yazılarımızdan arayın

15 Kasım 2022 Salı

Bir hayalet dolaşıyor… Sanatın hayaleti!


Sanatın birçok tanımı yapılabilir, üzerine tonlarca şeyler yazılabilir ancak bir şey açıktır : Sanat, insanın kendini ve zihninin kirli veyahut temiz tüm kıvrımlarını en dolaysız ve açık biçimde ifade ettiği yerdir. Sanat, bir ifade ve anlatış şeklidir. Bazen toplumun bastırdıkları, bazen de iş, okul sırasında insanın Fouculdiyen bir tabirle kendini disipline ederek söyleyemediği, yazamadığı ve çizemediği tüm kıvrımlarının yegane ifadesidir. Sanatın olmadığı yerde, insanın yaşaması için herhangi bir sebep yoktur. Peki, sanat bir ifade şekli ise bu ifade şeklinin çağdan çağa, dönemden döneme hatta mekandan mekana değişmemesi mümkün müdür, elbette değildir! 1950’lerin blues’unun yanına savaş sonrasındaki isyankar gençlik, Vietnam savaşı gelince ortaya Rock çıkmıştır.Bir süre sonra Rock da yeterli ifade şekli olamamış, yaşamlarını özgürce sürdüremedikleri, bir çeşit panopticon veyahut gözetimler diyarında olduğunu anlayan oyun hamurları(!) sistemin paslı çarkları olan gençler Punk

’ı ortaya çıkarmıştır. Sanat sadece bir eğlence şekli değildir, veyahut sanat camiasındaki değişimler rastgele yaşanmamaktadır. Siz gerçekten de sanatın dinamik akışını engellemezseniz, ortaya tamamen doğal şekillerde oluşmuş ve doğal olduğu kadar da komplike olan  bir su yolları resmi ile karşılaşacaksınızdır. Ancak bunun için gerçekten de sanatı özgür bırakmalısınızdır.

Sanata verilen günümüzdeki özgürlük, pek lafta kalmaktadır. Tüm yaşlı ve bir yüzyıl önceden kalmış bir zihin yapısına sahip eleştirmenlerimiz, şirketlerimiz ve otoritelerimiz için sanat ‘’özgür’’ olmalıdır, buraya kadar aynı fikirdeyiz; ne hoş. Ancak birden bir sözcüğü duyarsınız: ‘ama’… artık yol değişmiş, araba özgürlük caddesinden ‘disiplin’ sokağına sapmıştır. Sanat özgürdür, ama: Pek suya sabuna dokunmamalıdır, toplumsal yapıları eleştirmemelidir, gelenekseli yıkmaya çalışmamalıdır, eleştirmenlerin nuh nebiden kalma yaşam tarzlarına uyumlu, çok ağzıbozuk da olmamalıdır. Punk giyinişli sevgili sanatımızı bu otoriteler yavaş yavaş ‘iyi aile çocuğuna’ döndürmeye başlarlar. Bu işlem öyle biter ki, ortaya bir ‘’kaza’’ ortaya çıkar.  Sanatımız ne özgürdür, ne de değildir… Özgürlüğü Panopticon içindeki bir mahkumun özgürlüğü kadardır. Ne şükür ki bay ve bayan özgürlük sevdalıları (!) tarafından kendisine yemek yeme, su içme ve çok suya sabuna dokunmadan sanatını icra etme özgürlüğü tanınmaktadır. Sanatımız tabi ki bunlara razı olur, ne de olsa alternatifi yoktur.. Zaten birkaç istisna hariç de özgürdür.. En azından buna inandırmaya çalışır kendini. Küf kokularının dolaştığı ve ortaya çıkan şeyin duyguların ve fikirlerin ifadesi yerine eskimiş, garip bir kedi miyavlamalarının olduğu bir hapishanede özgür bir ‘mahkum’ olduğuna inandırmaya çalışır. Ancak sanatımız kendini kandırmaya çalışıp tüm bunları yaparken birkaç metre yukarıda gözetlendiğini bilir, en ufak bir ‘’yanlış’’ında başına neler geleceğinden haberdardır. Yanlışı yapar, disiplin düdüğü öter, sanat korkar, gardiyan koşar, birkaç eleştiri fırlatır yüzüne : ahlaksızdır! Sorumsuzdur! Böyle müzik/resim mi olur! Geleneklere saygı duyulmaz mı! Böyle bir senaryoda özgürlükten bahsedilebilir mi? Bu özgürlük giyotine yollanan bir mahkumun ölme özgürlüğü kadar olabilir. Sanat bu düzlemde ne çağını, ne kendini  ne de zihin dünyasını ifade edebilir. Ona bir şeyler musallat olmaktadır. Usta, çırağının özgürlüğüne karışır hale gelir. Gerçekten de Sanat şatosunda bir varlığın hayaleti dolaşmaktadır, peki o nedir ?

