yazılarımızdan arayın

11 Aralık 2022 Pazar

Sam Harris- Evrim, Natüralist Utiliteryenizm ve Görececilik

 

Harris’in bir çeşit utiliteryen ya da Neo-Utiliteryen olduğunu bir önceki yazımda anlatmıştım. Şimdi ise Harris’in utiliteryenizminin İyi, kötü ve Evrim, İnanç ve Din gibi kavramlara olan bakışını inceleyeceğimiz bir seriye başlıyoruz.

A. İYİ VE KÖTÜ

1.KARŞILIKLI ÖZGECİLİK, İŞBİRLİĞİ VE EVRİMSEL VE DOĞAL BİR HEDİYE OLARAK AHLAKİ İÇGÜDÜ

Harris’in utiliteryenizminin önündeki en büyük engellerden biri, ‘insan doğası’ konusudur. Ahlak kavramını ve bu ahlakı inşa eden yapıların hepsinin insan doğasından gelmesi gerektiğini savunan bir natüralist olan Harris eğer işbirliğini bir değer olarak ortaya koymak istiyorsa bunun doğadaki yerini de bize göstermelidir. Eğer ahlak insan doğasından başka hiçbir şey üzerine kurulamazsa ve ahlakın göklerden gelmediğini savunuyorsa (elbette ki her insan eğilimi iyi değildir, ancak her iyi insan eğilimi ‘eğilim’ olmak zorundadır) ancak işbirliği doğamızda yoksa Harris’in tüm yazdıkları çöpe atılabilir durumdadır. Sonuçta Ahlak toplumsal ilişkileri düzenler ve eğer ortada olması gereken bir işbirliği modeli yoksa düzenlenecek herhangi bir şey de olmaz.

Birçok insan evrimin bir zorunluluk olarak bencilliği gerektirdiğini düşünür ki burada bahsedilen ‘bencillik’ Hobbesçu veya Randçı bir bakış açısıyla kompleks bir düzene yol açabilecek, işbirliği kurulabilecek bir bencillik türü değildir. Burada bahsedilen bencillik tam manasıyla yıkıcı bir bencilliktir, barbarcadır. Doğaya bir bakın denir, birbirlerini yiyen hayvanlar, grup üyesini öldürüp yiyen maymunlar… siz böyle bir doğada bir işbirliği ve alturizm görebiliyor musunuz?

Evet, görüyoruz.

Bir başkasına yardım etmek ilk bakışta tamamen karşılıksız görülebilir. Nehire düşen arkadaşımı kurtarmaya çalışmam çok büyük bir efor yükü getirecektir ve sonuçta bunu bir ‘başkası’ adına yapıyor olacağımdır. Burada bir düşünce deneyi yapmamız gerekir. 10 kişilik bir gruptayız diyelim, hayatın olağan akışı içinde hepimizin karşılaştığı bazı sorunlar olacağını da eğer iq muz 50’yi geçiyorsa muhtemelen anlamışızdır. O halde eğer herkes herkese yardım ederse, grup olarak ve kişisel olarak da hayatta kalma şansımız yükselir. Birimizin evi yapılırken diğerimiz ona yardım ederse hem ev yapma sırası bize gelince bu kişinin bize yardım etme şansının olduğunu bilir ve grup üyemizin başarısının bizim de hayatta kalma şansını yükselttiğini düşünürsek karda olduğumuzu anlarız. 8 kişinin bir haydut çetesiyle ya da bir vahşi hayvanla mücadele etmesinden kesinlikle 10 kişinin mücadelesi etmesi daha kolaydır. Kısacası evrim ‘ben seni göreyim ve sen de beni gör’ ilkesine göre işler. Karşılıklı yardımlaşma hem bireyin hem de grubun çıkarını maksimize eder. Benim partilemek yerine hastalanan arkadaşıma yardım etmem ilk bakışta zararıma gibi görünse de hastalanınca bana bakacak birinin olması uzun süreçte çıkarımı çok daha fazla maksimize eder. Evrimsel süreç bunun örnekleri ile doludur.(1)


