yazılarımızdan arayın

9 Nisan 2023 Pazar

Sokrates'in ''Erdem''i

 Sokrates, felsefe tarihinde devrim yaratmış bir filozoftur. Hatta öyledir ki ondan öncekileri pre-sokratik filozoflar ve ondan sonrakileri de Sokrates-sonrası filozoflar olarak adlandırırız. Bu devrimsellik, onun etik anlayışında da görülebilir. Felsefe yapma biçimini kendinden öncekilerin geneli gibi doğanın mekanik düzenini açıklamaktan ziyade 'nasıl iyi yaşanır' sorusunu cevaplamaya yoğunlaştıran Sokrates. Tutarlı ve rasyonel, yerleşik geleneklere eleştirel gözle bakan bir ahlak oluşturarak döneminden ayrılır. Zira döneminin genel ahlak anlayışı, birtakım Tanrısal geleneklerin pratik hayattaki tezahüründen pek farklı denemez. Sokrates ise ahlakı tamamen aklın hakimiyetine sokmuştur.

1.İnsanın amacı ve doğası

A. PSUKHE KAVRAMI

Sokrates, etik anlayışını belli bir insan tasavvuruna dayandırmıştı. İnsanın nasıl iyi yaşamasını gerektiğini anlamak için öncelikle onu anlamak ve çözümlemek gerekiyordu. Bu bu tasavvurun temelini ise psukhe kavramı oluşturur. Etimolojik açıdan bakıldığında psukhe kavramı 'soluk almak'tan gelmektedir, bununla beraber yaşam, tin anlamlarına da tekabül eder. Homeros için psukhe, ölen bir


kahramanın ağzından çıkan bir yaşam soluğuydu. Pre-sokratik filozoflar ise psukhe kavramını canlıların hareketi ile ilgilenen en üstün motiv olarak görmüşlerdi. Bir anlamda psukhe, hareketin 'arkhe'si, hareketin ilk nedeniydi. Thales için harekete yol açan güçtü, ona göre hareket eden şeyler ruhun varlığına dair bir kanıttı. Bütün dünya bir değişim içindeydi ve hareket gücüne sahip maddelerden oluşuyordu. O halde hepsinin bir şekilde belli bir bilinç benzeri şeye sahip olması lazım geliyordu. Bu bir nebi her şeye belli ruhlar atfeden ilkel anlayışla benzeşse de Antik-Yunan düşüncesi bunu daha da geliştirmişti. Mesela mıknatısın ruhu kendi kendini değiştiremezdi ve dışsal bir nesneydi. Herakletios ise psukhe kavramını değişimle daha da çok bağdaştırarak varolan her şeyin hareket içinde olduğu ve bu hareket ilkesinin psukhe olduğunu savundu. Atomcular için ise psukhe hareketin ve duyumun ilkesiydi. Bu ruhun içinde ise birtakım farklı bölümler vardı, bunlar akıl, öfke, iştah ve arzuydu ve mutluluğa giden yol ise doğanın da içinde bulunduğu olan denge durumu, tüm bu özelliklerin sağlıklı bir biçimde dengelenmesi, yani ölçülülüktü. Bir bakıma, pre-sokratik dönemde de insanın nasıl daha iyi yaşaması gerektiği hakkında ölçülülüğe dayanan görüşler vardı ancak bunların hiçbiri sokratesin yaptığı kadar temellendirmeye, insan doğası hakkında çıkarımlara ve akla dayanmış halde değildi.

Sokrates'in yaptığı yenilik ise bu psukhe'ye bilincin ve ahlaki karakterin ikamet ettiği yer olarak adlandırmasından geliyordu. O halde insanın ruhunda ahlakın ve bilincin ikamet ettiği bir yer vardı ve bu ahlaki bilinç de iyi olmak istiyordu, ama ya iyi olmak neydi? Bunu kim belirliyordu? Bunun için teleolojik dünya görüşüne bakmamız gerekiyor.

 B. Teleolojik dünya anlayışı ve erdemin neliği

Sokrates'in düşün dünyasında dünyanın, doğanın işleyişinin ve bu doğadaki her şeyin bir amacı vardı. Bu doğadaki varlıklar belli şeyleri yapmayı amaç edinmiş birtakım özlere sahiptiler. Bu özlerden kaynaklı olarak ise her canlının hatta her maddenin belli bir işlevi vardı. Erdem dediğimiz şey ise bu maddenin ve ruhun özünden kaynaklanmış işlevi gerçekleştirmesiydi, yetkin olmasıydı. Örneğin bıçağın işlevi kesmektir ve kesen bir bıçak, erdemli bir bıçaktır. Doğasına ve işlevine uygun davranmaktadır. Sokrates için erdem ve işlevi yerine getirmek neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmıştır. O halde insanın da ahlaki bilincinin bir doğası varsa ve bu doğanın da belli bir işlevi varsa, iyi dediğimiz şey ise bir şeyin kendi potansiyelini ve işlevini yerine getirmesi ise, ahlaki bilinç yani psukhe iyi olmayı arzulamakta ve iyi olmak da özünden kaynaklı olan doğana uygun olmaktı. O halde yapılması gereken şey insanın doğasını anlayıp bu doğanın işlevini maksimize etmeye çalışmaktır. 

Sokrates'in kendini bil! buyruğu da temelini buradan alır. Kişi ancak kendini sorgulayarak ve içebakışlar ile doğasını anlayarak potansiyelini ve özünü, bundan kaynaklı olarak da işlevinin farkında olup bu işlevini yerine getirebilir, yani sokratik bir anlamda olabileceği en iyi insan olabilir. O halde iyi olmak için insanın kendini tanıması gerekmektedir. İnsan kendini bilerek doğadaki yerini de daha iyi anlayacak ve hayatını daha iyi planlayacaktır. Eğer bu olmazsa ve kişi kendini tanımayazsa kendi doğasının farkında olmayan insan kendi işlevinin ne olduğunu anlayamayacağı gibi bundan dolayı bu işlevini yerine getiremeyecek veyahut maksimize edecmeyecektir. İyi bir insan olamayacağı gibi ancak doğasını yerine getirdiği zaman alacağı tatmin hissiyatını ve iyi olma halini tadamayacaktır.

 C.İnsanın amacı ve eudaimonia

Sokrates için ahlaklılığın amacı, ahlaki hayatın özü tebrik edilmek veyahut birtakım haz olarak adlandırdığı safi olarak cinsel hazların peşinden koşarak zevk almaya çalışmak veyahut tanrısal olduğuna inandığı birtakım yerleşik inançların pratiklerini hayatında uygulamak olamaz. Ahlaklılığın amacı, insanın bir bütün olarak gelişmesi, gerçekleşmesi ve işlevini yerine getirmesi ve doğasına uygun davranıp işlevini yerine getirdiği zaman varacağı bir bütün olarak tatmin hissiyatı duyacağı, tüm potansiyellerini gerçekleştirerek mutluluğa varacağı iyi olma hali olan 'eudaimoniaya' varmasıdır. Bu yüzden Sokrates için insanın neden alaklı olması gerektiği sorusu aptalcadır. Zira insanın doğası, ahlaklı olmak, işlevini gerçekleştirmek üzerine kuruludur. İnsanın psukhesi iyi olmak istiyorken eğer insan, iyi olmanın kaynağı olan doğasını yeterince tanıyabilirse bu bilinci de bu doğasına uygun davranmaya zaten başlayacaktır. İnsan tasavvuru doğru olan bir kişinin bilinci de onu doğru yere götürecek, zaten potansiyeline sahip olduğu işlevi kolayca gerçekleştirecek, tren istasyonunu bildiği an ona ulaşacaktı. Buradan hareketle onun insanın bilerek yanlış yapamayacağı fikrine ulaştığını anlyoruz ki, buna ilerleyen kısımda değineceğim.

Eudaimoniaya varmanın yolu insanın işlevini gerçekleştirmesinden geçiyor ve insanın işlevi de doğasından geçiyorsa bunun için insanın doğasını anlamak gerekir. İnsanın doğasını anlamak içinse insan ile diğer canlıların farkının kaynağının ne olduğunu anlamak gerekir ki, bu sayede 'insana özgü' işlevin ne olduğu açığa çıksın. Bu fark ise Sokrates için insanın akıl ve bilince sahip olmasıdır. O halde onun işlevinde aklın önemli bir pay sahibi olması gerekir, insanın kendine özgülüğünün kaynağı akıldır.

Eudaimonia kavramını biraz daha açalım. İlkçağ felsefesinde her şeyin bir yazgısı, yani daimonu olduğuna inanan ve her insanın da bu yazgının doğası ile uyum içinde  olduğu ve doğanın da iyi düzenlendiği, yapısının da düzgün ve olması gerektiği gibi olduğu ve insanın da mutlu olmak ve iyi yaşamak adına bu iyi düzenlenmiş daimonuna uyması gerektiği, doğasına itaat etmesi gerektiği inancı vardı ki, işte Eudaimonia buydu. Sokrates de bu inancı aynen taşımaktaydı ki onun için de insanın amacı, insandaki karakterin merkezi olan ve aklı ve ahlaklılığı içinde barındıran psukheye iyi bakmak, onu yetkin kılarak ve tatmin ederek mutlak bir işlevi yerine getirme haline, mutlak bir öz-memnuiyet haline ulaşmak, Eudaimoniaya böylece ulaşmaktan başka bir şey değildi. Onun için insani iyilik hali sad olarak maddiyatla veyahut politik güç ile sağlanamazdı. Bu iyilik hali psukheye ait, manevi ve ruhani bit tatmin oluş haliydi. Erdemli hayat da bu programlı olduğumuz doğanın gerçekleştirilmesi, psukhenin iyi kılınmasıydı. İnsanın işlevi işte bu psukheyi geliştirmekti. Eudamoniaya-erdem ilişkisi birbirini tamamlıyordu.