Sanatın duyguların ve fikirlerin ifadesi olduğunu tekrardan hatırlatmaya gerek yok, ancak gerçekten de duyguların ve fikirlerin ifadesi haline gelmesi için ona hiçbir kuvvetin musallat olmaması gerekir. Ancak sanatı kısıtlamak isteyen herkes bir bakımdan bunun da farkındadır, zaten onların derdi bir şeylerin ifadesi hiç olmamıştır. Denetleyiciler, taraftarları sanatçıların sözünden incinmesin ister, sansür üstüne sansür uygulamaya çalışırlar. Kayıt şirketleri hayatı pembe dizi olarak algılamaktan herhangi bir grubu dinlemez bile, eleştirmen birini yerden yere vurarak egosunu tatmin eder veyahut nuh nebiden kalma estetik anlayışını onlara dayatır.

Halbuki her çağın insanı tamamen ayrı, tamamen biriciktir. İnsanlar teker teker dahi hepsinin estetik ve zevk anlayışı biricikken sizce ayrı çağın insanları aynı estetik anlayışlara sahip olabilir mi? Bu imkansızdır. Duygular ve fikirler, yaşanılan çağa ve zamana göre şekil alır demiştik, işte bu yüzden her çağın nasıl bir zeitgeist’i varsa ayrı bir sanat anlayışı da vardır. Bu yüzden de eski çağların insanının ‘’yeni’’yi eleştirmesi imkansız, bu eleştirilere kulak vermek de absürttür. 19.yüzyılda protestan ahlakı ile, viktöryen toplumda yetişen bir insan nasıl olur da 70’lerin İngiltere’sinde, orta sınıf bir aileden çıkma ve hayatı boyunca liberal bir toplumda yaşayan, hedonizmi arayan bir genci eleştirilebilir? Onunla aynı çevreden gelmemiştir, aynı duyguları tatmamış ve aynı fikirleri tatmamıştır. Onunla ayrı gemilere bindikleri gibi, ‘zevk’ rotaları da apayrıdır. Bu durumda nasıl olur da bu insan bir diğerine gitmesi gereken rotayı tarif etmeyi çalışır? Birçok eleştirmenin bunu oturup düşündüğünü zannetmiyorum. Çünkü onlar haklıdır, nasıl olur da birkaç anarşist punkçı onlara sanat dersi vermeye kalkışır.

‘ Şu müziğe bak, nasıl gürültülü! İnsanların kıyafetleri nasıl agresif, sanat anlayışları ne kadar avam!’

’19.yüzyılın hayaletleri olamadığımız, özgün bir anlayışımıza sahip olduğumuz ve çağımızı hissettiğimiz hepsinden de öte biricik karakterimizi masabaşında, zihin yapısı 70 yıl öncesine dayanan sizlere kurban etmediğimiz için utanç duyuyoruz bayım!’

Punk’a bakın, gürültülüdür: Sanayi şehirlerini, yolları, çevresi gazlardan dolayı islenmiş olan kaldırımların ilahisidir. İsyankardır, yıllarca hazlarıyla yaşamanın ayıp olduğunu, yerleşik gelenekleri ihlal etmemeleri gerektiği ve hepsinden öte ‘el ne der’ diye yaşayan insanların çocukları birden ‘biz bireyiz, özgürüz ve mutlu olmak istiyoruz, eski yaşamlarınız bizi ilgilendirmiyor!’ demeye başlamıştır. Klasik müziğin kurallarına uymaz: Hayatları boyunca ellerine kurallar verilen müzisyenler artık istedikleri gibi çalarlar, tamamen doğaldır. Giyimleri unique’dir: Bireyselliğin ve farklılığın, bir kimliğin zihinden taşan ifadesidir.

Bunu anlayabilmek için ise bu yüzyılı anlamak, bu çağın insanı olmak lazım gelmektedir. Sanat bir argümantasyon alanı değildir, ortak bir alan aramaz. Yanlış/Doğru dikotomisine dayanmaz. Dayanmaz ki özgürdür, aklı da aşmıştır artık. Eğer siz onu serbest bırakırsanız o her zaman olduğu gibi çağı hissettirmeye devam edecektir.

 Peki neden son 30 yılımız aynı müziklerin ısıtılması ile geçmiştir, veyahut artık neden müzik çağı tanıtamaz?

Son 30 yıldan beri, Neoliberalizm ortaya çıktı, birçok azınlık yeni haklar elde ederken ekonomi tamamen değişti, piyasalar her şeyi sermayelize edebildi. Sivil toplum etkinleşti, Dünya çok daha fazla çokkültürlülüğe, tercih özgürlüğünü konuşur hale geldi. Doğru/Yanlış dikotomileri sorgulandı. Marksizm çöktü. Teknoloji biçim değiştirdi. Devletler insanların hayatlarında çok daha farklı pozisyonlar almaya başladı. Geleneksel refah devleti yapısı yıkıldı ve sanat şirketler tarafından kontrol edilir hale geldi. İnternet devrimi yaşandı. Sanayi 4.00 geldi.