Bunun yanında hiçbir hayvanın da mantıkla oluşturulmuş bir süreç sonucunda karşılıklı yardımlaşmaya ulaşmadığını biliyoruz, madem öyle o halde bu özellik nasıl ayakta kaldı? Basitçe, bu yardımlaşma grubu ayakta tutmaya yaradığı ve bu yüzden bu eğilime sahip olan topluluklar ayakta kaldığı için. Hasta olunca arkadaşına bakma eğiliminin olmadığı bir grup kısa sürede çok fazla üye kaybedecek, daha az iş yapacak, üretecek ve tüketecek, dış tehditlere karşı daha savunmasız olacaktır. Bu yüzden de artık bu eğilim rasyonel süreçlerle varılan bir fikir olmaktan ziyade hepimizin içinde bulunan bir psikolojik eğilim haline gelmiştir. Alzheimer hastasına bakan 70 yaşındaki bir kadın muhtemelen ‘benim de başıma bir gün bir bela gelirse bu adam bana bakacaktır.’ diye düşünmüyordur.  Bunu yapmasının sebebi bu psikolojik eğilimi tatmin edip iyi hissetmesidir. İyiliğin gerçekten de hazzı vardır ve bu utiliteryenizm için önemlidir. Doğanız buna programlıdır.

Hayatınızın pek çok noktasında akrabalarınıza ve arkadaşlarınıza hediyeler aldınız ve onlara yardım ettiniz ve bundan bir çıkar hesabı da yapmadınız. Yolda gördüğünüz perişan bir insana yardım etme isteğinizi vicdanınızda hissettiniz. Çünkü insan özgeciliği de tıpkı hayvanlardaki gibi genelde rasyoneliteye değil ancak duygulara dayanır. İnsan ‘ işbirliğine yönelik, ancak zorunlu bilişsel denetimle üstesinden geleceği duygusal eğilimlere’ sahiptir. Düşündüğünüz zaman, bu perişan insana yardım etmek için değil, etmemek için sebep aramaya başlarsınız. Bu kar/zarar hesabının tersi yönde giden bir süreçtir. Yani doğanız ve duygularınız yardım etmek adına çırpınır ve uzaktan baktığınızda bu eğilimlerin pek de mantıklı olmadığı halde sanki bir bilgisayar programı gibi içinize kodlandığını fark edersiniz. Buna rağmen iyilik yaptığınızda beyninizdeki ödül bölgesi tatmin olur ve mutlu olursunuz. Gerçekten de iyilik yapmak hazzınızı maksimize etmenin güzel bir yoludur ve masum insanlara işkence etmemek için kar/zarar hesapları yapmanız gerekmez. Yüksek ihtimalle size para teklif edilse dahi hisseeceğiniz suçluluk duygusundan dolayı oradan uzaklaşırsınız, bu eğilimlere kulak vermek ve onları tatmin etmeye çalışmanın hazzı parayı aşacaktır. (bu fikirde değilseniz ve para teklifini kabul ederseniz tebrikler, psikopatsınız.)(2)

Kısaca hem işbirliği hem de iyilik yapmak hem evrimsel sürecin bir gereksinimi hem de hazzı maksimize etmenin güzel bir yoludur.

Bunun yanında bir insan rasyonel bir şekilde akıl yürüttüğü an şunu fark edecektir: Herkesin birbirine istediği bir şekilde davranacağı bir toplumdan ziyade belirli ve verimli kuralların olduğu toplum süreç sonunda kişinin çıkarını büyük ölçüde maksimize eder. Doğa durumunda ben istediğim insanın malını çalabilirim, ancak 5 dakika sonra hayatta olacağıma emin olamam. Bunun yanında belirli bir kanunlar bütünü, mülkiyet koruması olursa ben istediğim meyveyi çalamam, ancak hem kendim birikim yapabilir hem de hayatta kalacağımın güvencesi ile yaşayabilirim, uzun bir sürece bu iki toplumu yorduğumuz zaman ise elbette ki kişilerin birikim yapma şansının var olması ve can güvenlikleri onların daha fazla üretmesine ve ekonomik aktivitede bulunmasına, daha derin okumalar yapıp sosyal faydayı arttıracak sistem önerilerinde bulunmalarına olanak sağlar. Bu ise hem benim, hem de toplumun geneli için kesinlikle doğa durumundan daha faydalıdır. Kısacası bencillik, işbirliğini kesinlikle engellemez; ne rasyonel akıl yürütmeler ne de evrimsel bir yorumla.