Erdem işlevi yerine getirmek ve teleolojk olan özden kaynaklanan doğaya iyi yaşamaktı ve bu olduğu anda da insan tam bir manevi tatminlik haline ulaşacak, manevi bir iyiye erişecekti. Sen ancak özüne uygun davranıp doğanı uygulayan bir insan olursan ki bu doğan da aklını ve ahlakını geliştirmektir, işte ancak o zaman işlevini yerine getirerek amacına ulaşmaktan dolayı varacağın yere, nihai amacın olan tatminlik haline erişebilirsin. Erdemler, mutluluğa döşeli taşlar olmak durumundadır. Erdemler de eylemlerle birleşerek mutluluğun bileşimlerini meydana getirir. Zaten bu mutluluk da doğamızın bir parçasını değil, doğamızı bütünüyle gerçekleştirip tatmin etmekten başka bir şey olamaz. Sokrates, erdem ve mutluluk arasında özsel ve kesin, kaçınılmaz bir bağ kurar. Bu bağ, onun için zorunludur

Etik entelektüalizm

İnsan işlevini ancak kendisini gözlemleyerek ve kendisini tanıyarak bilebilir demiştik. Bilgi, işlevin neliğini bize öğretir ve biz de bunu bilince işlevi yerine getiririz ve erdemli oluruz. O halde erdemin kaynağı bilgidir. Bilgisizlik ise kendimizi ve işlevimizi tanımamızı engelleyerek bizi mutsuzluğa sürükler ve kötü bir hayat yaşatır. O halde bilgi, iyi bir hayat için en temel kaynaktır. İnsan ne kadar iyi niyetli olursa olsun doğası ile ilişkin bilgiyi düzgün şekilde kavramayazsa mutlu ve yetkin olamaz. Erdemlerin hepsinin kaynağı bu yüzden bilgiden türer. Bunun yanında bilgi, kendinde bir amaç değildir, tam tersine doğru bir şekilde eylemenin ve erdemli yaşamanın aracıdır. Bilmek, eylemek içindir. Zaten onun için gerçek bilgi, iyi ve kötünün ne olduğuna ilişkin bilgidir. Belki herkes kuantum hakkında araştırma yapmak zorunda değildir, ancak herkes doğası ile ilgili bilgiye sahip olmak ve erdemin ne olduğu hakkında kafa patlatmak, doğası üzerine çözümlemeler yapmak - eğer iyi bir yaşam sürmek istiyorsa- zorundadır.

Kişi, psukhesi hakkında yeterli bilgiye sahip olur ve onun 'gerçek benliği' olduğunu kavrayabilirse, yani eylemlerini düzenleyen ana kaynağın akıl ve ahlaki bilinci içeren psukhe olduğunu anlar ve onun bir trafik lambası gibi benliğini düzenlediği bilgisini kavrarsa, hayatını buna göre düzenler ve gerçekten neyin iyi olduğunun bilgisine erişir. O bilgi de psukheyi geliştirmektir.

Cesaret ise onun için bir başka bilgi formudur. Zaten onun için birazdan sayacağımız 5 karakter özelliği olan cesaret, bilgelik, ölçülülük, cesurluk, doğruluk ve dindarlık da tek bir şeyin, erdemin yani bilginin farklı yansımalarıdır. Mesela cesaret dediğimiz şey, nelerden korkulup korkulmaması gerektiği, neyin göğüslenip nelerden kaçınılması gerektiğinin bilgisine varmak, bunun erdemini sağlamaktan başka bir anlama gelmez. Cesaretin bilgisine varmak, kendisini boş yere tehlikeye atan bir aptal ise bilgece bir korku duyan, sadece korkulması gerekenden korkan ve kalan her şeye cesurca ve dik bir şekilde bakan erdemli insanı ayıran şeyin, iyi ve kötü yaşamın bilgisine varmaktır. Erdemli insan, bu konuda işlevini yerine getirirken, aptal getiremez ve kötü bir yaşama mahkum olur. Aptal insan, gerçek cesaretin bilgisine varamamıştır ve onu kavrayamaz.

Sokrates için diğer erdem ölçülülüktür, biz buna özdenetim de diyebiliriz. Özdenetim, organizmanın her bir parçasının, insanın birçok istek ve arzusunu bütünü adına denetlemesi, tek bir ihtiyacını değil ancak tüm tatmin kaynaklarını tadacak ve işlevlerini yerine getirecek şekilde yaşaması, her ihttiyacını hakkını vererek tatmin etmesi anlamına gelir. İnsanın kendi üstündeki egemenliğidir. Bunun için de tekrar iyi ve kötüye ilişkin bilgi sahibi olmak zorundadır, zira ancak insan tatmin kaynaklarını tanıyarak ve işlevlerini bilerek ve ancak ve ancak tüm tatmin kaynaklarını ve işlevlerini yerine getirerek bir tatmin ve iyi oluş haline ulaşacağı bilgisine, iyi ve kötünün bilgisine vardıktan sonra hayatını bu ilke ışığında sürdürebilir. Sadece akıl ile ulaşılan bilgelilik bu ihtiyaçları bir ahenk şeklinde karşılayabilir.

Adalet ise insanın kendi üstüne düşenin ne olduğu, nasıl potansiyel olarak kendisine en uygun şeyi yapacağının bilgisine ulaşmasıdır. Bir insan gene bunu ancak ve ancak iyi ve kötünün bilgisine erişerek ve kendini, çevresinş tanıyarak yapar. İnsan doğası ve çevresi hakkında düşünmeyen ve çözümlemeler yapmayı beceremeyen biri nasıl olur da hakkaniyetli davranabilir? Tekrardan başa dönüyoruz, onu cesaretli yapan da ölçülü yapan da adil yapan da bilgidir. Bilgi, tüm erdemlerin ortak kaynağıdır. Sanki tüm erdemler ondan türemiştir. Sokrates için de böyledir, erdemlerin birliğini iddia eder.

Aslında adil olmak da, cesaretli olmak da bilge olmanın farklı zaman ve durumlardaki pozisyonlarıdır. Ölçülülük kişilik ve benlik hakkında bilge olmaktır, cesurluk zor zamanlarda bilge olmaktır. Bu erdemler birdir ve bu birliği de bize ''bilgelik'' verir. Böylelikle o, erdemli olmayı bilge olmaya eşitleyerek bir nevi psikolojik egoizme yönelir. İnsanın doğası işlevini tamamlamaya yöneliktir ve bu işlevi bize tanıtan şey bilgidir, bu bilgi alınınca da zaten tatmin olmaya programlanmış insan doğası düğmeye basacak ve doğru olanı yapacak, erdem dağına tırmanacaktır. Her insan, böylelikle kendi çıkarına yani doğasına ve işlevine uygun eylemleri yapmaya çalışacaktır.  Kimse bilerek yanlış yapmaz, doğru bilinirse o zaten yapılacaktır ki kişilerin yanlış şeyler yapmasının sebebi, doğrunun farkında olmamalarından kaynaklıdır. Sokrates, irade zayıflığını reddeder böylelikle, elbette ki bunda onun psukhe anlayışında ruhun içinde sadece aklın meydana geldiği kabulunden kaynaklıdır. İnsan eğer gerçekten bu kadar rasyonelse o halde onu yanlış yöne iten şey arzular veyahut kontrol edilemeyen hazlar değil, psukhenin, aklın, entelektüel hatalarıdır. Onun tasarladığı psukhe sanki bir robottur, işlevini yerine getirmek isteyen bir robot.

Alperen Özali, Nisan 2023

KAYNAKÇA

  Bingöl, M. (2023). Sokrates Öncesi Dönemde: Doğa’dan İnsan’a Aklın Serüveni . HUMANITAS - Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi , 11 (21) , 59-86 . DOI: 10.20304/humanitas.1165143

 Süar Oral, S. (2022). PRE-SOKRATİK YUNAN FİLOZOFLARININ PSYKHE ÖĞRETİSİ EKSENİNDE RUH FİLMİ ÖRNEĞİ . sinecine: Sinema Araştırmaları Dergisi , 13 (1) , 127-150 . DOI: 10.32001/sinecine.946850

Çilingir, L. "“KENDİNİ BİL!” BUYRUĞU ÜZERİNE". FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (2022 ): 65-86

Rogers, A. K. (1925). The Ethics of Socrates. The Philosophical Review, 34(2), 117–143. https://doi.org/10.2307/2179462
 
 Dürüşken, Ç. "Antikçağ'da 'Psykhe' Kavramına Genel Bir Bakış I". Felsefe Arkivi 0 (2013 ):
 
 Cevizci. A. (2014). Etik-Ahlak Felsefesi, İstanbul: Say Yayınları. 