Yani bir insan hayatında sayamayacağım kadar değişiklik yaşandı. Madem öyle insanın ifadesi olan sanat neden durgun. Neden insanlar hala daha retrowaveler ile 80’leri tekrar tekrar deneyimlemeye çalışıyor? Bu çağın ifadesi kesinlikle bu değil. Ya da tüm dünya politize bir haldeyken rock politik konulardan tamamen çekilip birkaç zengin evladının kum havuzu pozisyonuna kondu? Yeni bir rock ve metal türü neden çıkmadı? Yani kısaca sorumuz:

Eğer sanat çağın insanının ifadesiyse, insan neden son 30 yıldır kendini ifade edemiyor,

Zaman ve Gelecek ÖLDÜ MÜ ?

Son birkaç yılda yayınlanmış herhangi bir albümü 90’lara götürüp insanlara dinletin, insanlar şaşırmazdı. Aynı melodi, aynı sözler ve aynı tasvirler. Sanki ikisi aynı fabrikadan aynı kalıplarla farklı zamanlarda çıkmış gibidirler. Bu çağa özgün herhangi bir şey bulamazsınız. Ancak bir de 60’ların rock’ı ile yetişmiş birine Sisters of Mercy- Lucretia My Reflection parçasını dinletin, 30 yılda her şey daha karanlık, daha depresif, daha varoluşsal ve daha gotik hale gelmiş ve bunun yanında tekno öğeler daha fazla yer almaya başlamıştır. Çağ sanki özet geçilmektedir. O aklından bir şerit gibi geleceği geçirecek ve gelinen noktayı anlayacaktır. 21.yüzyılda insan bundan yoksundur, insanlık bir doğum sancısı içindedir.

Bir diğer yandan müzik tamamen de-toplumsal hale gelmiştir. Şu iki şarkıyı karşılaştıralım:

Don't blame me, love made me crazy

If it doesn't, you ain't doin' it right

Lord, save me, my drug is my baby

I'll be usin' for the rest of my life(1)

 

God save the queen

The fascist regime

They made you a moron

A potential H bomb(2)

 

Biri tamamen toplumsal ise diğeri de o kadar yüzeysel ve kişiseldir. Eğer müzik insanların bir kimlik dışavurumu ise acaba son 30 yılda toplumsal sorunlar rafa mı kalkmıştır? Tam tersine İnternet sayesinde gün yüzünde olmayan sayısız sorun tartışılmaya bailanmıştır. Yani sorunlar gene kafamızın bir köşesinde dururken biz bunları söze dökemez haldeyiz. Bazıları Pop için ‘bu da sadece başka bir kimliğin ifade şekli’ diyebilir. Ancak kimlik, sizce çevreden bağımsız olabilir mi? İnsanlar birbirleriyle alakaları olmayan yıldızlar değillerdir, tamamen etkileşim halindedirler. Yani içinde bir toplumsal sorunu, konuyu barındırmayan bir kimlik bulmak mümkün olmadığı gibi bunların olmadığı bir ifade ediş şekli bulmak da ne sosyolojide ne gündelik hayatta karşılaşılan herhangi bir toplulukta ya da bireyde mümkün değildir. Üstelik eğer gerçekten Pop yeni bir ifade ediş şekli olabiliyorsa son 30 yıldır tek yapılan şeyin eski müzik yapma şekillerini kendini modifiye etmesine ne demeli ? Veyahut insanların retro akımlara kaçışlarına. Ortada bir şeyin yapılamadığı, bir anormallik olduğu açıktır.

 Sanat sadece doğum sancısı çekmiyor, aynı zamanda hantal da.

21.yüzyıl sanki birinin elleriyle 20.yüzyıla hapsolmuştur, acayip bir sona gelinmişlik ve tükenmişlikle yaşamaya çalışan bizler bir yerlinin uçak görünce totemlerine koşması gibi bu gerçekle yüzleştiğimiz zaman çareyi 80’leri ve 70’leri tekrar tekrar geri üretmekte duruyoruz. Halbuki kesinlikle 40 yıl öncesi bizi tarif edemiyor. Tarih durdu.

Tarihin burada durmasının sebebi elbette ki insanların artık yeter sıkıldık demesi falan değil, nasıl ki tarih boyunca eleştirmenler yeni bir akımın çıkmasına ket vurduysa bayrağı da şimdi kayıt şirketleri ve kar arayışı almıştır.