Buradan hareketle ahlakın oluşumunu natüralistik bir bakışla şu şekilde özetleyebiliriz:

1.Beyindeki genetik değişmeler bazı topluluklarda ahlaki sezgilere, toplumsal farkındalıklara yol açtı.

2.Bunun sonucunda çaresiz birine yardım etmek, verilen sözü tutmak gibi faydayı maksimize eden normlar ortaya çıktı ( Utiliteryen açıdan bir norm nasıl yaratılır? Hakkında yakın zamanda bir yazı gelecek)

3.İşbirliğine dayanmayan toplumlar doğal seçilimde elenirken işbirliğine dayalı normlar koyanlar hayatta kalabildi ve günümüze geldi.

4. Süreç içerisinde entelektüel bilgi birikimi, artan ekonomik refah ve aktivite, yeni sosyal değişimler sonucu koyulan basit normlar giderek kompleks sistemler haline geldi, tarihe göz atılınca bu süreci rahatlıkla fark ediyoruz.

Bir yandan da bu süreç kesinlikle her toplumun ahlaki gelişimini aynı noktaya getiremez. Kesinlikle evrimin bu hediyesinin geliştirilmesinin iyi ve kötü yolları vardır ve eğer siz ahlakın fayda maksimizasyonu olduğu fikrindeyseniz burada objektif olarak ‘iyi’ ve ‘kötü’yü seçebilirsiniz.

Burada Harris Dobulu kabilesini örnek verir. Dobulu kabilesi için hayatın tek amacı doğanın ruhunun yarattığı kötülükleri bir kurban seçerek üzerinde uygulamak, işkence ederek öldürmek. Bu tür bir sosyal yapının nasıl fayda maksimizasyonunda tam bir rezalete yol açtığını anlamak için çok uzun açıklamalar olmadığını düşünmekle beraber zihninizde hayatınızı bir Dobulu kabilesi üyesi olarak, bir de liberal bir Batı demokrasisinde yaşadığınızı canlandırın. Fark açıktır. Görüldüğü üzere, ahlakın tüm kaynağının doğal


olması tüm ahlak biçimlerini ‘nazik bir kültürel ayrılık’ olarak adlandırmak zorundalığı getirmez. Tam tersine ahlakın bizde doğal şekilde oluşmuş haz ve ‘esen olmak’ eğilimini maksimize olduğu fikrindeysek bunun iyi ve kötü yollarını seçme kısmını çok daha rahat şekilde halledebiliriz. Dobulularınki kesinlikle kötü bir seçimdir ve kan, gözyaşı ölümden başka hiçbir şey getirmez. Dobuluların öldükten sonra bu eylemleri için kadınlarla ödüllendirileceği ihtimalini ciddiye almış olsak kesinlikle bu hayat tarzı hakkında bu kadar rahat yorumlar yapamazdık.