Odabaş, U. K. (2019). Eudaimonia’nın Sokratik Görünümü: Erdem Bilgidir ve Hiç Kimse Bilerek Kötülük Yapmaz . Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi , 23 (1) , 93-102 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunisosbil/issue/43928/538460

Özkan, F. (2013). Sokrates’in Entelektüalist Ahlâkı . Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , (4) , 35-53 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/igdirsosbilder/issue/66809/1044833

Akarsu, B. "SOKRATES'DE ERDEM DÜŞÜNCESi". Felsefe Arkivi 0 (2014 ): 57-73

Önal, M. (2006). SOKRATES'E GÖRE ERDEM VE ERDEM EGİTİMİ . Felsefe Dünyası , (44) , 133-145 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/felsefedunyasi/issue/58313/843745

19 Mart 2023 Pazar

BATININ MAKİNESİ İLE YETİNMEK YAHUT BATI’NIN NELİĞİ ÜZERİNE

 


Felatun bey ile Rakım efendi Ahmet Mithat Efendi tarafından 1875 yılında yayınlanmış bir romandır. Edebiyatımızda, ‘batıyı kavramayan züppe’ karakter tiplemesi üzerine yoğunlaşan Ahmet Mithat efendi, roman boyunca bize Batı’nın düşün dünyasını kavramayan ancak şekil itibari ile son derece Batılı olan Felatun Bey’in örnek alınmayacak davranışlarını, gösterişinin arkasında sadece derin bir boşluğun olduğunu ancak, kendi kültürünü koruyan ve benimseyen, ancak Batı’nın ‘iyi’ yanlarını alan Rakım Efendi’nin çevresi tarafından takdir edilen, kendini geliştiren ve ne kadar kültürlü bir insan olduğu anlatılır. Romanın efendisi Ahmet Mithat, sanki Felatun’u ve dolayısı ile ‘katıksız batıcılığı’ lanetlemiş; bir sentezin ürünü olan Rakım Efendi’yi ise kutsamıştır. Roman, bize açık bir mesaj vermektedir. Bu mesaj, Batı uygarlığının fennini, Doğu uygarlığının ahlakını almak üzerinedir. Zira, Ahmet Mithat Efendi’nin zihin dünyasında olması gereken uygarlık bu şekildedir. Kendisi Avrupa’ya ziyarete gittiği vakit makineleri görür, fabrikaları ziyaret eder ve şoka uğrar. Doğduğu andan itibaren medeniyetinin dünyanın en ileri medeniyeti olduğu ve tüm inançlarının hakikat, devletinin ve toplumunun pratiklerinin de bu hakikatin birer gölgesi, yansıması ve Tanrı'nın gölgesi (Zıllullah) olduğuna inanan bir insanın, kendilerinden çok daha alçak, kötü ve yanlış inançlara saghip olduğuna inandığı bir

Batılıların gözünden Osmanlı tasviri

toplumun bireylerinin ondan çok daha tatminkar bir hayat sürdüğüne tanık olunca elbette ki şok olması normaldir ki bundan sonra, kendi medeniyeti hakkında bireyin içinde bir çatışma başlar.  Batı kendilerinden çok daha ileri tekniklerle geleceğe doğru yürümektedir. Ancak, Paris sokaklarına çıktığı vakit, bu kendi kültürünü sorgulayan ve kederli Mithat bey, birden kültürünün güzelliğini tekrar hatırına getirir. Fransız kadınları ve erkekleri pek yakınlardır! Bu ise ona göre ahlaksızcadır. Ahlak yargılarını koymak, hele ki ahlaki iyiliğin insanın (well-being) tatmin oluşundan farklı bir şey olduğuna inanan genel bir semavi din inanışına tabi biri için çok daha kolaydır. Batı ne kadar tatminkar yaşarsa yaşasın kendi mistik dünyasındaki iyi anlayışı insanı tatmin eden şeyden çok uzak olan bir Doğulu zihnin olgusal karşılaştırmalardan, bu dünyadan alınan zevkten ve mutluluğun  karşılaştırılmasından uzaklaşarak karşıya ahlaksız damgası vurması elbette çok kolaydır. O inanmıştır ki bu Batı evet bizden daha kaliteli ve mutlu yaşar ancak, ahlaksızdır! O halde Batı’nın fenni, Doğu’nun ahlakı ideal bir uygarlığı yaratacaktır. Ya bu böyle midir? Bu tezi incelemek için, uygarlık nedir bunu sormak gerekir.

Uygarlık, bir ulusun maddi ve manevi varlıklarının tümüdür. Uygarlıklar, kendi aralarında bazı detay derecede farklar olsa da genelde belli bölgeler üzerinde hakimiyet kurarlar. Bu hakimiyet sadece iktisadi üretim şekillerini veyahut hiyerarşik oluşumları kapsamaz, Her uygarlığın belli bir düşün dünyası temeli ve ilkeleri vardır ve bu temeller ve ilkeler o uygarlığın hakim olduğu alandaki insanların zihinlerinin en kuytu dehlizlerine dahi hakimiyet kurar. Bir Batılı ile Doğulu'nun x durumuna koyduğu yargı apayrıdır, bu iki zihnin değerlendirme kriterleri birbirinden çok uzaktır. O halde bu tanıma uyan 2 uygarlıktan bahsedebiliriz. Doğu ve Batı. Burada Doğu ve Batı’dan kastım bir coğrafi konum değil, iki farklı ve birbirinize uzak düşün dünyasıdır. Her uygarlık, kendini bir felsefe ve motivasyona yaslamaktadır. Öyledir ki, bu motivasyon onların motoru olduğu gibi nereye yürüneceğini gösterecek bir kutup yıldızı gibidir. Bu iki kültürün temelleri ise birbirine zıt şekilde farklıdır. Batı, rasyoneldir Doğu ise İrrasyonel ve mistik. Rasyonelite ve irrasyonelitenin kaynakları da temelden ayrılmaktadır. Bundan dolayı, bu iki felsefenin kuracağı kültürler de apayrı karakterde olacaktır.

Bu iki kültür, sadece ayrı olmakla kalmaz, temelde asla uzlaşamazlar. Çünkü biri akla, deney ve gözleme, diğeri ise mistisizme dayanır. Rasyoneliteye ‘açık hakikat’ adlı hediye paketi verilmemiştir, bunu onlar akıllarını ve gözlem yeteneklerinş sonuna kadar kullanarak, tartışarak ve doğadaki fenomenleri inceleyerek bulmak zorundadırlar. Deney, gözlem ve akıl onlar için tek rehberdir zira diğer hiçbir yöntem kanıta dayalı ve objektif değildir, tartışılmaya açık değildir. Keyfilerdir ve çeşitli kaprislere ve illüzyonlara dayalıdırlar. Tartışılmaya ve yanlışlanmaya açık olmayan kuramlar ise onlar için spekülasyondan öteye


gidemez, kanıt yoksa değeri yoktur. Üstelik, insanın ve onun oluşturduğu her kuramın kusurlu olacağını bilen bu insanlar, kanılara dayanılarak üretilen kuramlardan kuşku duyarak onları her zerrelerine kadar sorgulamaktadırlar. O halde, Rasyonel düşün dünyası her zaman ve her an evreni ve insanı akıl yolu ile anlamaya çalışan, hakikati bulduğunu asla iddia edemeyen, - her ne kadar ona her deneysel yöntemi izlediğinde daha çok yaklaştığını anlayabilecek olsa da- kuşkuya dayalı ve tam da bu yüzden üzerine her zaman tartışılarak ve yazılan her metin zerresine kadar tekrar ve tekrar parçalara bölünüp incelenerek atılan argümanların açıkları tamir edilebilen veyahut verimsiz olanları yenileyebilen bir yapıdadır. Onların uygarlık temeli tekrar ve tekrar tartışmak, gözlem yapmak, hipotez kurmak ve onları sorgulamaktır. İşte bu yüzden Rasyonelite dinamiktir, deneyler ve gözlemlerden belirli çıkarsamalar yapan bu düşün dünyasında, sezgilere ve 'kesinci ve baştan verili hakikatlere'; durgun insan ve evren modellerine yer yoktur. Her zaman daha az yanlış kuramı aramakta, her an eski anlatıları incelemekte, kusurları olanları elemekte ve yeni modeller kurmakta, bunların da sorgulanmasını istemektedirler.

Bir yandan da Rasyonelliğe dayalı anlayış, insan ihtiyaçlarına dayalıdır ve yine bu kuşkuya dayalı metodla atılan önceki argümanlar sorgulanarak insan ihtiyaçlarını daha çok tatmin edecek çok daha fazla yeni yönetim biçimi bulunabilir. Kısaca kuşkuya, deney ve gözleme ve insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzerine yoğunlaşan rasyonelitenin düşün dünyası kaynar bir kazan gibidir, attığı her adım felsefe mahkemesinde yargılanır; binasına koyduğu her temel filozof ve bilim adamı müfettişler tarafından tekrar tekrar denetlenir ve hatta binanın bitmesine çok az kaldığı halde eğer bir filozof ‘bu bina şu şekilde yapılırsa insan ihtiyaçları daha çok tatmin edilir’ derse, binası dinamitlerle yıkılır.  Rasyonelliğin yeri münazara kürsüleridir.