Müzik, 80’lere kadar devletin ya da sivil toplumun gözetiminde yapılan, bazı öğeleriyle beraber parasal hale gelmiş olmakla beraber kesinlikle kapitalize olmamış bir alandı. Bir akım iddiasıyla ortaya çıkanların daha satış yapmadan devletten ya da derneklerden destek ‘almamaları manşetlikti’. Nasıl olsa bu bir ticaret alanı falan olamazdı!

80’lere kadar.

80’lerden sonra kültürün ve müziğin ısıtılan bir yemeğe dönmesinde parasallaşmanın katkısı büyüktür. 80’ler neoliberalizmi ile Devlet ekonomiden çekildiği ve sosyal devlet gerilediği gibi, sivil toplum ve sendikalar da bizzat devletin düzenlemeleri sayesinde onun yerini dolduramamış ve bu özellikle kar kaygısı olmayan sanatçıları vurmuştur. Artık onlar da ‘evlerine ekmek götürmek zorunda olan’ 9-5 çalışanları haline gelmektedir. Artık önemli olan tatmin veya haz almak değil, satış rekorları kırmaktır. Daha doğrusu sistem estetik anlayışınızı böyle güncellemeye zorunlu tutar sizi.

Her akımın bir ilk dalgası, başarısız denemeleri vardır. Siz yıllarca kendisini bambaşka tanımlamış olan bir insanı ne kadar iyi tanımlarsanız tanımlayın ilk önce garip bakışlar ve yuhalanmalar ile karşılaşırsınız. Yani yeni bir akımın var olması için eskisinin dinamitlenmesi, bir ‘struggle’ gereklidir ki bunun için de zaman lazımdır. Piyasa ise bunu tanımaz. Bir sonraki albümünüzü evsizlerle yapmak istemiyorsanız sevilen bir akımı yeniden ısıtmak kesinlikle yenisini çıkartmaktan daha hoştur.

Yani gelecek artık ölmüştür, onu öldüren de bizlerizdir.

Peki ya neden çok daha de-toplumsal hale gelmiştir? Bunun sadece ekonomik bir açıklaması olacağını zannetmiyorum. Tarih boyunca refah arttıkça entelektüel olarak tarif edilen alanlarla daha fazla uğraşılmıştır. Son 30 yıl insan refahının en hızlı arttığı dönemdir. O halde bugün neden tersi yaşanmaktadır?

TOPLUMUN ATOMİZE OLUŞU

Bunun da cevabı, ‘’sanatın su yollarını engellemeye çalışan’’lar üçgeninin son kenarı olan denetleyiciler ve suya sabuna dokundurmaya niyetli olmayanlardır.

Son 30 yıldır toplumun ‘atomize’ edilmesini izler hale geldik. Bunu en çok psikoloji alanında yaşıyoruz. X kişisi y sorunundan dolayı bunalıyor mu? Ya genlerinden ya da tamamen kişisel yapılardan kaynaklıdır. Herhangi bir toplumsal analiz yapılmaz. Bu bireyin toplumla olan ilişkisi mercek altına alınmaz ve onu nelerin bastırdığı incelenmez. Bu yüzden çözüm de bulunmaz. Modern psikoloji bireyin, toplumun sorunlarını çözümlemek için değil ancak toplum dişlisinin ‘bozuk çarklarını’ yeniden işler hale getirmeye kuruludur. Artık terapi yapılmaz, bireye kimyasallar verilerek kendini bastırması talep edilir.

Yapılan terapiler bile atomize bile de-toplumsaldır. Bireye uysal olması ve şikayet etmemesi tavsiye edilir. Ancak böyle bir tavuskuşu çözümü neyi düzeltir? Peki ya çözüm ne kadar umurlarındadır?

Kısaca modern zamanın yansıması olan psikolojide bireye sorunlarını dile getirmesi değil bastırması, toplumsal sorunları incelemesi değil uysal olması ve atomize olması tavsiye edilir. Bu da insanın kendi kimliğini ifade ediş şekli olan müziğe yansır.

Artık bunalımlar kişiseldir. Kızın intiharı istemesi onu hayatı boyunca satranç tahtasındaki piyon gibi kullanan insanlar değildir, veyahut kimse ona yanlış bir hayat anlayışı aşılamamıştır. O bunalmıştır çünkü erkek arkadaşı onu terk etmiştir. Bu kadar.

Artık insanların erdemsizlik diye adlandırdığı her şeyi şeytanı da sembolleştirerek kucaklayan Black Metal yoktur, kız-erkek ilişkilerinden öteye gidemeyen ucube bir metalimsilik vardır. Ses aynıdır, ancak anlam ölüdür.

 Eğer olur da kazara toplumsal yapılara dair bir şarkı ortaya çıkarsa da, mesaj öyle basit ve anlamsız haldedir ki, ya dalga geçilir ya da ifade edilen durum pembe dizi izleniyormuşcasına estetize edilir. Bu zaten ölmekte olan sanatın kimliği ifade ediş yönünün tabutuna çiviyi çakar.