 

Dikkat ettiğiniz üzere Harris’in kuramında bilimin yeri çok büyüktür. Harris bu bölümde de bunu belirtmekten geri durmaz. Ahlakın tek kaynağı doğaysa ve basitçe haz eğilimimizi maksimize etmeye dayalıysa ve biz de bu eğilimin ne gibi durumlarda maksimize olup ne gibi durumlarda olmadığını beynin kimyasal süreçlerini inceleyerek anlayabiliyorsak o halde buradan itibaren bayrak bilimdedir. Ne gibi durumlarda toplum ve bireyin daha fazla haz alacağını ve esen olacağını anlamak psikolojiye ve sosyolojiye kaymıştır. Burada ise Harris’in utiliteryenizminin derdinin Bentham ile benzer olduğunu anlayabiliriz. İkisi de ahlakı pozitif bilimin alanı olarak görür ve etiği ‘bilim’ olarak tanımlar. İkisi de fenomen olarak veyahut tercih faydacılığından ziyade psikolojik bir ‘haz’ anlayışına inanır. (3)

Bu konuya, yani hazzın ne olduğu konusu başka bir yazıya ait olsa da kısaca anlatmak gerekirse, hazzı psikolojik bir vaka olarak gören bir utiliteryen basitçe bir dondurmanın haz verdiğini beyin kimyasallarını inceleyerek anlayabilir. Eğer mutluluk yönünde bir artış varsa basitçe bu durum arzulanabilirdir. Bu tamamen doğal bir olgudur. Bir yandan da tercihe dayalı faydacı anlayış vardır: Eğer x yerine y yi tercih ediyorsan o daha arzulanabilirdir. Bu iki anlayışın ne gibi pratik sonuçları olduğunu Mormonlar örneği üzerinden inceleyebiliriz. Psikolojik bir haz kavramını kabul eden biri içim Mormonlar basitçe hazlarını yanlış şekilde maksimize etmeye çalışırlar, seküler bir yaşam daha fazla haz yaşatabilirdi. Ancak bir tercih olarak hazzı ele alanlar için Mormonlar için basitçe bu yaşam hazlarını maksimize etmenin daha doğru bir yolu olmalıdır ki bu yaşamı tercih etmişlerdir. Biri bu tür yapıları engellemek amacıyla kullanılabilir, diğeri ise ahlaki rölativizme varır.

2. DOĞRU VEYA YANLIŞ HAKKINDA DOĞRU KARAR NASIL VERİLEBİLİR?

Bir nörobilimci olan Joshua Grenee, insanın ahlaki yönetimini beyin yönünden incelerken ahlaki gerçekçilikten kuşku duyulması gerektiğine inanır. Şu soruyu sorar : ‘Herhangi birinin ahlaki inanışlarının doğru olması nasıl mümkün olabilir? Yani herhangi bir iddiayı doğru veya yanlış yapan nedir? Ona göre hiçbir şey. Ancak Harris bu engeli kolayca aşar ve şunu der : A’nın B’den daha iyi bir ahlaki inanış olmasının sebebi, insan esenliğini daha fazla arttırmasıdır.

Kadınları çarşaf giymeye zorlamayı ele alalım. Bu tür bir zorlama insan esenliğini arttıracak mıdır? Daha mutlu kız ve erkek çocuklarının olmasına yardımcı olur mu? Üretkenliğe herhangi bir katkısı var mı? Hayır. O halde bu görüş yanlıştır.

 Buna rağmen Greene için süreç tamamen sezgiseldir.(4)

‘‘Ahlaki muhakeme, ahlaki akıl yürütmeden ziyade daha çok duygusal dünyamıza ait ahlaki sezgilerle yapılır. Ahlaki muhakeme kapasitemiz, yoğun toplumsal yaşama karmaşık evrimsel uyarlamamızla oluşur. Aslında bizler ahlaki muhakeme yapmaya öylesine uyarlanmışız ki, kendi bakış açımızdan bu muhakemeyi yapmak, kolay olmanın ötesinde ‘sağduyumuzun bir parçası’ haline gelmiştir. Çoğu sağduyulu davranma yeteneğimiz gibi, ahlaki muhakeme yeteneğimiz de bize sanki algısal bir yetenek gibi, yani zihinden bağımsız ahlaki gerçekleri anında ve hatasız şekilde ayırt edebilmeyi sağlayan bir yetenek gibi gelir. Bunun sonucunda ahlaki gerçekçilik konusunda doğal olarak yanlış bir inanışa yöneliriz. (…)Yapmak için doğmuş olduğumuz bir hatadır.’’