Mistik bir yapıda olan Doğu Medeniyetinde ise işler böyle yürümez. Doğu, sezgiye ve aklı dışta bırakan iman modeline dayalıdır. Hakikatin, kendisine sezgisi ile kesin bir şekilde verildiğini baştan kabul eden bu modelde açık tartışmalara yer yoktur, deney ve gözleme ise hiç gerek yoktur. Kesin bir hakikati baştan kabul eden bu insanlar için deney ve gözlemin anlamı nedir? Evren onlara tüm haliyle açıklanmıştır. Ortada bir muamma yoktur, o halde kişilerin hatalı kuramlar geliştirebileceği ve bu yüzden onların kuramlarının her an sorgulanması ve çürütülmeye çalışılması gerektiği motivasyonunu temel alan deney ve gözlem zaman kaybından ibarettir. Hayatın anlamı, nasıl yaşanması gerektiği için de tartışmalara yer yoktur. Çünkü onlar, doğdukları andan itibaren atalarının anlatısı ile şekillenen sezgilerinin onlara ‘hissettirdiği’ bir sorgulanmayan hakikatin onlara en iyi yaşam tarzını verdiğine hemfikirdirler. Kaprislerinin ve keyfi olarak konulan ilkelerle yaşamlarını sürmekte ve bir ömrü bunun peşinde sürmektedirler. O zaman, daha az kusurlu kuramları bulmak adına tekrar tekrar gözlemler yapmaya ve tartışmaya lüzum yoktur. Üstelik zaten bu medeniyetin kaynağındaki sezgisel yöntem(?) herhangi bir yönteme, tekniğe ve nesnel ölçütlere sahip olmadığı için tartışmaya açık olmadığı gibi, iman

1800'lerde Kahire'de yaşam, nargile içen insanlar.

kavramları da akıl yolundan değil ancak sezgi ile oluşturulduğundan dolayı yenilenemez ve geliştirilemez haldedir. Zira yenilenebilmek için öncelikle eski kuramda birtakım açıklar bulmak gerekir ki, bunlar adına rasyonel yöntem zorunludur. Yönteme uyulup uyulmaması veyahut yöntemin baştan sorgulanması gerekmektedir tüm bunlar adına nesnel, yanlışlanabilen ve deneye dayanan; keyfi ilke ve kaprislerden uzak bir düşün dünyası lazımdır. Eh, hepsi içinde evrendeki bilinmezliğe karşın bir merak lazımdır. Doğu’da ise bu yoktur, hatta fazla merak sadece kediyi değil; bazen insanın da canını alabilir. Böyle bir uygarlık temelindeki toplum, inşa ettikleri mutlak hakikat şatosunun sıcak köşelerinde kahvelerini yudumlayacaktır, toplumları durgundur, üstüne tartışacak bir şey olmadığı için münazara kürsüleri boştur. Böyle bir toplum, deney gözlem ve her zaman kuramları gözden geçirmediği için eski adetlerdeki veyahut teknik bilgilerdeki açıkları bulmaktan da mahrum kalacak, konfor alanından çıkamayacaktır.

Nitekim, tarihte de böyle olmuştur.

Batı’nın düşün dünyası için İngiliz Empiristlerinden (deneycilerinden) Bentham’ı örnek verebilirim. Onun zihninde insanın bilgi kaynağı deney ve gözlemden ibarettir. Bizlere en kesin bilgiyi bu 2 araç verecektir. Böylelikle bilginin kaynağını deney ve gözleme bağlayan Bentham, mistisizme ve saf sezgiye dayanan bilgileri tartışılamaz, belirli olamayan ve doğrulanamayan ve üstelik kanıtlanamaz olarak görür ve bu araçların bilgiye kaynak olamayacağını vurgular. Böylelikle o, mistiklik ve saf sezgi gibi tartışılamayan sezgi kaynaklarını reddederek ortaya bir tartışma ortamı atmıştır zira deney ve gözlemlerimize dayanan iddialarımız yanlışlanabilirdir. Örneğin ben kahve içmek insanı mutlu edecektir diyorsam gözlemlenme şansına sahip bir iddia ortaya atmışımdır ve bu konu hakkında birçok insan deneyler yaparak bu iddiamı doğrular veya yanlışlar, ben yanlışlanabilen ve deneye dayanan bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım. Bu sayede birçok insan x konusunda çeşitli iddialar ortaya atacak ve bunları tartışmaya, eleştirmeye başlayacaktır ki böylelikle zengin bir kültür ortamı oluşacaktır. Ancak bunun tersi şekliyle, mesela ubuntu adlı mistik bir varlığın bir emri ve öğüdü sayesinde kahve içmenin kimsenin gözlemleyemese dahi bir tür mistik bir mutluluk vereceğini ve bilimsel anlamda bunun kimseye tatmin vermese hatta kalp krizi geçirmemize sebep olsa dahi hala daha bunda gizli birtakım anlamların olduğu ve bunu yapmayan


insanların da çok kötü şeyler yaşayacağı ve hatta buna uymayanların yakılarak öldürülmesi gerektiğini iddia edersem, bu tamamen keyfi ve mistik bir iddia olarak kalır. Bunu ölçmenin bir yolu yoktur, bunu denesek ve lahve içmekten kesin anlamda zarar görsek dahi bu kişi hala daha gizli birtakım şeyler olduğu fikrinden vazgeçmeyecektir. Üstelik bu iddia olgusal temelde bir karşılık bulmadığından deney ve gözlem yoluyla ölçülemeyeceği gibi mistikliği sebebi ile rasyoenlite ve aklı da devre dışı bırakmıştır. Böyle bir iddia Bentham için kişinin belki bir yalanı, belki psikolojik bir probleminden kaynaklı olabilir ancak hiçbir kanıta ve gözleme dayanmadığı ve temellerini buradan almadığı için spekülasyondan öteye gidemez. Elimizde bunu ciddiye alıp hayatımızı bizi açıkça tatmin etmeyen bu iddiaya göre yaşamak için hiçbir sebep yoktur.

  Bu detaylı örnekten sonra konuya dönelim, ''ben bu iddiamın kusursuz olduğunu iddia edemem ve biri beni yanlışlarsa geri çekilmek zorunda kalırım'' demiştim, işte o zaman anlarız ki hiçbirimiz yanılamaz değilizdir ve birçok iddiamız yanlışlanabilirdir, bilgiye ulaşmak için yegane kaynağımız da araştırmalar ve düşünce deneyleri ile yanlışlanabilecek deney ve gözleme dayalı iddialardan oluşuyorsa; o halde gelin, iddialar ortaya atalım ve tartışalım ki doğruyu bulalım. İşte özgür bir sosyal ortam oluşmuştur. Bunun yanında kaynağını deney ve gözlemden alan bir ahlak kuramı kurmaya çalışan Bentham, sezgi kaynaklı ahlakı reddetmiş ve ahlakın kaynağının hazzı arttırmak ve acıdan uzak olmak olduğunu ortaya atmış, herkes için potansiyel olarak en yüksek mutluluğun hedeflenmesi ve bunun için de teker teker bireylerin hem kendi mutlulukları hem de teker teker bireylerin toplamından başka bir şey olmayan toplumun mutluluğu için özgürce mutluluk kaynaklarını aramaları gerektiğini yazmıştır. Böylelikle insanlar hem toplumsal hem de ekonomik alanda insan mutluluğunu arttırmanın  yollarını aramıştırç.

Bunun tersi olarak da dünyanın birçok bölgesinde akıl, deney ve gözlemden ziyade saf sezgilere ve mistisizme sığınan topluluklar örnek verilebilir. Buralarda bir tartışma ortamı gözlemleyemeyiz, zira bilgi kaynağı sezgidir. Sen x i, ben de y yi sezdiysem ve sezgi

Konfüçyüsçüler

dediğimiz şey dolaysız bir algılama ise, biz birbirimizi nasıl eleştirip tartışabiliriz? Muhtemelen birbirimizi sezgilerimizin kirlenmesi ile suçlayacağızdır, zira bu sezgi ile elde ettiğimiz bilgilerin mutlak olduğuna inanırız. Böyle bir temele sahip bir iddiaya örnek olarak ise yukarıda bir kahve örneği vermiştim, bu örnekle beraber kafanızda daha iyi bir şekilde iki düşün dünyasının karşılaştırmasını yapabileceğinizi düşünüyorum. Kısacası, bu toplum durgun bir toplum olacaktır. Bir sosyal değişim ortamı görülemez. Burada ahlakın amacı ise akıldan ziyade sezgi ile kurulu, temellerini geleneklere dayamış haldedir.

 Batı, Newton fiziğini yüzyıllarca kabul ettikten sonra onun eksik yönlerini tamamlamış ve evren hakkında bilgilerini genişletmiş iken, Doğu ne yazık ki bunu yapamamıştır.

Bu iki medeniyet, dünyanın doğru algılanması adına birtakım tezler sunmuştur ki bu tezlerin sentezlenmesi imkansızdır. İngiliz empirisistinin deney ve gözlem kaynağı ile elde ettiklerine bir Hindu  siz kendinizi olgusal dünya ile kısıtlıyor ve kirli kalplerinizden dolayı bizim 'gizli anlamlarımızı' bulamıyorsunuz diyecek, Hindu’nun sezgisi ile elde ettiği ve hakikat olduğunu iddia ettiklerine ise İngiliz evren hakkında temelsiz, keyfi ve kaprislere dayalı bir önerme diyecektir. 

Elbette ki Doğu ve Batı kültürünün birçok özelliğini alan bu topraklar, sanat ve kültür alanında bu eşsiz mozaiği ve İskender’in Doğu ve Batı sanatının sentezi olarak düşlediği yapıyı korumalıdır. Ancak Modernleşmek konusunda ve sosyal bilimler alanında, felsefi bir zeminde Ahmet Mithat Efendi’nin hayali imkansız gözükmektedir.