Toparlayacak olursam Günümüzde ortada bir sanat yoktur, sadece onun hayaletleri etrafta anlamsız bakışlarla dolaşmaktadır. İnsanlık herhangi bir yeni ifade ediş şekli yaratamamıştır. Sanatın gelişmesinin birinci şartı olan ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesi ile itina ile darmaduman edilmiş ve gelecek ölmüştür.

Punkçılar ve Post-Punkçılar ‘There is no future’ diye bağırırken her şey için çok geç bile olmuştu.

Herhangi bir eleştiri, öneri için yorumları kullanabilirsiniz. Popçu tayfayı bekliyorum :)

(1)Taylor Swift- Don't blame me  

(2)Sex Pistols- God save the queen



 

25 Eylül 2022 Pazar

Faydacı çerçeveden ''retorik bir saçmalık olan'' doğal haklar

 

 Doğal haklar bugünkü insan hakları kavramının temelini oluşturduğu gibi, günümüz birçok liberalinin de adeta kılıcı haline gelmiş, onların diğer tüm ideolojilere karşı konforlu, aşılamayan duvarı olarak görülmüştür. Ancak gerçekten tartışmalarda doğal hakları öne sürmek o kadar da kolay mıdır, veyahut doğal hakları eleştiren ve liberalizme başka temeller sunan filozoflar yok mudur ? Vardır: Liberal Faydacılar.

 Bu yazıda Doğal hakları bertaraf etmeye çalışan Bentham'ın argümanlarını ve bundan sonra ise Bentham'ın bu kavram yerine koymak istediği bir başka kavramı açıklayacağım.

Öncelikle Bentham bir Ateist ve pozitivist bir siyasi teori geliştirmeye çalışan bir filozof olarak hayatı boyunca deney ve gözlem dışı olan kavramlara şüphe ile yaklaşmış, hedefi ise her zaman 'pozitif' bilimsel ve nesnel nitelikli bir hukuk ve siyaset teorisi geliştirmek olmuştur, doğal haklara karşıtlığının temeli ise budur. Onun ahlak felsefesini tanıyarak başlayalım.


Bentham için insanın hazza ulaşmaya çalışıp acıdan kaçmaya çalışması bir psikolojik gerçektir. Bu olgu birtakım metafiziksel spekülasyonlarla veyahut yanlışlanamayan, gökteki varlıklarla temellendirilmiş bir iddia değil, bizzat gözlemlerle erişilmiş bir olgudur. Hazza ulaşmaya çalışan ve acıdan kaçmaya çalışan insan kavramı daha sonra, Bentham'ın öğrencisi Mill tarafından şu şekilde açıklanmıştır: Bir şeyin görülür olması için verilebilecek biricik delil, insanların onu fiilen görmesidir. Yani ortaya atılan bir iddianın en açık kanıtı onun gözlemlenebilir olmasıdır, işte haz kavramı böyledir. İnsan doğasının hazza ulaşmaya çalışılması yaşadığımız dünyada gözlemlenebilen, apaçık bir olgudur. "Fizik için deney ne ise etik için de gözlem odur.'' İnsan, arzularını doyurmak üzerine kuruludur.

 ''Doğa, insanoğlunu iki muktedir hükümdarın yönetimine vermiştir: Istırap ve haz. Ne yapmamız gerektiğini de ne yapacağımızı da belirleyen bunlardır. …Yapacağımız her işi, ağzımızdan çıkan her sözü, aklımızdan geçen her şeyi bu ikisi belirler: Bu bağımlılıktan kurtulmak için sarf ettiğimiz bütün gayretler bunu kanıtlayıp doğrulamaktadır.''(1)

Bentham buradan hareketle, bu kesin gördüğü gözleme dayanarak, nesnel ölçütlere dayalı, onun bakış açısıyla 'hayali kavramlar' üzerine kurulu olan mevcut sistemler yerine, pozitif ve bilimsel bir dünya ve ahlak düzeni inşa etmek ister. 

Bentham faydacı ahlakı göz önüne alarak yani 'ahlaki eylemi herkes için toplam mutluluğu maksimize edecek olan eylem olduğunu fikrini kullanarak' yeni bir siyasi ve hukuk anlayışı çizer.