Kısaca, ahlaki gerçekçilik insanın ahlaki görüşler adı altında, neyin ‘doğru’ neyin ‘yanlış’ olduğu konusunda işin aslı bir gerçek varmışçasına konuşmalarını haklı gösteren bir tekbiçimlilik vardır.

 Peki, Fizik ya da biyoloji ile ilgili ‘gerçekler’in ardında da böyle bir tekbiçimliliğin olduğu hakkında şüphe duymalı mıyız? İnsanların fiziki görünümlerini incelerken de bu incelemenin altında da böyle bir tekbiçimlilik inancının olduğundan şüphe duyabilir miyiz? Tüm bilimsel çalışmaların da bu tür yanlış zihinsel eğilimlerden kaynaklı olarak çöpe gitmesi gerektiği ya da biyoloji hakkında bir görüşün bu yüzden asla doğru olamayacağı ortaya atılabilir mi? Sonuçta hiçbir bilim adamı ve bu bilim adamının kuramlarını denetleyen diğer bilim adamları insan eğilimlerinden ve ‘bir şeyi tektipleştirme’ çabasından bağımsız değildir. Buna rağmen Greene bilimler alanındaki bir gerçekçiliği kabul ederken ahlak alanında tüm yamanması gereken açıkları ortaya atmaya başlamıştır. Bu, bilim adamlarının genel bir problemi de denebilir. Hem genel günümüz insanı hem de bilim adamlarının geneli için ahlak içi boş kültürel önyargılardan başka bir şey değildir. (Buna rağmen çoğu bir kadının herhangi bir giyim tarzı için zorlanmasını yanlış bulur ve bunu engellemeye çalışır.)

Bunun yanında Greene için ahlak hakkında fikir birliğine varmanın çok zor olması bir yana, tek bir bireyin ahlaken tutarlı olması dahi güçtür. Bu onu şu sonuca götürür:

‘Ahlaki kuramlar yaratmakta başarısız oluruz, çünkü sezgilerimiz, birbiriyle tutarlı bir dizi ahlaki doğrular doğurmaz, doğal seçilimle ya da herhangi bir şekilde bu şekilde davranmak üzere şekillenmemiştir. (tam bir deterministik makine olduğumuz şüpheli olsa da, bazı ahlaki eğilimlere sahip olduğumuz yukarıda dediğim gibi kesindir, Greene yanılıyor.) Ahlak duyunuzu anlamak istiyorsanız psikolojiye ve sosyolojiye başvurun, normatif etiğe değil.'

Bu itiraz aslında önemlidir, ancak bu itiraz bilimin tüm alanlarına uygulanabilir. Mesela, mantıksal, matematiksel ve fiziksel sezgilerimizin Doğru’nun izini süren doğal seçilim tarafından kodlanmadığını söylemek doğru mudur? Bu, bizi fiziksel gerçekçilikten uzaklaştırır mı? Görelilik kuramını ortaya atmak üzere kurgulanmış robotlar olmadığımızı fark etmek bizi bilim konusunda görececiliğe götürmeli midir? Aynı şekilde insan, kompleks sosyoloji kuramları ortaya atmak adına da kodlanmamıştır. O halde Greene’in önerisini uygulamak kendisini çelişkiye düşürebilir. Bu şekildeki bir inançla bir taşçasına oturmak ve insan, doğa ve matematik hakkında hiçbir yargıdan emin olmamak, hatta araştırmamak gerekir.

Bu, tekrar bizi Moore’un doğalcılık yanılgısına götürür. Tartışma esnasında doğruyu söylemenin mantığı nedir? Tartışma esnasında doğruyu söylemenin mantığının mantığı nedir? Ya onun da mantığı? Bu zincirleme bizi tartışmaktan ve dünyayı anlama çabasından vazgeçirmeli mi, kesinlikle hayır.

İnsan bilgisi her alanda ucu açık bir biçimde ilerler. O halde, insanın mutlu ve esen oluşu hakkında da bazı mutabakata varılamayan yerler ya da ucu açık problemler varsa, bunda problem nedir? Tavanda bazı flulukların olması, taban kısmında neden şüpheye yol açsın.

