsanların fiziki görünümlerini incelerken de bu incelemenin altında da böyle bir tekbiçimlilik inancının olduğundan şüphe duyabilir miyiz? Tüm bilimsel çalışmaların da bu tür yanlış zihinsel eğilimlerden kaynaklı olarak çöpe gitmesi gerektiği ya da biyoloji hakkında bir görüşün bu yüzden asla doğru olamayacağı ortaya atılabilir mi? Sonuçta hiçbir bilim adamı ve bu bilim adamının kuramlarını denetleyen diğer bilim adamları insan eğilimlerinden ve ‘bir şeyi tektipleştirme’ çabasından bağımsız değildir. Buna rağmen Greene bilimler alanındaki bir gerçekçiliği kabul ederken ahlak alanında tüm yamanması gereken açıkları ortaya atmaya başlamıştır. Bu, bilim adamlarının genel bir problemi de denebilir. Hem genel günümüz insanı hem de bilim adamlarının geneli için ahlak içi boş kültürel önyargılardan başka bir şey değildir. (Buna rağmen çoğu bir kadının herhangi bir giyim tarzı için zorlanmasını yanlış bulur ve bunu engellemeye çalışır.)

Bunun yanında Greene için ahlak hakkında fikir birliğine varmanın çok zor olması bir yana, tek bir bireyin ahlaken tutarlı olması dahi güçtür. Bu onu şu sonuca götürür:

‘Ahlaki kuramlar yaratmakta başarısız oluruz, çünkü sezgilerimiz, birbiriyle tutarlı bir dizi ahlaki doğrular doğurmaz, doğal seçilimle ya da herhangi bir şekilde bu şekilde davranmak üzere şekillenmemiştir. (tam bir deterministik makine olduğumuz şüpheli olsa da, bazı ahlaki eğilimlere sahip olduğumuz yukarıda dediğim gibi kesindir, Greene yanılıyor.) Ahlak duyunuzu anlamak istiyorsanız psikolojiye ve sosyolojiye başvurun, normatif etiğe değil.'

Bu itiraz aslında önemlidir, ancak bu itiraz bilimin tüm alanlarına uygulanabilir. Mesela, mantıksal, matematiksel ve fiziksel sezgilerimizin Doğru’nun izini süren doğal seçilim tarafından kodlanmadığını söylemek doğru mudur? Bu, bizi fiziksel gerçekçilikten uzaklaştırır mı? Görelilik kuramını ortaya atmak üzere kurgulanmış robotlar olmadığımızı fark etmek bizi bilim konusunda görececiliğe götürmeli midir? Aynı şekilde insan, kompleks sosyoloji kuramları ortaya atmak adına da kodlanmamıştır. O halde Greene’in önerisini uygulamak kendisini çelişkiye düşürebilir. Bu şekildeki bir inançla bir taşçasına oturmak ve insan, doğa ve matematik hakkında hiçbir yargıdan emin olmamak, hatta araştırmamak gerekir.

Bu, tekrar bizi Moore’un doğalcılık yanılgısına götürür. Tartışma esnasında doğruyu söylemenin mantığı nedir? Tartışma esnasında doğruyu söylemenin mantığının mantığı nedir? Ya onun da mantığı? Bu zincirleme bizi tartışmaktan ve dünyayı anlama çabasından vazgeçirmeli mi, kesinlikle hayır.

İnsan bilgisi her alanda ucu açık bir biçimde ilerler. O halde, insanın mutlu ve esen oluşu hakkında da bazı mutabakata varılamayan yerler ya da ucu açık problemler varsa, bunda problem nedir? Tavanda bazı flulukların olması, taban kısmında neden şüpheye yol açsın.

Ahlaki realizmin ve modernizmin şövalyesi bir yiğit...

Bir örnek verelim:
Çin’deki Yasak Şehir’de ebeveynler oğullarını yönetime satar ve oğullarının cinsel organları kesilirdi. Şimdi, burada bir ahlaki gerçekçi ‘unique bir kültür’ değil ‘basit bir ahlaki yanılgı’ görecektir. Bu, kesinlikle mutluluğu maksimize etmenin iyi bir yolu değildir. Bu konuda fikirlerinizin normların nasıl oluşabileceği hakkındaki sonraki yazımı okuduğunuz zaman daha iyi şekilde oturacağına inanıyorum. Normların oluşup çürütülmesi de aslında tarih boyu utiliteryen bir hesaplama ile yapılmıştır denebilir.

ÇEŞİTLİLİK AHLAKİ RÖLATİVİZME Mİ HİZMET EDİYOR?

Psikolog Jonathan Haidt, ‘sosyal-sezgisel model’ olarak bilinen ve ahlaki muhakemeyi inceleyen başka bir kuram ortaya atar. Kendi ahlaki muhakememiz (köpek), kendi ahlaki akıl yürütmelerimiz (kuyruk) tarafından yönetildiğine inanırız. Bir yandan da ahlaki tartışmalarda rakiplerimizin de kuyruk sallamaları, ahlaki yargıları rasyonel şekilde ortaya atıp çürütülünce de fikirlerini değiştirmelerini bekleriz. Haidt, yaptığı deneylerde şuna ulaşır, insanlar ahlaki yargılar hakkında genelde irrasyoneldir ve yargılarını temellendirmeleri istenince şaşırıp kalırlar. Bunun örneğini günlük hayatınızda bolca görebilirsiniz. Bir kişi utanılacak bir şey yaptığında ‘bu insanlığa sığar mı!’ denir. İnsanlık nedir, ve insanlığa bir şeyin sığmaması neden kötüdür? Diye bir şok dalgası gibi sorular sorun. Göreceksiniz ki karşıdaki kişi tutulup kalacaktır. O halde bu irrasyonel insanlardan nasıl rasyoneliteye dayanan bir ahlaki  yargılar  ve sistemler beklenebilir? (5)

Haidt


Bir yandan da ahlaki anlaşmazlıkların derinliği vurgulanır. Kürtaj tartışmalarını ele alalım. Her iki taraf da rasyonel bir biçimde oluşturulduğunu düşündüğü argümanlar ortaya atar. İki taraf da cevaplar bekler. Her iki taraf fa tartışma bittiğinde diğerini kapalı fikirde olmakla suçlar. Kuyruk yanılgısı tekrarlanır.