Bunun için ise ilk öncelikle hazları sınıflandırır. Biz haz kalkülü ve hiyararşisi kuran Bentham eylemlerde karşılaşılan ikilemlerde bu ilkeler ışığında seçim yapılması gerektiğini söyler. Bu ilkeler:Yoğunluk, süre, kesinlik ve yakınlığıdır. Bunlar kişinin içinde hesap etmesi gereken 'Manevi' kriterler olmakla beraber insanın toplumsal bir hayvan olması sonucu şu iki 'toplumsal ve dışsal' kriter de göz önüne alınmalıdır: Saflığı ve çoğalma kabiliyeti. Böylelikle hazların değer hiyerarşisi kurulurken insan bu haz aldığı eylemin etkilediği kişi sayısını da hesaplamalıdır ve hazzının etkisini olabildiğince kişiye yaydığı eylemi seçmelidir. Ancak Bentham haz ve acıların ölçümünü öznel ve manevi bir pencereden değil, gayet matematiksel ve nesnel şekilde tasarlar. X eyleminin y kişisine getireceği hazlar bir tarafa, acılar bir tarafa toplanmalı ve sanki bir teraziydemişçesine iki ayrı tarafa koyulmalıdır. Bundan ise sonra ise bu terazide haz ağır basıyorsa o eylem yapılmalı ancak acı basıyorsa yapılmamalıdır. Eğer eylem seçenekleri birden fazlaysa bu iki eylemden hangisinin daha fazla haz getireceği hesaplanmalıdır. Bentham'ın adeta işlem yapar gibi hazzı hesaplayan bu yöntemini kullanarak etiği de nesnel, ve niceliksel özellikleri ölçen bir bilim  kategorisi olarak görmeye başlamış. Yeni bir bilim yaratmıştır.

İşte insanın hareket ederken dikkat etmesi gereken nesnel kriterler bunlardır, eğer yasalar insanların daha iyi ve mutlu bir hayat sürmesini istiyorsa ve Bentham'a yasalar hayali varlıklarla değil, pozitif bilimsel ve nesnel ilkelere göre, bizzat gözlemle ve hayatın bizzatihi içinde olan kavramlarla yapılmalıysa, yasalar işte bu haz ve acı ilkelerine göre yapılmalıdır. Bentham'ın kendi siyasi ve hukuki temellendirmesi işte budur. Yasalar bir durumun korunmasını hedeflemez veyahut genel geçer değildir, yasalar hayatın içinden gelir ve insan hayatını bu ilkeler ışığında düzenler. Bu etik temellendirmeye gelen 'eğer iki haz birbiri ile çakışırsa ne yapılmalı, kişi hangisini seçmelidir ? veya 'iki kişinin hazları çatışıyorsa ne yapılmalıdır ? sorularını ise kendi 'haz ve fayda terazisi' ile bertaraf etmiştir.

DOĞAL HAKLAR 

Bentham'ın eleştirisnden önce doğal hak kuramına geçmek gerekir.

Doğal Hak kuramı derken ben 'Modern doğal hak' kavramından ve bu kavramların başında da John Locke'u baz alıyorum, bu belirtmem gereken önemli bir noktadır çünkü ondan başka birçok filozof da doğal hak kuramlarına sahiptir.

Doğal haklar bizzat insanın doğasına göre oluşturulur. Örneğin yaşamak, yemek yemek gibi aktiviteler doğaldır. İşte insan doğduğu andan itibaren doğal durumu budur, bu aktiviteleri yapma hakkı ona devlet veya toplum tarafından verilemez, bizzat o doğduğu andan itibaren bu aktiviteleri yapabilir. Yani bu aktiviteleri kimse sayesinde kazanmaz, o insan oldupu itibaren zaten bunları yapabilecek haldedir. Bunu ona doğa bahşetmiştir, bunlar kimsenin ona sunduğu bir lütuf değildir.


Locke'a göre insanlar doğal hallerinde sınırsız bir özgürlükle bu aktiviteleri gerçekleştirerek yaşıyorlardı. Ancak bir süre sonra kimin kişi anlaşmazlıklarında hakem olacağı veyahut toplu bir saldırı altında kimin kimi koruyacağı gibi çözümü bulunmayah sorular nedeniyle devlet adlı bir yapı oluşturuldu ve cezalandırma, savunma gibi haklarını ona devrettiler. Ancak onlar sadece bu iki şeyi devretmişti, yani mülkiyet veyahut eğlenme gibi aktiviteleri yapabilme hakları hala onlardaydı. İşte doğal hakların sınırı burasıdır. Devlet onlara hiçbir hak bahşedemez, hiçbir hakkı da alamaz, bu hakların hepsi onlara doğa tarafından verildiği gibi devletin görevi bu haklarda ekleme ve çıkarma yapmak değil, bunları korumaktır. Yani devlet hiçbir insanın hayatına bir müdahalede bulunamaz, güvenlik ve hukuk için gerekli olanlardan başka vergiler çıkaramaz. 

Doğal haklar, hak denen şeyin insana doğa tarafından verildiği, bu haklarda hiçbir ekleme veya çıkarma yapılamayacağını söylerek aldığı radikal tavırla, uzlaşmaya ve hayatın akışına dayalı, hak kavramının birey-toplum ilişkilerinden doğduğunu söyleyen Pozitif hukukla çatışma halindedir. 