Batı’nın teknolojisinin sebebi onun bilgi kaynakları ve ahlakıdır. Bunlardan sadece teknoloji kısmını almak, sürdürülebilir bir ilerleme adına yetmeyecek ve yanında Batı’nın ahlakı olmadan yapılan şey sırf bir teknik ithalden öteye gidemeyecektir.

Alperen Özali, 2023 Mart

12 Mart 2023 Pazar

ÖZGÜR İNSAN, ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ ARZU EDER? VEYA ÖZGÜRLÜĞÜN 'NE'LİĞİ ÜZERİNE

 3) "Özgür kişi, her gün yaşarken, yapabildiği kadar çok, doğru değerlendirmelere da-yanarak ve insanın değeri ile değerlerin bilgisini de hesaba katarak eylemde bulunan kişidir."
İoanna KUÇURADİ (Çağın Olayları Arasında)


ÖZGÜR İNSAN, ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ ARZU EDER? VEYA ÖZGÜRLÜĞÜN 'NE'LİĞİ ÜZERİNE

Özgürlük kavramı, belki de tarih üzerinde en çok tahakküm sahibi olan kavramdır. O ‘’Özgürlük’’ içindir ki, Fransız, 1830 ve Amerikan ihtilalleri yaşanmıştır. Binlerce insan makamlarından atılmış, soğuk giyotinin demirleri ile tanışmıştır. Ya bu kadar büyük bir tahakküm alanına sahip olan özgürlük nedir?


Özgürlüğün neliği hakkında o kadar fazla şey yazılmıştır ve bunların hepsi öyle muallaktır ki bu sisli sokaklarda yolumuzu bulmak adına tarihsel bir yolculuk yapmak gerekir.
İnsan Dünya adlı sahneye çıktığından itibaren sosyal olan, karar alan ve bunları sadece tek başına değil ancak hep grubunun etkisi ile alan bir canlıdır. Yani hem sosyaldir, hem de örgütlüdür. Bu durumda, dilin tanıtsal ve tanımlayıcı işlevine dayanarak yaşadığı ve hissettiği, düşündüğü ve idealize ettiği bazı durumları diğer insanlara iletebilmek adına bazı kavramlar sayesinde kelimeler yaratılmaya başlanır. Bir yandan da  sosyal bir varlık olarak insan aynı zamanda çıkarcı ve psikolojik olarak egoist bir yaratıktır. ‘Aklımız tutkularımızın kölesidir.’ Derken Hume tamamen haklıdır. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşadığı tatmin oluş deneyimini, yani hazzını maksimize etmeye çalışırken bir yandan da yaşadığı mutsuzluğu, yani acıyı minimize etmeye çalışır; kısaca tamamen çıkarlarını maksimize etmek üzere kurulu bir biyolojik saattir. İşte böyle bir oluşta olan insan başkalarıyla beraber yaşar ve bu başkaları ile istençleri, haz üzerine kurulu doğası çatışma halindedir. Siz x dalındaki elma ağacını gördünüz ve almak istediniz ancak yalnız değildiniz. Ben de oradaydım ve sizin gibi ben de o elma ağacını gördüm ve onu talep ediyorum, ikimizin çıkarları çatışma durumuna gelmiştir ve sosyal düzen adına tehlike çanları çalmaya başlamıştır. İnsanların tutkuları birbirleri ile çatışsa da vurguladığım üzere sosyal bir varlıklardır ve bu yüzden siz ve benim, çıkarları çatışan iki haz üzerine kurulu makinenin


uzlaştırılması gerekir. Bu uzlaştırma için bizden daha adil ve erdemli olduğunu kabul ettiğimiz yani bizden sosyal açıdan daha fazla tahakküm alanına sahip bir insanın kabul edilmiş olması gerekir. Bu kişinin bizim üzerimizde yaptırım hakkı vardır, işte bu kişi otoritedir. İnsan, tarihin başında tamamen özgürdür ancak şimdi başında bir tahakküm bulunur. Burada kastedilen özgürlük ‘pozitif’ anlamdadır. Yani bir şeyi engelsiz halde yapmak demektir. Bu Özgürlük, diyalektik ile otoriteyi yaratmıştır ve insanın sosyal olayları nitelendirme aracı olarak ‘dil’ yeni bir kelimeyi, ‘Otoriteyi’ hayatımıza katmıştır. Özgürlük kavramı olmadan otorite, otorite kavramı olmadan da özgürlük anlaşılamaz.
Otorite’yi icat eden insanlık, bundan pek memnun olmuş olacak ki biz tarihin önemli bir bir bölümünde mutlak otoritenin egemenliğini görürüz. Artık sadece bir hakem yoktur, cellat da hayırsever de aynı kişidir. Önceden her şeyi sınırsız özgürlük altında yapabilen insan şimdi ya kraldan ya da göklerden izin almadan kılını kıpırdatamaz hale gelmişti. Burada ise tarihin akışı içerisinde bizler şunu fark etmeye başlarız, doğrusu ‘İnsanlık’ şunu anlamaya başlar: Bu atanılan hakem, her zaman iyi kararlar veremez ve nereden icazet ve yetki aldığını söylerse söylesin bu onun yalan söylemediğine veyahut da o yetkileri yanlış yorumlamadığını gösteremez. Böyle bir yönetim ise şüphesiz kan ve acı getirmekten ve halkını mutsuz etmekten başka bir şey yapamaz. Bu şüpheci yaklaşım, otoriteye bir şerh koyar. Artık otoritenin bir sınırı vardır ve artık bu hakem, bu kırbaç denetlenmelidir. Biz, işte tam bu noktada özgürlük ve otorite diyalektiğinin yeni bir safhasına girmiş oluruz, mutlak özgürlük nasıl ki mutlak otoriteyi yaratıyorsa şimdi de mutlak otorite tarihin akışı içerisinde kendi kendini baltalamış ve bir ‘negatif özgürlük’ anlayışını doğurmuştur.  Özgürlük, negatif özgürlük anlamında, 'rönesans' yaşamaya başlar. Tarih öncesinde ‘istenilen şeyi sınırsız bir halde yapabilmek’ anlamına gelen ‘’özgürlük’’, artık ‘bir otoriteden bağımsız olabilmek, bir şeyin esiri olmamak’ anlamına gelir. Önceden bir tabanca olan özgürlük, artık otorite tabancasına karşı bir çelik yelek olagelmiştir.


 Burada şerh düşmek gerekir ki benim yaratmaktan kastım bir mistik yaratım veyahut Marksist bir anlayış ile organizmaları bir tekil varlıkmış, onları kendilerini oluşturan şeylerden bağımsız bir oluşu ve bilinci varmış gibi görüp tüm bu sürecin bu ‘kavram insancıkları’ etrafında döndüğü sanılsın. Tüm bu süreç, teker teker düşünen zihinlerin ürünüdür. Tüm bu süreç, insan yaratımıdır. İşte kısaca özgürlüğün neliği hakkında tarihsel bir yolculuk yaptık. 


Tüm bu tarihsel olayların ışığında filozoflar özgürlük hakkında çok çarpıcı ve birbiri ile çatışan tanımlar yapmışlardır.  Rousseau ve Romalılar için özgürlük tamamen pozitif anlamdadır, biri bir şeyi yapabiliyor ise özgürdür. Liberaller için ise özgürlük ‘‘otoriteden bağımsız olabilmek’’tir. Eğer sen x otoritesinin istediği gibi yaşamıyorsan, özgürsündür. Bu, ‘…den’ münezzeh olmak anlamındadır ve tamamen negatif içeriklidir. Bir de tüm bunların yanında Stirner’ci bir özgürlük anlayışı vardır, birey hem kısıtlamalardan ve otoriteden münezzeh olmalı, hem de istediğini yapabilmelidir. Bu hem negatif, hem de pozitiftir. Hatta ve hatta bu özgürlük anlayışı, Stirner’in kendisi gibi anarşisttir. Bu anlayış hem ‘…den’ bağımsızlık hem de ‘…ı’ yapabilmek anlamına gelir, ne bir sınırlayıcı ne de bir kalıba sığabilir.
Eğer biz özgürlük hakkında gerçekten bir çıkarım yapmak istiyor isek, özellikle Stirner’ı (Stirner'in anlayışı pozitif içeriği ile Romalıların anlayışını da kapsayacaktır) ve belli gerekçelendirmelere ve kanıtmalara sırtını dayayan ve bu kanıtlar olmadan özgür olunamayan Faydacılar Liberaller arasından Mill’in özgürlük anlayışını incelememiz gerekir.