Ahlaki realizmin ve modernizmin şövalyesi bir yiğit...

Bir örnek verelim:
Çin’deki Yasak Şehir’de ebeveynler oğullarını yönetime satar ve oğullarının cinsel organları kesilirdi. Şimdi, burada bir ahlaki gerçekçi ‘unique bir kültür’ değil ‘basit bir ahlaki yanılgı’ görecektir. Bu, kesinlikle mutluluğu maksimize etmenin iyi bir yolu değildir. Bu konuda fikirlerinizin normların nasıl oluşabileceği hakkındaki sonraki yazımı okuduğunuz zaman daha iyi şekilde oturacağına inanıyorum. Normların oluşup çürütülmesi de aslında tarih boyu utiliteryen bir hesaplama ile yapılmıştır denebilir.

ÇEŞİTLİLİK AHLAKİ RÖLATİVİZME Mİ HİZMET EDİYOR?

Psikolog Jonathan Haidt, ‘sosyal-sezgisel model’ olarak bilinen ve ahlaki muhakemeyi inceleyen başka bir kuram ortaya atar. Kendi ahlaki muhakememiz (köpek), kendi ahlaki akıl yürütmelerimiz (kuyruk) tarafından yönetildiğine inanırız. Bir yandan da ahlaki tartışmalarda rakiplerimizin de kuyruk sallamaları, ahlaki yargıları rasyonel şekilde ortaya atıp çürütülünce de fikirlerini değiştirmelerini bekleriz. Haidt, yaptığı deneylerde şuna ulaşır, insanlar ahlaki yargılar hakkında genelde irrasyoneldir ve yargılarını temellendirmeleri istenince şaşırıp kalırlar. Bunun örneğini günlük hayatınızda bolca görebilirsiniz. Bir kişi utanılacak bir şey yaptığında ‘bu insanlığa sığar mı!’ denir. İnsanlık nedir, ve insanlığa bir şeyin sığmaması neden kötüdür? Diye bir şok dalgası gibi sorular sorun. Göreceksiniz ki karşıdaki kişi tutulup kalacaktır. O halde bu irrasyonel insanlardan nasıl rasyoneliteye dayanan bir ahlaki  yargılar  ve sistemler beklenebilir? (5)

Haidt


Bir yandan da ahlaki anlaşmazlıkların derinliği vurgulanır. Kürtaj tartışmalarını ele alalım. Her iki taraf da rasyonel bir biçimde oluşturulduğunu düşündüğü argümanlar ortaya atar. İki taraf da cevaplar bekler. Her iki taraf fa tartışma bittiğinde diğerini kapalı fikirde olmakla suçlar. Kuyruk yanılgısı tekrarlanır.

Burada Haidt’in kaale almak istemediği bir şey vardır. Birinin iyi bir tartışmacı olması veya ‘rasyoneliteye dayalı argümanlar sunduğunu’ düşünmesi bizi neden o konuda çıkmaza soksun? Bir ‘düz Dünyacı’ rasyonel olduğunu düşünüyor ve iyi tartışıyor diye Dünya hakkında çıkmaza giriyor muyuz?  Bir yandan da bu sav, kendi kendini çürütür. Öncüllerle ele alalım.

1.     1. Tartışma esnasında her iki taraf da kanıt yükü olduğunu düşündüğü verilerle gelir. Bunları rasyonel bir şekilde argümantasyonlar aracılığı ile karşıya ilettiklerini düşünürler.

2.     2. Her iki taraf da kendilerine rasyonel şekillerde cevap verilmesini bekler.

3.   3.  Sonuçta her iki taraf da birbirinin nedenlerinden etkilenmez ve karşı tarafı kapalı olmakla suçlar.

 

4. O halde kürtaj, eşcinsellik gibi konulardaki anlaşmazlıklar sürecektir ve bu konularda gri alanda kalınmalıdır. Herkesi dikkate almalı ve yargıda bulunmamalıyız.