BENTHAM'IN ELEŞTİRİLERİ

Bentham için doğal haklar basit ve retorik saçmalıklardan ibaretti. Şimdi eleştirilerine değinelim:

 

1. DOĞAL HAKLAR HAYALİDİR

 

Tüm doğal hak kuramları deney ve gözleme değil, tarihsel bir varsayımlar zincirinden doğmuştur. Ne bireylerin tabiat halinde sınırsız bir özgürlükte yaşadığı bilindiği gibi bu kişilerin toplanıp 'arkadaşlar hakem bulamıyoruz devlet kuralım' gibi binaya yalıtım yaptırır misali egemen yapı seçtiklerine dair hiçbir kanıt yoktur. Devlet belki cebir ile veyahut gerçekten de Locke'un söylediği gibi kurulmuş olabilir. Ancak bunlar, yasaların kaynağının bizzat hayatın içinden ve gözleme dayalı olarak gelmesini savunan Bentham için ciddiye alınacak bir iddia değildir. O, siyaset ve hukuk teorisini bilimsel bir kesinlikle kurmak istemektedir.

 

Burada Bentham'ın Mussolini'nin kılıcı gibi davrandığını düşünmeyin, çünkü onun da asıl hedefi doğal haklarda bahsedilen eylemleri hak olarak kabul edip devletin bunları korumasıdır. Bunun sebebi ise bunların sözleşmeci bir şekilde devlete devredilmediğinden ziyade insanların ancak bu eylemlerde özgür olarak mutlu olabileceğine inanmasıdır. Yani insanlar ancak özgürce yaşayabildikleri zaman faydalarını maksimize edebilirler.

 

2. DOĞAL HAKLAR SINIRLANAMAZ

 

Bir diğer itirazı da bu hakların insanların veyahut diğer filozoflar tarafından keyfince genişletilmesidir. Eğer hakların kutsanmış bir doğa veyahut tanrıdan geldiğine inanıyorsanız, bu hakların tartışılmaz olduğuna inanırsınız. Ancak hayat böyle değildir, toplum ve insanın ihtiyaçları çağdan çağa değişmekle beraber insan dinamik bir varlıktır, bir çağa uygun olan bir şey bir başka çağda uygun olmayabilir. Bunun dışında insanların yeni çağa veya durumlara uyum sağlayabilmesi veyahut var olan yanlışların düzeltimesi adına sizin bu hakların kutsanmış, sonsuza kadar varolmayan ve birey-toplum ilişkisinden doğduğunu kabul etmeniz gerekir. Yani tartışma ortamı için bu hakların mantık çerçevesinde doğduğunu kabul edip seküler, argümanlar üzerinden oluşturulduğunu kabul etmeniz gerekir. Yani sizin iddianız metafiziğin ve yanlışlanamaz garip varsayımların şatosundan çıkıp; insan mantığı, hayatın akışı ve ihtiyaçları, birey ve toplum ilişkisine dayalı argümanlar masasına oturmalıdır. Gerçek bir 'hak' ancak 'deneyim' ile oluşturulabilir.

 

 

 Bizzat insan mantığından ve tartışma ortamı, birey ve toplum ilişkisinden doğan yani 'seküler ve dünyevi' olan bir kavram insan mantığı ile tartışılabilir, faydası ve zararına göre haklara eklenip çıkartılabilirken, kutsanmış ve doğa üstüne hitap eden, hayatın içinden değil ancak varsayımlar zincirinden oluşan haklar tartışılamaz. Var olmuş yanlışların düzeltilmesi veyahut pürüzlerin düzeltimesi mümkün olmadığı gibi, bu hak kavramı her zaman ilerlemekte olan, dinamik bir yapıya sahip ve her zaman ona farklı bir 'ihtiyaçlar reçetesi' gereken insanın veyahut toplumun ihtiyaçlarına cevap olamaz, onları mutlu edemez ve geri kalır.

 

16.yüzyıl insanı ile 21.yüzyıl insanının 'aynı' olduğu düşünülebilir mi ? Ne krallıklar yıkılmış ve devrimler olmuş, teknoloji seviyesi çığır üstüne çığır atmışken, yasaların insanların ihriyaçlarından doğduğu ve onları mutlu etmek üzerine kurulduğunu kabul eden Bentham'ın 'Doğal Haklar'ı kabul etmesi mümkün müdür ?

 

3.DOĞAL HAKLAR ÇATIŞABİLİR VE BU DURUMDA HANGİSİNİN ÖNCELİKLİ OLDUĞU BİLİNEMEZ.