Mill’in özgür insanını anlamak için birkaç cümle ile onun düşün dünyasını özetleyelim: ‘‘İnsan, doğduğu andan itibaren hazzını maksimize etmek ister, bunu ise en verimli halde hem kendinin hem de toplumun hazzını maksimize ederek yapabilir. Birey neyin kendini daha fazla mutlu edeceğini en iyi kendisi bilebileceği için özgür olmalıdır. Teker teker bireylerden oluşan toplumda bireylerin özgür olması demek bunun sonucunda tüm toplumun faydasını maksimize etmesi anlamına gelecektir. Ancak

J.S. Mill

bunun da bir sınırı bulunur. Eğer birey kendi mutluluğunu aramanın dışına çıkıp başkalarının hayatlarını kısıtlamaya çalışır hale gelirse kısıtlanmalıdır. Çünkü bu olabilecek en fazla sayıda insanın en fazla mutluluğunu engeller. Bu kaide dışında birey otoriteden tamamen bağımsız olmalıdır.’’ Görüldüğü gibi onun için özgürlük negatiftir. Bir sınırı vardır ve o da başkalarının hayatıdır ve bunun yanında o, özgürlüğe bir amaç atamıştır. Özgür olmalıyızdır çünkü bu hazlarımızı maksimize etmenin en verimli yoludur. Onun için özgürlük verimli bir şekilde neyin faydalı olacağını bilen bir insanın başkalarından bağımsız olabilmesidir. Yani özgür olmak Mill için verimli fayda hesabını yapabilmekten geçer.


Onun özgürlük için yaptığı avukatlık neredeyse saf olarak fayda ve mutluluğa dayalıdır. Bir kimse onun hayatına belirgin bir etki yapmadığı sürece bir başkasının kötü bir hayat yaşadığını düşünse dahi ona müdahil olamaz. Çünkü bu müdahale hem müdahale edilen kişiyi mutsuz eder, hem de tüm bireysel çeşitliliklerin yok edilmesine bu anlayış kapı aralar. Eğer ben daha progresif bir hayat yaşıyor ve bundan memnunsam ve bir başkası da daha geleneksel hayat yaşıyor ve ondan mutlu ise birbirimizi bastırmanın anlamı nedir? Belki ikimiz de birbirimize göre verimsiz ve yanlış bir hayat yaşıyoruzdur, ancak ikimiz de ne tam hakikate ulaştığımızı ne de aynı hayat şartlarından geldiğimizi söyleyemezken ve siz ve ben biricik yapıda olan insanlar olarak tıpkı farklı çiçeklerin farklı derecede suya ve güneşe ihtiyaç duyması gibi mutluluk için de farklı hayat tarzlarına ihtiyaç duyduğumuzu akıl edersek bizim farklılığımızdaki problem nedir tam olarak? Birbirimizi bastırmaya çalışmak sadece karşılıklı öfkeye ve mutsuzluğa, toplumsal kargaşaya, birbirimiz ile diyalog kurup fikirlerimizi çarpıştırarak daha iyi bir dünyaya varma yolculuğumuzda karşılıklı fayda yerine ‘’tektipçiliğe’’ yol açar. Yani kısaca ne kişisel ne de toplumsal mutluluk artar. İşte bu yüzden kişiler özgür, yani otoriteden bağımsız olmalıdır.
Bu, çok rasyonel ve mantıklı bir özgürlük savunusudur ancak bu özgürlük anlayışı kendi kendisiyle çelişir. Mill için özgürlük bir amaç değil, bir araçtır ve bu araç da sadece özerk haldeki bireyin bizatihi kendisini değil, tüm bir toplumun aracı olmalıdır. Eğer özgür olmak istiyorsan felsefe mahkemesinde, filozof yargıçlar önünde neden özgür olmak istediğine dair yeterli delil sunmak zorundasındır. Ancak bu temellendirmeler ışığında sen özgür olabilirsin. Mill, kendi argümanlarıyla beraber özgürlüğü


hapsetmiştir. Ben önceden bir gerekçe sunmadan özgür olabilirdim, ben hiçbir amaçsallığa dem vurmadan istediğimi istediğim şekilde yapabilirdim ancak artık kendimi ispat etmem, gerekçeler sunmam gerekecek. Özgürlük böylelikle ortalıktaki bir elma ağacı olmak yerine bir manavın tezgahında bekleyen hale bürünmüştür. Ona öylece sahip olamam, bir fiyatı vardır. Böyle bir anlayış özgürlüğün pozitif yönünü baltaladığı gibi, negatif yönünü de kısıtlar. Yeterli argümantasyonlar yapılırsa artık birey ‘…den’ bağımsız olamaz. Yeterli argümantasyonlar ile birey ‘…ı’ yapamaz. Bu ise açıkça benim özgürlüğümün kısıtlanmasıdır. Bu, kesinlikle saf özgürlükten başkadır. Hakiki özgürlük yerine karşımızda şatoda, üzerine kendi vahşiliğini örtmek adına kıyafetler giydirip süslendirilmiş, oynanmış bir özgürlük çıkar karşımıza.


Argümanlar yolu ile özgürlük, felsefe mahkemesinin müdavimi olan ve bu özgürlüğünü kullanarak ‘yanlış hesap edilmiş’ ‘başkalarının özgürlüğünü kısıtlayan’ bir eylem yaptığı an ahlakçıların sopasından kaçamayan bir özgürlük, özgürlük değildir. İnsan artık kaosun değil, fayda-zarar tahterevallisinin denge durumuyla hareket eden bir canlı haline gelir ve böyle bir canlı ‘hakiki insan’ olsun ya da olmasın hür değildir. O, nedenler duvarını aşmadan özgür olamayan bir makine haline gelmiştir, ancak kulaklarına özgürlüğün şarkıları fısıldanır; halbuki bunlar tatlı bir seraptan öteye gidemez. Şöyle der Mill, ‘’Mutlu olabilme özgürlüğün için toplumda kaos yaratma özgürlüğünü kısıtlamalısın’’. Ben bunu yaparak belki daha fazla özgürlük alanına sahip olabilirim gerçekten, ancak bu kısıtlandığımı değiştirebilir mi? Mill’in ve Liberallerin anlayışı gerçekten bir özgürlük değildir. 


Şimdi ise diğer bir özgürlük anlayışına, Stirner’in anlayışına değinelim. Stirner için bireyi bir şey feda etmeye zorlayan – bu ona daha fazla özgürlük alanı açsın ya da açmasın- her yapı hürriyetin düşmanıdır. Toplum, bireyi evcilleştirme peşindedir. Mill gibi filozoflar ise bu vahşi bireyi ‘faydacılık’ gibi etik kuramlar ile disipline etme, bir kırbaçsız kırbaç kullanarak onun ‘istenmeyen eylemleri’ kendi kendini disipline ederek yapmasının yollarını arayarak terbiye etmeye çalışır. Bu, tahakküm değildir de nedir? Ahlakçı için insanlar, kendi idealindeki düzeni sağlamak göreviyle doğmuş çarklardan başka bir şey değildirler. Kişi faydacı olmalıdır çünkü olması gereken düzen buna dayalıdır, yaramazlık mı yaptı? Ya delidir ya da suçludur. Çabuk disipline etmeye zorla devam edilsin! Ya hapishanede ya da tımarhanede ömrünü tamamlayacaktır çünkü o yüceler yücesi ahlakçının idealini gerçekleştirmek için kendine adanan görevi yapmamıştır. Ahlakçılar ve toplum için her ‘kendi’ olmak, ‘biricik’ olmak isteyen birey düşmandır. Çünkü eğer her insan biricik olur ve koşulsuz ve şartsız halde özgür olursa, rasyonel bir şekide -ahlakçının da vaaz ettiği gibi- neyin kendisi için daha özgürlük alanı getireceğinden vazgeçip salt halde ‘kendisinin istencine ait’ eylemleri gerçekleştirirse ahlakçı bilir ki toplumda kaos


ortaya çıkacaktır.  Bir saatçi gibi 'toplumsal yapı' dişlilerini işler kılmaya çalışan ahlakçı için ise bu dişlilerin böyle kuralsızca hareket etmeleri dehşet vericidir. Ben, bir elma ağacına göz diktiğim an başkasına ait olan bu yerden bir şey çalmanın sonuçlarını düşünüp bu eylemin ‘fayda yerine acıyı’ arttırdığına ikna olup bu eylemden vazgeçerken, yani kendi kendimi disipline ederken artık bunu yapmayacağımdır. ‘O elmayı istiyorsam ve buna gücüm yetiyorsa alırım, karşımda biri varsa ve ona gücüm yetiyorsa da onu ezer geçerim’ der bir Stirner’ci. Bir biricik birey olarak, istençleri toplumla asla uzlaşmayacak ve salt özgür olmak arayışında olan bir birey olarak -ki bunun da bir sebebi çıkarımdır ancak yeri gelir ki ben hem özgürlük kavramını da üstümden atmasını bilirim, hiçbir şey üzerimde tahakküm kuramaz!- ben toplumun meselesi ile ilgilenmem, bu beni alakadar etmez. Ben hazzımın değil, haz benim kölemdir, benim çıkarlarımın kölesidir. Kendimin sahibi olarak hiçbir yapı beni dizginleyemez ve ben üzerimdeki her şeyi atmak istemekteyim. O halde özgürlük istediğim her şeyi yapabilirken bir yandan da ‘…den’ bağımsız olmaktır.


İşte hakiki özgürlük budur. Hatta bu öyle bir özgürlüktür ki ‘özgürlük’ kavramının tanımlarının sınırından bile özgür olma arayışı içindedir biricik birey. Bu biricik birey üzerinde hiçbir şey tahakküm kuramaz, ne ‘daha fazla özgürlük alanı için bazı özgürlüklerden ‘fedakarlık’ ne de ‘rasyonelite’ onu yapacağından alıkoyabilir. O ister, yapar. Muktedirdir ve yapar, insan böylelikle saf doğal haline geri döner. Stirner’ın bireyi için toplumun meselesi de umursanmamalıdır. Madem birey biriciktir, o halde onu herhangi bir şekilde kısıtlamak gerçekten özgürlük sayılabilir midir? Bu, benim çıkarımın bastırılmasıdır.