Burada Haidt’in kaale almak istemediği bir şey vardır. Birinin iyi bir tartışmacı olması veya ‘rasyoneliteye dayalı argümanlar sunduğunu’ düşünmesi bizi neden o konuda çıkmaza soksun? Bir ‘düz Dünyacı’ rasyonel olduğunu düşünüyor ve iyi tartışıyor diye Dünya hakkında çıkmaza giriyor muyuz?  Bir yandan da bu sav, kendi kendini çürütür. Öncüllerle ele alalım.

1.     1. Tartışma esnasında her iki taraf da kanıt yükü olduğunu düşündüğü verilerle gelir. Bunları rasyonel bir şekilde argümantasyonlar aracılığı ile karşıya ilettiklerini düşünürler.

2.     2. Her iki taraf da kendilerine rasyonel şekillerde cevap verilmesini bekler.

3.   3.  Sonuçta her iki taraf da birbirinin nedenlerinden etkilenmez ve karşı tarafı kapalı olmakla suçlar.

 

4. O halde kürtaj, eşcinsellik gibi konulardaki anlaşmazlıklar sürecektir ve bu konularda gri alanda kalınmalıdır. Herkesi dikkate almalı ve yargıda bulunmamalıyız.

 

Benzerini 11 Eylül hakkında uygulayalım. Birçok insan 11 Eylül saldırılarının Amerikan Hükümetinin Irak’a giriş bahanesi ile yarattığı bir komplo olduğu fikrindeyken bir diğer kısım da bu saldırının gerçekten de bir terör saldırısı olduğunu düşünür. O halde

 

1.     İki taraf da 11 Eylül’ün dedikleri şekilde yaşandığına dair verilerle çıkagelir ve rasyonel argümantasyonlar ile karşıya ilettiğini düşünür.

2.     Her iki taraf da kendilerine kendi 11 Eylül teorileri hakkında rasyonel şekillerde cevap verilmesini bekler.

3.     Sonuçta her iki taraf da birbirinin nedenlerinden etkilenmez ve karşı tarafı kapalı olmakla suçlar.

               O halde 11 Eylül hakkında anlaşmazlıklar sürecektir ve bu konu hakkında bir şey söylememeliyizdir.

 İlk olarak 11 Eylül ya bir komplodur ya da bir terör saldırısıdır. Yani bu argümanlardan biri ‘kesin olarak’ doğru değildir. O halde biz burada kesinlikle bir yargıdan birini dikkate almamalıyız. Haidt’in söylediklerinin açık mantıksızlığı burada gözlemlenirken şuna da dikkat çekilmelidir. 11 Eylül hakkında yeterli araştırmalar yapılıp gerçek ortaya çıkınca bir görüş neden diğerini dikkate almaya devam etsin? Onun rasyonel olduğuna inanması ya da basitçe iyi bir manüpilatör olup insanları haksız olduğu halde gri alanda bırakabilmesi gerçeği değiştirir mi? Ahlak da böyledir. Belki de iyi bir manüpilatör olan diktatör, insanların neden toplama kamplarına atılması gerektiği hakkında halkını gri alanda


bırakabilir ve bunu onların irrasyonel yanlarını kaşıyarak, ancak bu olay; bu fikrin insanların mutluluğunu maksimize etmenin çok kötü bir yolu olduğu hakkındaki hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

İnsanların irrasyonel olmaları görüleceği üzere doğru veya yanlışı yok etmez. Sadece daha fazla tartışma, daha fazla rasyoneliteye ve kanıtlara dayanmayı gerektirir. Yahudileri toplama kamplarına atan Naziler farklı bir seçim mi yapmıştı, yoksa basitçe saçma bir akıl yürütme ve esenliği maksimize etme yolları vardı. Bu sorunun cevabı yukarıdaki probleme verilecek yanıta bağlıdır.

 KAYNAKÇA

(1)https://greatergood.berkeley.edu/images/uploads/Trivers-EvolutionReciprocalAltruism.pdf

(2) Frans de Waal- Bonobo ve Ateist, Metis yayınları

(3) Tim Mulgan- Understanding Utilitarianism 

(4) Greene'nin ahlak hakkındaki yorumları için :https://www.science.org/doi/10.1126/science.1062872

https://www.cell.com/trends/cognitive-sciences/fulltext/S1364-6613(02)02011-9?_returnURL=https%3A%2F%2Flinkinghub.elsevier.com%2Fretrieve%2Fpii%2FS1364661302020119%3Fshowall%3Dtrue 

https://www.cell.com/neuron/fulltext/S0896-6273(04)00634-8?_returnURL=https%3A%2F%2Flinkinghub.elsevier.com%2Fretrieve%2Fpii%2FS0896627304006348%3Fshowall%3Dtrue

(5) Jonathan Haidt'in kuyruk yanılgısı ve ahlak hakkında yorumları:

     1993. "Affect, culture, and morality, or is it wrong to eat your dog?" with S. Koller, and M. Dias. Journal of Personality and Social Psychology 65:613–28.    

2001. "The emotional dog and its rational tail: A social intuitionist approach to moral judgment." Psychological Review 108:814–34.