 

 Örnekle devam edelim, 19.yüzyıl İngilteresine bir göz atalım, çocuk işçiliğinden tutalım da tarlaları ellerinden alındığı için günde 13 saat çalışmaktan başka şansı olmayan belki de bunalımda olan milyonlarca işçiyi daha iyi şartlarda yaşamak (bir süre sonra bu olağanüstü durumun düzeleceğini söyleyebilirsiniz ama bu süre 100 yıla kadar dayanabilir, peki ya o zamana kadar bu işçilerin açlıktan ölmesi ya da Buckingham Sarayı'na yürüyen öfkeli işçileri beklemeli miyiz?) ve daha da pragmatik açıdan olası bir sosyalist devrimi engellemek için liberal ilkeler korunmakla beraber kısıtlı bir sosyal devlet anlayışı Bentham ve Mill için gereklidir ancak doğal haklar kuramına göre bu sözleşmeyi bozmak anlamına gelir. Bu insanların bırakalım bunalıma girmelerini, açlıktan sokaklarda teker teker ölseler dahi doğal haklara göre vergi çıkartılamaz ve sosyal devlet geliştirilemez. Hatta Doğal haklar burada bir çıkmaza girmektedir, insanların eğlenmek ve yaşamak gibi hakları ellerinden yavaşça alınılır, yani hakları yasada olmasa dahi pratikte gittikçe daralırken birtakım zenginlerin bu hakları devamlı gelişmektedir. Yani pratik ile teori birbiri ile çatışır hale gelir. Ancak yasaların bizzat insan hayatından alınması gerektiği fikrinde olan Faydacılar için bu sorunun gayet basit çözümleri vardır ve yollarına hem yaşama hakkı hem de özgürlük ilkesini koruyarak devam edebilirler.

 

 İşte yukarıda belirttiğim 'tartışılabilirlik ve mantıksallığın' değeri buradadır.

 

4.HAKLARIN TEMELİ DOĞAL HAL DEĞİL, HAZ VE ACI OLMALIDIR

 

Evet, bu yorucu yazının en son kısmına geldik, Bentham'ın son itirazı ise kendisinin insan ve ahlak anlayışı ile birleşir.

 

İnsanların hepsi tek bir ilkeye bağlı yaşar, bu ilkeler de haz ve acıdır. Bahsettiğim gibi insan hazza ulaşmaya çalışırken acıdan kaçmaktadır. Eğer siz doğal hak teorisini savunursanız bir şeyin hak olarak görülmesinin sebebi veyahut daha da spesifikleştirirsek bir şeyin ahlaki olmasının sebebi bu eyleim veya hakkın 'doğal haklar' ile uyumlu olması iken, bir faydacı için bir eylemin ve hakkın değeri onun faydayı ve hazzı maksimize etmesidir. O, bir şeye 'doğal olması' nedeni ile değil, faydalı olması nedeniyle sahip olur ve bunu kabul eder.

 

Bunun yanında, son olarak bu temel Bentham için çok daha fazla insanı ikna edebilirken (çünkü tartışma ve argümanlarla insanlar ikna edebilir)  hayali ve yanlışlanamaz, tartışılamaz olan doğal haklar birçok insanın farklı ve çok daha radikal 'doğal haklar teorileri' geliştirebilmesi gibi (bunlardan hangisinin doğru olduğu bu kavramlar mantıksallığa ve argümanlara dayanmadığı gibi seçilemez) bu tür hak teorileri aşırı derecede soyut ve varsayımsal olduğundan dolayı apaçık ve açıkça tartışılabilen faydacı ve pozitif bir hukuk teorisinden çok daha az insanı ikna edebilir.

 

@alperenzl

 

Not: Liberalizm ve faydacılık ilişkisi veyahut faydacılığın genel bir özeti adına :

faydacılar neden çoğulcudur ?

genel bir faydacılık özeti için

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR

https://www.libertarianism.org/columns/criticisms-natural-rights

https://www.libertarianism.org/publications/essays/excursions/jeremy-benthams-attack-natural-rights  

https://oad.org.tr/blog/aaaa205/

https://dergipark.org.tr/tr/pub/yead/issue/21830/234652

Locke,J.,Tabiat Kanunu Üzerine Denemeler,Felix Kitap,2020

Locke,J., Second Treatise of Government:

https://www.gutenberg.org/files/7370/7370-h/7370-h.htm

 

Çavuşoğlu, A., (2019). "Doğal Haklar ve Jeremy Bentham", Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 37, Denizli, s. 24-31.  

https://acikerisim.aku.edu.tr/xmlui/handle/11630/8323

Bentham,J.,An Introduction to the Principles of Morals and Legislation:

 http://www.koeblergerhard.de/Fontes/BenthamJeremyMoralsandLegislation1789.pdf#page=43

BENTHAM, J.,Yasamanın İlkeleri. (Çev.) ASAL, B., On iki Levha Yayınları, 2011

Mill,J.S.,Özgürlük üzerine,Kutu yayınları,2019