Stirner haklıdır ancak haksızdır. Bu cümlemi açmama izin verin. Haklıdır, çünkü hakikaten tam olarak özgürlüğü ister. Haksızdır, çünkü böyle bir düzende kimsenin hiçbir özgürlüğü kalmayacaktır. Kişisel olarak doğru, toplumsal olarak yanlıştır. Toplumun meselesi belki onun meselesi değildir, ancak toplumun tüm üyeleri de tek tek biricik bireylerdir ve onun özgürlük anlayışında bazı biricik bireyler özgür olamayacaktır. Benim sizi öldürebilme özgürlüğüm varsa, sizin yaşama özgürlüğünüz yoktur. Eğer siz yaşayamazsanız gerçekten de ‘salt kendi istenciniz adına’ bir eylemde bulunabilir misiniz, hayır. O halde Stirner de çelişmektedir. Hakiki özgürlük, bazılarının asla hakiki şekilde özgür olmamasına; saf halde biricik olmak ise bazılarının saf halde biricik olmamasına sebep olur.
Mill ise ‘Özgürlüğü savunduğumuz halde bazı kısıtlamalar yapılmalıdır’ argümanını bu şekilde sağlamlaştırmış olur. 


Vardığımız sonuç şudur: Özgürlük, kendi kendisini yer. Yarım özgürlük, özgürlük olmadığı gibi tam özgürlük de asla tam özgürlük olamaz. Yani özgürlük, çelişkili bir kavramdır. Bir insan asla tam olarak özgür olamaz.


Peki özgürlük çelişiktir, o halde ne olacak? Özgürlüğün rüya olduğu sonucuna varıp totaliter bir idareye göz yummalı mıyız, ya da tartışmayı burada sonlandırıp, bu arenadan çekilmeli miyiz? Elbette hayır.
Bunun yerine konunun en temeline tekrar inmeliyiz. Biz, neden özgür olmak isteriz?    
Bunun nedeni üzerine düşünüldüğü zaman basitçe anlaşılabilir. Özgür olmak ister, çünkü insan ancak baskılanmadığı ve istediğini yapabildiği zaman çıkarlarını, faydasını maksimize edebilir. Üzerine


düşünüldüğü zaman, bir hakem ihtiyacı duyulmasından negatif özgürlük kavramına kadar asıl amacın ‘nasıl daha mutlu bir hayat yaşarım’ sorusu olduğu anlaşılacaktır. Tüm bü arayışlar, daha mutlu bir yaşama kavuşulması amacının araçlarından başka bir şey değildirler. İnsanlık ''mutlak otorite''yi de kaosun zararından daha mutlu bir yaşama kavuşmak adına yarattığı gibi, ''sınırlı hükümet'' kavramını da dikta rejimlerinin tektipçiliğinin nasıl mutsuz bir toplum yarattığını ve yetenekleri baskıladığını gördükten sonra gene daha mutlu bir yaşama kavuşmak adına yaratmıştır.

İnsan doğası, hazzı arttırmak ve acıyı azaltmak üzerine kurulur ancak hem doğa, hem toplum ve bu toplumun oluşturduğu her yapı onun bu istenci üzerine bazı engeller çıkartır. İnsan işte tüm bu engellerden münezzeh olmak ister ve bununla beraber istediklerini de yapabilmeyi arzu eder.  Toplumun üzerine bindiği biri özgürce hayat tarzını ifade edemez, bu ise onun hazzına ve çıkarlarına ters düşer, ancak liberal bir ortamda bu hakka sahiptir ve bunu anlayan her insan liberal bir rejimi kesinlikle totaliter olandan daha fazla arzulayacaktır. O halde, bu şekilde özgürlüğün neden insan tarafından arzulandığı hakkında çözümlemeler yapıldığı zaman artık özgürlüğün tanımı çatışmalarına son verilebilir. Tanım çatışmalı olsun ya da olmasın, eğer biz bu istencin sebeplerini anladıysak, yani biz bu kavramın bize ‘neyi ifade etmek’ istediğini anlarsak ortada herhangi bir problem kalmamış olacaktır ve bu tanımsal, içsel ve bir bakımdan manasız olan ve bizi daha mutlu bir yaşama ulaşmaktan tanımsal ve olgusal dünyadan (insanın yapısını) temel almayan tartışmalarla alıkoyan bu bocalama hali aşılmış hale gelecektir. 


Eğer özgürlüğün istenmesinin sebebi yukarıda ifade ettiğim gibi hazzın maksimize edilmesi ise, çatışma ve kavramsal çelişki problemi de son bulacaktır. Özgürlüğün istenmesinin sebebi eğer salt bir amaçtan ziyade -ki insan doğasının buna dayanmadığı ve acı ve haz duygularını hareket rehberi edindiği, geri kalan kuramların ise bu hazzı maksimize etme aracı olduğu gerçeği bu argümanı çürütmüştür- araç olduğu ortaya konulursa, o zaman önümüzdeki tek problem bu hazzın nasıl maksimize edileceğidir. Artık bizim ‘Neden bazı kısıtlamalar, yapılan özgürlük vurgularına rağmen var olmalıdır?’ sorularıyla zaman tüketmeye işte bu şekilde ihtiyacımız da kalmaz. Bazı kısıtlamalar olmalıdır, çünkü tüm bu özgürlük istencinin temeli, Stirner’dan -onun da derdi bireyin çıkarlarının bastırılmasından başka bir şey olamazdı- Mill’e kadar hazzın arttırılması prensibine dayalıdır. Eğer durum buysa, hazzı arttırmanın belirgin olarak verimsiz durumlarına karşı bazı kısıtlamalara gitmek hem bireyin mutluluğunu, hem de toplumsal mutluluğu maksimize eder. Özgürlük problemi ancak böylelikle, onun hakkında yapılan tanımların temellerine kadar incelenmesi, tarihsel süreci incelerek aşılabilir. Bu problemi aşmanın asıl sıçrama tahtası ise deney ve gözlem alanındaki ‘insan doğası, yapısı ve istenci’dir.


‘’Özgür insan olmak’’, özgür olmak adına arzu edilmez. Arzu edilir, çünkü kişinin hazzını maksimize etmenin yegane yoludur.

 Alperen Özali

4 Mart 2023 Cumartesi

KENDİ GÖK KUBBEMİZ, HAKLI BİR ENDİŞENİN SEBEP OLABİLECEĞİ YANLIŞ ADIMLAR ÜZERİNE

 Bir etkinlik adına Yahya Kemal'in 'Kendi gök kubbemiz' kitabı üzerine -daha doğrusu bu kitabın bana düşündürdükleri üzerine- yazdığım yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.


Yazarımız Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü ortam, bir değişim çağının ve rüzgarının tam ortasındadır. Onun dünyaya geldiği dönem, bir medeniyetin sancısı, travmasıdır. Bu travmanın sebebi de, bir medeniyet çatışmasıdır. Yahya Kemal de, bu çatışmaya bizzat tanıklık edenlerden biridir. Evlad-ı Fatihan Rumeli’den yalınayak sürülmüş, Ruslar Yeşilköy’e potinleri ile ayak basmıştır. Nerededir


Fatih’lerin çerileri, mehterleri; Viyana kapılarına çadırlarını kuran ordular nerededir? Hepsi bitmiş, çağ değişmiş ‘Anne, Türkler geliyor!’ diyerek feryat eden Batılılar, artık Osmanlı’yı Reval de paylaşır, hasta adam olarak adlandırır olmuştur. Bu, tarih kitaplarını karıştırırken gururlanıp, eline aldıkları gazetede Balkanların elden çıktığını okuyan ve içlerini kederin karanlık zehrinin doldurduğu, artık fakir bir toplumun gençlerini düşünmeye itmiştir: Bu, neden olmuştur, çözümü nedir?


 Fikret için çözüm, akıl ve bilimdedir; tüm eski kurumların tasfiye edilip yerine dinamik batıcı ve akılcı bir toplumun kuruluşudur. Gökalp’e göre çözüm, türklüğü muhafaza ederek bir reformlar zincirini ateşlemektir. Akif için ise çözüm Batı’nın bilimi, Doğu’nun kültürüdür. Tüm bu fikirler adeta bir kavgaya tutuşmuş ve İstanbul’da fikirsel bir mücadele silsesilesi başlamıştır. Tüm bu kavganın arasında, bir şair ve mütefekkir ise özlemle geçmişe bakmakta ve onu yad etmektedir. O kişi, Yahya Kemal’dir. Onun şiirlerini okuduğunuzda, sanki bir yaşlı aile üyesinin bir yandan hüzün ve bir yandan da gururla artık orada olmayan atalarını anlatmaktadır. Gururludur, çünkü bu atalar onların tarihidir, hüzünlüdür çünkü artık onların yadigarları elde değildir. Tüm bunların yanında, o beyaz sakallı insanın gözlerinin içindeki endişe sanki anlatımına vurmaktadır. O, tüm bunların unutulacağından korkmaktadır. Yahya Kemal eğer Türk Modernleşmesinin tarihi insan formunda anlatılmak istenilse, sanırım böyle kurgulanırdı.