 

Benzerini 11 Eylül hakkında uygulayalım. Birçok insan 11 Eylül saldırılarının Amerikan Hükümetinin Irak’a giriş bahanesi ile yarattığı bir komplo olduğu fikrindeyken bir diğer kısım da bu saldırının gerçekten de bir terör saldırısı olduğunu düşünür. O halde

 

1.     İki taraf da 11 Eylül’ün dedikleri şekilde yaşandığına dair verilerle çıkagelir ve rasyonel argümantasyonlar ile karşıya ilettiğini düşünür.

2.     Her iki taraf da kendilerine kendi 11 Eylül teorileri hakkında rasyonel şekillerde cevap verilmesini bekler.

3.     Sonuçta her iki taraf da birbirinin nedenlerinden etkilenmez ve karşı tarafı kapalı olmakla suçlar.

               O halde 11 Eylül hakkında anlaşmazlıklar sürecektir ve bu konu hakkında bir şey söylememeliyizdir.

 İlk olarak 11 Eylül ya bir komplodur ya da bir terör saldırısıdır. Yani bu argümanlardan biri ‘kesin olarak’ doğru değildir. O halde biz burada kesinlikle bir yargıdan birini dikkate almamalıyız. Haidt’in söylediklerinin açık mantıksızlığı burada gözlemlenirken şuna da dikkat çekilmelidir. 11 Eylül hakkında yeterli araştırmalar yapılıp gerçek ortaya çıkınca bir görüş neden diğerini dikkate almaya devam etsin? Onun rasyonel olduğuna inanması ya da basitçe iyi bir manüpilatör olup insanları haksız olduğu halde gri alanda bırakabilmesi gerçeği değiştirir mi? Ahlak da böyledir. Belki de iyi bir manüpilatör olan diktatör, insanların neden toplama kamplarına atılması gerektiği hakkında halkını gri alanda


bırakabilir ve bunu onların irrasyonel yanlarını kaşıyarak, ancak bu olay; bu fikrin insanların mutluluğunu maksimize etmenin çok kötü bir yolu olduğu hakkındaki hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

İnsanların irrasyonel olmaları görüleceği üzere doğru veya yanlışı yok etmez. Sadece daha fazla tartışma, daha fazla rasyoneliteye ve kanıtlara dayanmayı gerektirir. Yahudileri toplama kamplarına atan Naziler farklı bir seçim mi yapmıştı, yoksa basitçe saçma bir akıl yürütme ve esenliği maksimize etme yolları vardı. Bu sorunun cevabı yukarıdaki probleme verilecek yanıta bağlıdır.

 KAYNAKÇA

(1)https://greatergood.berkeley.edu/images/uploads/Trivers-EvolutionReciprocalAltruism.pdf

(2) Frans de Waal- Bonobo ve Ateist, Metis yayınları

(3) Tim Mulgan- Understanding Utilitarianism 

(4) Greene'nin ahlak hakkındaki yorumları için :https://www.science.org/doi/10.1126/science.1062872

https://www.cell.com/trends/cognitive-sciences/fulltext/S1364-6613(02)02011-9?_returnURL=https%3A%2F%2Flinkinghub.elsevier.com%2Fretrieve%2Fpii%2FS1364661302020119%3Fshowall%3Dtrue 

https://www.cell.com/neuron/fulltext/S0896-6273(04)00634-8?_returnURL=https%3A%2F%2Flinkinghub.elsevier.com%2Fretrieve%2Fpii%2FS0896627304006348%3Fshowall%3Dtrue

(5) Jonathan Haidt'in kuyruk yanılgısı ve ahlak hakkında yorumları:

     1993. "Affect, culture, and morality, or is it wrong to eat your dog?" with S. Koller, and M. Dias. Journal of Personality and Social Psychology 65:613–28.    

2001. "The emotional dog and its rational tail: A social intuitionist approach to moral judgment." Psychological Review 108:814–34.