Bu endişeyi anlamak zor değildir. Yahya Kemal son derece geleneklerine bağlı bir ailede dünyaya gelmiş ve sofuluktan tatmin olan bir insandır, çocukluğu boyunca Doğu’nun destanlarını dinleyen Kemal, Beyoğlu’nda alafrangalar ile karşılaşınca elbette ki endişelenmiş ve onu, atalarının yadigarlarının ellerinden kayıp gittiği korkusu sarmıştır. Sanırım, şiirlerindeki Türk-İslam vurgusu, düşün dünyasının dehlizlerindeki bu endişenin tezahürüdür.


Yahya Kemal’in endişesini anlamak mümkünse de, bu endişenin tarihin ve doğanın en önemli yasası olan ‘ilerleme ve değişime’ bir ket vurma girişimine dönmemesine dikkat edilmelidir. Nasıl ki geçmiş bizimse, geleceğe ilerleyen bir ulus için de gelecek artık onlarındır. Onlar, artık geleceğe yabancı gözü ile bakmayacaklardır. Ulusunun yararını düşünen biri nasıl ki geçmişin destanlarını yaşatmak istiyorsa, aynı zamanda onun değişimine de saygı göstermelidir. Tarihin yasaları, durmayı kaldırmaz. Nasıl ki doğada değişen koşullara adapte olamayan türler yok oluyorsa, tarih de doğanın bizzat içinde ve onun yasalarına tabii olduğundan dolayı durgun toplumlar da yok olmaya mahkumdur. Bu durgunluğun zıttı, dinamik bir toplumdur ki böyle bir toplumun yaratımı ancak bazı ilkeler ile mümkündür. Bu ikelerin temeli, insan ihtiyaçlarının tatminini akıl ve bilimin ortaya koyduğu kaynaklar ile aramaktır. 


İnsan, doğduğu andan itibaren bazı tehlikeler ile karşılaşmaktadır. Bu tehlikeler karşısında ise tarihin çok uzun bir döneminde dehşete kapılmak ile yetinmiştir. Bundan sonra ise, bu tehlikeleri nedensellik anlayışı ile yorumlamaya başlamıştır. Bu nedensellik ise, tarihin çok uzun bir döneminde, deney gözlem ve akıldan yoksun ve sezgisel haldedir. Örneğin insan, şimşek çakmasını Tanrıların kızgınlığına yormuş ve bunu engellemek adına bazı ayinler yapmaya başlamıştır. Uzun bir süre insanlık bu yorumda ısrar etmiştir ki, bunu anlamak doğaldır, çünkü sezgisel yorumlarda tartışmaya yer yoktur. Ancak, tarihin değişim yasası durmamış ve zamanla gelişen tüm entelektüel birikim zeki bir beyinde, bir kıvılcım çakmayı başarmıştır. O kişi, Thales’tir. Thales yıllarca kabul gören ve kimsenin vazgeçmek istemediği bu anlayışın onun aklını tatmin etmediğini görmüş ve doğayı gözlemleyerek yeni bir anlayışın peşine düşmüştü. Onun zihninin dehlizleri, bu açıklamadan tatmin olmayıp adeta bir motor gibi çalışmakta ve bu kurulan nedensellikte, bu ‘geleneksel açıklamalrın’ rahat şatosuna yerleşmiş eski açıklamanın kusurlarını aramaktaydı. Sonunda da bulmuştu: Süreç tamamen doğaldı, madem süreç tamamen doğaldı; o halde burada Tanrı’nın duygularını katmanın anlamı ve açıklayıcılığı neydi? Koca bir hiçti. İnsanlık yüzyıllarca yanılmıştı. O halde yapılması gereken şey ayin yapmak değil, önlem almaktır.
Bu, milyonlarca insanın hayatını akılcı önlemlerle kurtarmamızı sağlayan günümüz biliminin temelidir. Bu açıklamalar elbette ki İyonya toplumunda fırtınalar koparmıştır. Yıllarca yanılan insanların, bu yeni açıklamayı kabul etmesi uzun sürmekle beraber, birçoğu da reddetmiş ve eski ile bağlarını koparmak istememişlerdir. Onlar, atalarının onlara bıraktığı sezgici ve gelenekselci düşün dünyalarının  ellerinden kayıp gitmesinden korkarak onlara dört elle sarılmışlar, ve iyi niyetle de olsa da, insanların ve İyonya ulusunun daha mutlu ve güvenli bir hayat yaşamasının önüne zincir vurmaya ve daha da önemlisi, doğanın ve tarihin yasalarını engellemeye çalışmışlardır. Bu, boşuna bir çabadır ve elbette ki başarısızlığa mahkumdur. 

Tarihimiz ise bu ataların yadigarının elimizden kopacağının endişesi ile ona dört elle sarılarınların örnekleri ile doludur. Takiyüddin’in evreni akıl ve bilimin ilkeleri ile açıklamasına katlanamayan ve onu ‘Melekleri dikizlemekle’ suçlayan Osmanlı Şeyhülislamı ve İstanbul'da yaşanan depreme Takiyüddin'in rasathanesindeki bu 'küfrün' sebep olduğunu söyleyerek karışıklık çıkartan Osmanlı ahalisi buna örnek verilebilir. Onlar da değişimi ve yeni açıklamaları kabul edememiş ve artık geleneksel açıklamaların yenilgisi açık olduğu halde buna katlanamamış, aklı mahkum etmişler. Bunun bedeli ise ağır olmuştur. Eğer depremin sebebini bahsettiğim ilkelerle, İyonyalılar gibi doğada yapılan gözlemlerin rehberliğinde açıklayabilselerdi eğer, bu acı olaylar yaşanmayacaktı ve ilerlemenin önüne dogmatik ketler vurulmayacaktı. İnsanlar bu ilkelerin rehberliği ile yıllarca bu dogmatik anlayışları kırmaya uğraş vermeden evreni daha hızlıca keşfedebilecek ve bu keşifler sayesinde, bu keşiflerin benzer ilkeleri ile insan vucüdüna yapılan araştırmalarla beraber bizler daha sağlam açıklamalar geliştirip bu açıklamalar önderliğinde evrendeki ve insan vucüdundaki sorunlara daha 'doğru' çözümler bulacaktık. Takiyüddin'in küfre saplandığını söyleyip onun yüzünden deprem olduğunu düşünüp rasathanesine yürümeyip binaların daha sağlam yapılmasını isteyip, daha sağlam binalarla bir sürü can adına önlem alabilirdi Osmanlı ahalisi örneğin.


Akıl ve doğa kaynaklığında, bilimlerinin deney ve gözlem ilkeleri Batı’da yarattığı tartışma ortamı ile önce Bilim Devrimini, daha sonra tartışmaya, akla ve insanın daha mutlu olmasından başka kaide gözetmeyen yasaların yapımına, Sanayi Devrimini yaratıp Batılı’yı daha müreffeh ve mutlu kılarkeni, Takiyüddin’i mahkum edenlerin zihniyetinin yıkılamadığı Doğu’yu geri bırakmıştır. 


Ulusunun mutluluğunu canından çok düşünen bir aydın, bu durumda anlamalıdır ki benimsediği ve atalarından kaldığı için saygı duyduğu o gelenekler, bir ulusun gelişimini engelleyip onları mutsuz ve yeteneklerini kullanamadıkları, verimsiz bir hayata mahkum edebilir. Anlamalıdır ki Tarih ve Doğa, akıl ve doğa bilimlerinin yöntemi olan deney ve gözlem rehberliğinde, insanı mutlu kılmaktan başka amaca sahip olmayanların yanındadır. Anlamalıdır ki bu ilkeye ters düşen ata yadigarı fikirlerin artık toplumda yeri yoktur. Anlamalıdır ki Takiyüddin’i mahkum eden zihniyet de ata yadigarıdır ve bu yadigar yeri gelir atalarının torunlarına zarar verir, onları fakirliğe ve mutsuzluğun pençesine götürür ve bu demektir ki geleneklere tam bir bağlılık onun ulusuna zarar verecektir. Kısaca anlamalıdır ki, geleneklerin kalıcı olması gerektiğine inanan ve onun elinden kaydığını görünce ona sarılan bir düşün dünyası yanılmaktadır. Tarih, ilerlemekten korkmayanların ve değişimi anlayan, değişimi de sağlayan ve insanı mutlu kılan biricik ilke olan doğa bilimleri rehberliğinde düşünen ve bu ilke ile gerekirse tüm gelenekleri değiştirme iradesine sahip olanların yanındadır.


Yahya Kemal’in gelenekler hakkındaki haklı ve anlaşılabilir endişesi, geleneklerin gelenek olduğu için değerli kabul edilmesi yoluna kesinlikle dönüşmemelidir. Yoksa, geleneklerimizi korumamızın sebebi olan milletimizin ilerlemesinin önüne, iyi niyetle de olsa bir ket vuracak ve tarihin yasalarına karşı direnerek kaçınılmaz bir başarısızlığa rotamızı çevireceğiz. Bu notanın vardığı nokta ise, geri kalmış hayattan tatmin olamamış ve ne yazık ki çevresindeki ilerleyen uluslara keder ile bakan bir toplumdur. Tarih ise böyle bir durumda o topluma Fikret’in Tarih-i Kadim’indeki mısralarında olduğu gibi ‘iyi uykular’ dilemekten başka şey yapmayacaktır.

Alperen Özali, Şubat 2023